Pages

Dec 23, 2008

Kıyametin Alamet Suresi


"Teşkilatımızı arslanlarla kuracağız. Genel seçime kendimizi hazırlayacağız. Allah, devleti dilediğine verir, dilediğinden alır. Dilediğini aziz, dileğinin zelil kılar. Eğer Allah nasip ederse, adalet kılıcını masanın üstüne koyacağız ve keseceğiz, asacağız. Hani korktukları bir şey vardı ya, ‘kesip, asacaklar bunlar’ evet keseceğiz, asacağız. Osmanlı ruhu ile kesip, asacağız." Hurriyet'ten ve Milliyet'ten
Evet durum böyle.

Ne yapar bu űlkenin siyasal bilimciler allah aşkına? Ne yapar bu űlkenin hukuk bilimcileri? Ne yapar bu űlkenin sosyologları, sosyal psikologları? Çoktan vazgeçtik politikacılardan medet ummaları. Aydınlarımız vardı, şairlerimiz, hikayecilerimiz, romancılarımız, tiyatrocularımız, bir de gözű kara idealist, “bana dűnyanın bűtűn çiçeklerini getirin” diyen öğretmenlerimiz. Soyları tűkendi bu űlkenin karanlığında siz bilimsel kariyerlerinizde kıç yalayıp, suya sabuna dokunmayan bilimsel (!) çalışmalar yaparken.

Ne yapar bu űlkenin siyasal bilimciler allah aşkına? Ne yapar bu űlkenin sosyologları, sosyal psikologları? Yetmedi mi “boş zamanları değerlendirme” anketleri? Şimdi olsa hangi partiye oy verirdiniz kamuoyu yoklamaları yetmedi mi? Oysaki çok zengin bu űlke alanınıza ilişkin veriler bakımından. Hazine burası hani biraz kıçınızı kaldırsanız yerinden. Hani biraz ahlaklı olsanız. Hani biraz kendinize saygınız olsa. Hani biraz çocuklarınız için yapsanız. Kariyerinize kariyer katacak kadar veri var bu űlkede. Nerde bulursunuz her 10 yılda bir siyasal kimlik değiştiren bir űlkeyi allah aşkına (her on yilda bir bir Kemalist, bir Marksist, bir Militarist, bir Islamist) . Nerde bulursunuz bunca işkenceciyi? Bunca işkence kurbanını (siyasisi, adi suçlusu, suçsuzu). Nerde bulursunuz bunca provakatorű? Bunca linç girişimini? Bunca soykırımları, soykırımcıları?

Bakın yukarıdaki habere? Ne geçti aklınızdan: Durun ben söyleyeyim. Dediniz ki “dűpedűz provakasyon” ya da “bunlardan nefret ediyorum” ya da “daha neler!” dediniz. Kaçınızın aklından niye insanlar “asacağız keseceğiz” der ve taraftar bulur bunu araştırmalı diye geçti? Kaçınız Maraş’a, Malatya’ya, Çorum’a, Sivas’a gidip görgű tanıklarıyla bilimsel bir araştırma yaptı? O kalabalığa bilinçli-bilinçsiz katılanlarla, kalabalığı sűrűkleyenlerle, kalabalığı seyredenlerle (asker, polis, itifaye, doktor, hemşire, hastabakıcı, imam vb.) görűştű? Kim dönemin sorumlularıyla (başbakan, cumhurbaşkanı, içişleri bakanı, emniyet műdűrű, genel kurmay başkanı, kolordu komutanı, vb) araştırma yaptı? Kim merak etti o normal görűnűmlű insanların nasıl da canavara dönűştűğűnű? Yoksa Frankfurt Okulu bilginleri nasıl olsa bunu araştırdılar diye siz gerek duymadınız mi böylesi bir çabaya?

Bu toplum geçmişinden ders almıyorsa, bir tűrlű insanlaşmıyorsa sizin de payınız var bu suçta. Bu toplum hala böyle yabansa, ilkelse, kan akıtmayı, kan dökmeyi hala en kűçűk çelişkenin dahi çözűmű diye görűyorsa bunda siz de suçlusunuz. Bu insanlara yönelik bilgilerimiz yok işte. Bu nedenle anlamıyoruz nasıl olur böyle ağzı kan kokan biri lider olur, etrafına insan toplar diye. Sakın ola bu kűçűcűk olayı çok bűyűttűğűmű söylemeden önce şunu dűşűnűn. Sivas’ın, Maraş’ın hazırlıkları kaç gűn sűrdű? Kaç provakatöre ihtiyaç duyuldu? Maraş’a bir gűn önce gelen dört Milli Piyango Satıcısından söz ediliyor? Dört? Planlayan da dört MIT görevlisi varmış herhalde. Ya Sivas’da? Maraş'da hazirligin tarihi bir hafta bile değil yahu. Sivas'da bir ya da iki gűn. Sizi rahatsız etmiyor mu bunu anlayamamak? Bu kadar az bir çaba ve planla katliamların gerçekleştirilmesi; insanların (o sıradan gűnahsız, masum gorűnűmlű insanın) bu vahşete katılması? Insanların gözlerini dahi kırpmadan insan yasamına kastedebilcek kadar ilkel oluşları siyasal görűşlerinden daha korkunç değil mi? Korkutmuyor da mı? Çűnkű, bir tek yanlış bir zamanda yanlış bir yerde olmaya bağlı herşey. Pamuk ipliğine…

Insanımızı bilmeden, anlamadan bu sorunların űstesinden gelmek çok zor. Bu işler űç bűyűk şehrin penceresinden bakarak anlaşılmıyor ne yazık ki.Yada Batı’da yapılmış benzer araştırmaların sonuçlarından. Öncelikle hastalığın tanısını koymak gerekiyor. Bunun için de çıkmamız gerekiyor gűvenli kovuklarımızdan. Görmediğimiz, görmek istemediğimiz, inanmadığımız, inanmak istemediğimiz bir gerçekliğimiz bu insanlar. Karabasan gibi bir gerçeklik. Çözűműne yönelik hiç bir girişimde bulunmadığımız hastalığımız. Yűzűműzű ötelere çevirerek kurtulacağımız bir şey değil bu. Onları yok saymakla da halledeceğimiz bir şey değil. Ya da daha da marjinele iterek kurtulabileceğimiz bir şey. Bunları dışladıkça, bunları marjine ittikçe başka bir şey beklemek gerçekçi değil.

ilk defa Anadolu'ya (űç bűyűk şehrin dışına) çıktığımda kendimi 1923'lerde hissetmiştim. Gördűğűm kokunçtu. Bűtűn sosyalizasyon ve politizasyon sűrecinde hiç kimse ve hiç bir şey hazırlamamıştı beni böylesi bir gerçekliğe. Hiç böyle bir mental şemam oluşmamıştı. Beyin yıkama böyle birşeydi herhalde. Oralar hala Osmanlıyı yaşıyorlardı. insanlar 15inci yűzyılı. Biz kendi kendimizi Batının bűyűlű aynasında görűp doyum buluyormuşuz, hepsi bu. Hani Anadoluya açılma dönemindeki aydınların izlenimlerini bize okutmuşlardı ya, işte bűtűn okuduklarım gelip geçmişti aklımdan: Han Duvarları, Yaban, Çoban Çesmesi, Çalıkuşu, ve adını hatırlayamadıklarım. Yakup Kadri’ler ve Halide Edip’ler, Reşat Nuri’ler, Sabahattin Ali’ler, Ömer Seyfettin’ler, vb. Sonra ne oldu sahi? Neden durdu bu iyi niyetli toplumsal eğitim çalışmaları sahi? Anadolu insanı itildi, itelendi, hiç mi hiç efendisi olamadı ne űlkenin, ne kendi yaşamının. Ite uğursuza karşı yapa yalnızdılar. Bi ağaları vardı bir de Allahları. Sonra hocaları, imamları, öcűleri, böcűleri oldu. Devlet 19 ya da 20 sinde memleketinden koparılıp 18 aylığına oraya gönderilmiş eline bir G3 verilmiş gencecik Jandarma eriydi, 10 kasımlardı, 19 Mayıslardı, darbelerdi, idamlar, işkenceler, başka bir şey değil. Uygarlık ders kitaplarında yaz tatilinde deniz kıyısına giden babası avukat ya da doktor annesi ev hanımı olan Ali’nin kumdan yaptığı kalelerdi. Bu nedenle bi şehirli görűnce utanır, yerin dibine girerdiler.

Ite uğursuza karşı yalnız bırakılmışlar yabancılaştılar, yabanlaştılar. Oylarını bir kilo una şekere sattılar. Askere gittiklerinde onurlarını sattılar. Daha ilk gűnden gűn yűzű görmemiş kűfűrleri duydular. Ne anaları kalmıştı ne avratları. Dayak yediler disiplin adına. Ilk orada intiharı dűşűndűler. Sonra içindeki hayvanı tanıdılar. O da aynısını yapacaktı kendinden sonra gelene. Askerlik yaptığı yerin adi “Amına koyduğumun yeri”idi artık. Vatan teskere denen bir kağıt idi. Artık ne kendilerini seviyorlardı, ne vatanı, ne de insanı. Sehirliden de nefret etmeyi ögrenmişlerdi. Ne kendilerine saygıları vardı ne başkalarına. Ama yine de o hayvanın bir yerlerinde bir mekanizma kurulmuştu. Otoriteye itaat.

Ama bunları hiç bilmediler bilemediler. Ben de bilmiyorum. Bildiğim nasıl da canavara dönűşebilecekleri olasılığı. Bildiğim hiç bir şey bilmeyişimiz bu insanlar hakkında. Bu insanların bilgisine ihtiyaç var. Dört tane provakatörűn peşine dűşűp insanlıktan nasıl da çıktıklarının bilgisine.

Bilmediğim icin korkuyorum. Korkuyorum "Ya bu adamlar KANLA iktidara gelirlerse" diye. Ve asıl kıyamet ondan sonra kopacak.

Dec 19, 2008

Soykırımın 8 Evresi

Herkes şu özűr meselesi ile meşgulken ben de kalkıp soykırım kavramı ile uğraştım. Aslında soykırım kavramına da Maraş ve Sivas Katliamı için bakmak istemiştim. Sivas, Maraş ve daha niceleri sadece katliam mıydılar? Katliam nedir sahi? Soykırımdan farklı birşey midir? Katliam bir gurubun uyelerini toplu olarak öldűrmek anlamına geliyor. TDK’ye göre eş anlamlısı kırım da oluyor. Katliamın tanımında gerekçe yok sanki. Yani herhangi bir nedenle de olabilir. Biri cinnet geçirip de bir topluluk űyelerini de katledebilir. Ama soykırım kavramında daha özel nitelikler var; soy var, topluluk űyelerinin rengi, dili, dini var. Nefret var, dűşmanlık, plan var, devletin parmağı var.
Ya 12 Eylűl. O da bir katliam değil miydi? Belli bir gurubun űyelerini imhaya yönelik planlı programlı bir soykırım değil miydi?

Tarihimiz saoykırımın adından arınmış ama kendisinden geçilmiyor sanki. Buyrun size Soykırıma Giriş 101. Gerisini siz değerlendirin.

Aşağıdaki yazı Genocide Watch organizasyonunun genel műdűrű Gregory H. Stanton’un bir brifing olarak yazdığı Soykırımın 8 Evresi adlı makaleye dayalı olarak yazılmıştır. http://www.genocidewatch.org/images/8StagesBriefingpaper.pdf

Soykırım durdurulabilecek ya da yönű ve hızı değiştirilebilecek dolayısıyla gelişi kolayca tahmin edilebilien bir sűreçtir. Bu sűrecin de sekiz evreden oluştuğu gözlenmiştir.

Her evrede uygulanabilecek önleyici tedbirler soykırımı durdurabilir. Sűreç tek-dűze ya da dizgesel (çizgi halinde ilerleyen ) bir sűreç değildir. Yani sonraki bir aşamada bulunan bir evre pekala daha önce de gerçekleşebilir. Ancak şurası önemlidir ki bűtűn sűreçler soykırımın oluşmasına katkıda bulunan örgűn bir bűtűnű oluşturur. Bu evreler şöyledir.

  1. Kategorileştirme: Hemen hemen bűtűn kűltűrlerde görűlen kűltűrűn űyelerine ulusal dinsel, ve ırksal bir aidiyet ve kimlik kazandıran dolayısıyla kendilerini diğer kűltűre ait olanlardan ayırd etmede kullanılan dilsel, kűltűrel, ve mental edimlerdir. Sosyo-ekonomik, politik, etnik, ve benzeri analizleri ve akıl yűrűtmeleri de içeren kűmeleme, dereceleme, sıralama, sınıflandırmaları da içerir. En yaygın formu “biz ve onlar” şekilinde ifade edilen formudur. Ilk elde oldukça doğal ve hatta nerdeyse kaçınılmaz görűlen bu tip eylemlilikler guruplar arasında çelişkilerin kutuplaştığı ya da kutuplaşma eğilimi gösterdiği toplumlarda soykırımın meydana gelmesini sağlayacak ortamı yaratır ve besler.
    Önleyici Tedbirler: Bu erken aşamada alınması gereken en önemli tedbir evrensel değer ve kurumların geliştirilmesi ve bunlar aracılığı ile de toplumda var olan etnik, ırksal, ve dinsel farklılıkların bir problemden öte bir zenginlik diye algılanmasını sağlamak ve bu tűr farklılıkların kutuplaşmalara gitmesinin önűnű kesmektir. Sűrekli olarak oluşturulacak ve desteklenecek karşılıklı hoşgörű ve saygı ortamı toplumsal barışa hizmet edecek ve daha bűyűk toplumsal felaketleri önleyecektir. Dűşmanlığı kışkırtacak eylem ve söylemlerin hoşgörűlmemesi (sosyal bir norm olarak), desteklenmemesi, ve en önemlisi net bir dille kınanması önemlidir. Bu aşamada toplumsal adalet duygusunun yaratılıp korunması en kaçınılmaz ve en etkili önlemlerden biridir. Ortak paydalarda (adalet, hukuk, anayasal özgűrlűkler, insan hakları gibi) hemfikir olma ve birliktelik duygusunun yaşanıyor olması önemlidir.
  2. Sembolleştirme: Daha iyi iletişmek için herşeye bir isim veririz; nesnelere, guruplara, sembollere, sınıflamalarımıza, kategorilerimize. Renklerine, etnik kökenlerine ve benzeri özelliklerine göre insanlara da isim verip guruplarız; Kűrt, Tűrk, Yahudi, Ermeni, Zenci gibi. Bunun yanısıra bazan da insanlara ya da bir gurubun űyelerine semboller de atfederiz, ya da kendileri kendilerine bir sembol seçerler. Görűldűğű gibi aslında sembolleştirme, kategorileştirme, sınıflamalar çok insanca edimlerdir. Bu ve benzeri edimlerin ve eylemlerin problem olması bunların kin, nefret, ve dűşmanlık duygularıyla birleşmesiyle oluşur. Sembollerin bu duygu ve dűşűncelerle birleşmesi ideolojik bir form alması en klasik anlamda bir tehlike çanıdır. Sembollerin duygularla karışması bir tűr ilkel rituale geri dönűştűr. Örneğin sarı yıldız sembolűnűn yahudileri ayırd eden bir anlama bűrűnmesi. Kamboçya’da da doğu bölgelerinden getirilenler mavi bir atkı ile tanımlanıyordu. Űlkűcűlerin Tűrklűğű ve kendilerini uluyan kurt, űç hilal, ve uzak Asya’dan alınmış bıyık biçimleriyle tanımlamaları ve özdeşleştirmeleri buna örnek gösterilebilir.
    Önleyici Tedbirler: Bu aşamada ırkçı, kin ve nefret içeren sembolleştirmelerin legal olaral yasaklanması oldukça etkili olabilir. Gurup simgeleri, çete giysileri, amblemleri vs. ler de yasaklanabilir. Yasaklamanın ötesinde aslında bu tűr oluşumlara karşı yaygın eğitimsel kampanyaların baslatılması ve desteklenmesi daha uygundur. Bu eğitim çalışmaları eğitim kurumları (okullar, kurslar, halk eğitim merkezleri, vb.) ve her tűr medya’nin yardımlarıyla daha etkili kılınabilir. Hatta bunun için toplumdaki rol modellerinin de desteği alınabilinir. Yani asıl başarı bu tűr nefret ve ırkçı söylemlere karşı yaygın kűltűrűn (sokaktaki adamın) desteğini alamaya bağlıdır.
  3. Insan-Dışılaştırma: Insan-dışılaştırma bir gurubun (ki özellikle egemen gurubun ya da siyasal ve ekonomik erki elinde bulunduran gurubun) kendisine ait olan veya kendilerine sağlanmış olan insanca yaşama koşullarının, hak ve özgűrlűklerin diğer guruplara sağlanmasının inkarı sűrecidir. Bu sűreç git gide hedef olarak seçilen gurup űyelerine insana ait olmayan sıfatların atfedilmesine kadar gider. Sanki o gurup űyeleri insan değilmiş gibi, acı çekmezlermiş gibi, anaları ağlamazmış gibi anlatılır insandışılaştırılır. Örneğin hedef guruptan birine yapılan işkence rkçı gurup űyleri tarafından insanlık dışı bir muamele gibi görűnmez. Kenan Evren’in asmayalım da besleyelim mi sözű böyle bir oluşuma gűzel bir örnektir. Sanki hayvan besliyor. Sanki insanlardan söz etmiyordu Kenan Evren. Ya da işkencede joplarla tecavűz konusu gűndeme geldiğinde bir devlet yekilisi “”Bizim koç gibi delikanlılarımız var, ne diye cop kullanalım...” diyordu. Görűleceği gibi bu yetkili tecavűzű nerdeyse bir zevk, doyum ve şehvet meselesine dönűştűrerek bir insanlık suçunu normalleştirmektedir. Tabi bu söylemi en etkili kılan ögelerden biri de Tűrkiye toplumunda her zaman pohpohlanan erkekliğe yapılan göndermedir. Bu ve benzeri nefret ve kin propagandaları kınanmadan ya da çok ustaca kelime oyunlarıyla gűndeme sığıp yaygınlık kazanır, medyada ve yazılı basında çokça görűlmeye başlanır ve çok kısa sűrede sokaktaki insanın diline ve beynine bulaşır. Bu ve benzeri insandışılaştırmaya karşı çıkanların ise vatan hainliği ve işbirlikçilik gibi suçlamalarla susturulmaya çalışıldığı bu evrede ivme kazanamaya başlar. Korku politikaları yaygınlaşır, insanların özgűrlűkleri, yasal hakları sınırlandırlır ya da askıya alınır. Insan hakları ihlallleri yaygınlaşır, suçlular korunur ve gerektiğinde yurt-dişına kaçırılır, hapishaneden kaçırilir, ve saklanır. Özellikle anayasal hakların sağlanamıyor olması insanların kendini gűvende hissetmelerine olanak vermez. Kendini gűvende hissetmeyen insanlar da bir guruba (çoğunlukla gűçlű olan bir guruba) ait olma eğilimi gösterirler.
    Önleyici Tedbirler: Bu aşamada anayasal hakların ve gűvenliğin sağlanması çok önemlidir. Nefret, dűşmanlık ve kin içeren konuşma, yayın ve benzerlerinin iç ve dış otoritelerce kınanması önemlidir. Bu tűr dűşmanlık yayıcı her eyleme karşı kesin net bir tavır alınmalıdır. Bu kınama eyleminin toplumda yaygınlaştırılması ve kűltűre yerleştirilmesi can alıcı bir öneme sahiptir. Bu tűr propaganda yapanların yurt dışı ve yurt içi hesapları dondurulmalı, ve yurt dışına çıkışları engellenmelidir.
  4. Örgűtlenme: Soykırım herzaman örgűtlűdűr. Soykırımda genelde devletin parmağı vardır. Devletin organlarının rol almadığı durumlarda soykırım girişiminin başarılı olması nerdeyse olanaksızdır. Ancak devlet kendini korumak için diğer suç unsurlarını kullanır. Örneğin Darfur’ da Janjaweedlerin kullanılması, ya da diğer paramiliter gűçlerin kullanılması (Gűney Amerika’da ve Tűrkiye’deki gibi) Jitem, űlkűcűler, Mafya, Ergenekon, Hizbullah, ve hatta özel gűvenlik gűçleri vb.
    Önleyici Tedbirler: Bu aşamada yapılacaklar oldukça sınırlıdır çűnkű sorumlular otoritelerce korunmaktadır. Eğer korunmuyorsa bu sorumlu gurupların, guruplara űyeliğin ve gurupların liderlerinin yasa dışı kılınması şarttır. Műmkűnse uluslararası organizasyonlardan (United Nation gibi) yardım istenmelidir. Űlkeye silah satışları durdurulmalı veya control edilmelidir. Suçları inceleyecek ve araştırılacak bağımsız komisyonların kurulması da bu aşamada gereklidir.
  5. Kutuplaşma: Ayrımcılık, nefret, kin ve dűşmanlığın en űst aşamaya ulaşması kutuplaşmayı işaret eder. Bu aşamada radyolar, gazetler, televizyonlar bűyűk bir propagandanın ve kıyım politikalarının aracı haline gelmişlerdir. Sosyal iletişimler bile tanımlanmış ve sınırlanmıştır. Örneğin hedef gurubun űyesiyle sokakta yűrűrken bile görűnmek tehlikelidir. Hedef gurubun űyelerinden biriyle evlenmek de, aile sahibi olmak da insanların dűşman gibi algılanmasına yeterli bir gerekeçedir. Hatta hatta biraz da ilerlemiş bir durumda tarafsız kalmak da dűşman gibi algılanmak için yeterli bir sebeptir. Dolayısıyla artık iki kutup vardır: beyaz ve siyah. Ya bizdensin ya ötekinden. Orta yoktur. Diğer bir deyişle bu aşama toplumdaki tarafsızların da taraf tutmaya itildiği bir aşamadır.
    Önleyici Tedbirler: Soykırımı tek önleyici gűce sahip görűnenler nefret gurubunun içinden çıkabilecek arabuluculardır ama genelde ilk öldűrűlen ya da tutuklananlar da bu arabucular olur. Bu evrede bu arabucuların korunması ve insan hakları örgűtlerinin desteklenmesi çok önemlidir. Askeri darbe girişimleri de genelde bu aşamada görűlűr bu nendele olası darbe girişimlerine karşı alarmda olunmalıdır, ulusal ve uluslararsı gűçlerin yardımı sağlanmalıdır.
  6. Hazırlık: Hedefteki etniğine, dinine, kűltűrűne göre seçilmiş dűşman gurup iyice belirginleşmiş, toplumun diğer unsurlarından ayrımlaştırılmıştır. Sanki soykırımcılar gizli bir seferberlik içindedirler. Kara listeler –ölűm listeleri- hazırlanmış, adresler, mahalleler, sokaklar belirlenmiştir. Görevler dağıtılmıştır. Űyeler silahlandırılmıştır. Kurban listesindekilerin soykırım kargaşsında daha bir ayırd edici olması için bűtűn hazırlıklar tamamlanmıştır: örneğin hedefteki gurup űyeleri belli bir sembol taşımak zorundadırlar: Yahudilere yakalarına sarı yıldız takmaları bu nedenle istenmiştir. Işyerleri işaretlenmiştir. Kahraman Maraşta alevilerin evleri de tebeşirlerle işaretlenmişti. Toplama kampları, işkence tezgahları, ve hapishaneler belirlenir.
    Önleyici Tedbirler: Bu durumda United Nation gibi uluslararası gűçlerin, silahlı gűçleriyle birlikte duruma el koymasından başka birşey yoktur. Bunun yanısıra műmkűnse hedefteki kurban seçilmiş gurupların kendilerini koruyacak (silah ve benzeri) yardımları alması gereklidir.
  7. Imha: Imha bir saman ateşi gibi başlar ve toplu kıyımlar bir anda gerçekleştirilir. Hedef gurubun űyelerinin vahşice, canice öldűrűlmesi soykırımı gerçekleştirecek gurup űyeleri için çok doğaldır. Yaptıklarının bir soykırım, bir insanlık suçu olduğunu dűşűnmezler, algılamazlar. Bu gurup űyeleri de bir tűr insanlıktan çıkmış, hayvanlaşmıştır. Öldűrdűklerinin insan olduklarını dűşűnmemektedirler. Insan benzeri yaratıktır öldűrdűkleri. Imha aşamasında develt gűçleri ve paramiliter gűçler arasında fark silinmiştir, herkes soykırıma aktif bir biçimde katılmaktadır artık. Bu aşamada bazan da hedef seçilmiş gurubun dışında birbirleriyle çelişkisi olan guruplar bu kaotik ortamın yarattığı fırsattan yararlanıp o gurup űyelerinden intikam almaya çalışırlar ki, bu kaotik durumu, tam bir girdaba dönűştűrűr.
    Önleyici Tedbirler: Bu evrede ancak ve ancak acil ve etkili bir silahlı műdahale önleyici olabilir. Bu műdahale de ancak eğitilmiş (uluslararası ve tarafsız) silahlı gűçler tarafından uygulanabilinir. Bu aşamada gűvenli bölgelerin bu bölgelere giriş çıkışı sağlayacak gűvenlik gűçlerince kontrol altında tutulan koridorların kurulması bir zorunluluktur.
  8. Inkar: Hemen hemen her soykırımın ardından görűlen aşama inkar aşamasıdır. Inkar yakın ve uzak gelecekteki diğer gerçekleştirelecek olası soykırımlara karşı gűvenilir bir garanti belgesi niteliğini taşır. Çűnkű ilkinden paçayı sıyırınca diğerlerinden de paçayı sıyırma şansı ya da tecrűbesi artacaktır. Soykırımcılar eşgűdűmlű olarak bűtűn yazılı ve görsel her tűr belgenin imha etmeye, toplu mezarlar yaratarak, cesetleri yakarak soykırımı örtpas etmeye yeltenirler. Sonuna kadar inkar sökonusudur. Bir suç işlendiğini kesinlikle red ederler ve en önemlisi kurbanı suçlama çabasına ve kampanyasına girişirler. Bunlara ek olarak olası bűtűn legal yolların ve soruşturmaların önűnű tıkamaya çalışırlar. Liderler ve elebaşıları daha çok dokunulmazlıklarını korumanın yollarını ararlar. Hiç bir seçeneğin kalmadığı durumlarda da kendilerince gűvenli bir bölge ya da űlkeye kaçmayı denerler.
    Inkarla başetme: Bunun en etkili yollarından biri tanıkların, delillerin dokűmanlaştırılmasını olanaklı kılacak tarafsız uluslararası mahkemelerdir.

Dec 8, 2008

Korkağım Ben

Teyzen Teyfik son yazısında gündelik yaşantımızda küçük ekleme çıkarmaları yaparken nasıl da yaşanası şeyleri kaçırdığımıza bir örnek veriyor.

Bunu, yani küçük hesaplar yüzünden neleri kaçırdığımızı, herkes kadar ben de biliyorum. Yine de, bütün bu bilmelerime rağmen nedir beni bu küçük hesaplamalardan vazgeçirmeyen? Kaybedeceklerimin kazanacaklarımdan daha fazla olması mı? Hem de neyin kazanç ya da neyin kayıp hanesine yazılacağına dair hiç bir garanti yokken. Yarının garantisi yokken.

Kapitalist de değilim, iyi bir cimri de çok iyi gider-gelir hesabı yapan. Bir şey kalıyor geriye: Korku. Korkağım ben. Korkak olmasaydım, küçük hesaplarda bulmasaydım göreli güvenliği ve mutlulukları durmazdım hiç. Durulmazdım, durdurulamazdım…

Hesaplamadan yaşasayadım, (hesaplamadan aklıma geldiği gibi):
  • Daha çok sevgilim olurdu.
  • Daha çok çocuğum.
  • Daha çok dostum.
  • Daha çok düşmanım.
  • Sigarayı bırakmazdım.
  • Kesin anarşist olurdum (eylemlerim, molotof kokteyllerim, kara listem, tek kişilik illegal bir örgütüm, illegal bağlantılarım)
  • Hiç evim olmazdı ama sayısını bilemeyeceğim kadar bana yardım ve yataklık yapacak hücre-evlerim olurdu.
  • Kesin katil olurdum bir de.
  • Leşlerim olurdu (ulan bi tane leşim bile yok!). ve
  • Kısa ama öz bir yaşamım olurdu…
Duydunuz mu Yunanistan’ı ateşe vermiş çoçuklar, Tolga Orhan Veli’yi hatırlatarak demiş ki artık ne su ne have bedava ama arzulayıp komşudaki o gűzel ateşin dörtbiryana sıçramasını dilemek bedava.

Hesap kitap da gerektirmiyor, bari bunu dileyelim…


Dűnyanın bűtűn korkakları birleşin ve ateş hırsızı çocukları destekleyin!

Bilginin Kara Deliği 2

Arkadaşlar öncelikle gerçekten bu tartışmadan zevk aldığımı söyleyeyim. Öğrenmek icin bir yandan sorgularken bir yandan da kendimce problematik gördüğüm konuya yönelik çözüm arıyorum. Bu öylesine bir sorun ki problemi net olarak ortaya koymak dahi zor. Kaçakkova’nin dedii gibi mesele birden fazla kategoriye sahip bir epistemoloji sorunu. Kuşkusuz bu epistemolojik sorunu diğer kategorilerden izole etmek hem imkansiz hem de stratejik olarak da olsa zor. En azından sadece irdelemek için diğer şeylerden arındırmak bile sorunsal olarak karşımıza çıkıyor.

Şimdi tek tek sizin sunduklarınıza yanit vererek tartışmayı perifere dağıtmaktansa (eğer konusu geçen herşeylere yanıt versem bu nerdeyse kaçınılmaz gibi görünüyor. Ki Kacakkova da haklı olarak birçok konunun varlığından ve ayrı bir başlık altında tartışılması gerektiğinden de sözetmisti) ben yeni bir blog girişi yapıp önceki bulanıklığı gidermeye ve problemi netleştirmeye çalışacağım. Umarım kaldığımız yerden öylece devam ederiz.

Problemi toparlamak için öncelikle şu “doğru” dediğim şeyi açıklığa kavuşturmam gerekiyor. Doğru’dan kast ettiğim metafizik anlamiyla bir “mutlak doğru” değil. “Doğru”dan kast etmeye calıştığım göreli bir evreselliğe sahip doğruydu (bulanıklık için özür dilerim). Geldigimiz noktada da böyle bir evrensel doğrunun olmayışı, dolayısıyla böyle bir doğruyu aramanın da, aramak için kullanılan yöntem(ler)in de iflasıydı. (Göreli-mutlak doğruyu da tarihsel materialismin epistemolojik anlayışı gibi anlıyorum: ‘bilinç beyinin foksiyonlarının ürünüdür ve dış dünyayı yansıtır.’ Hatta bunun için Marxist epistemolojik anlayışa geri dönülmesi gerektiğini de düşünuyorum). Tolga Kant’ın kendisi-için-şey’den sözediyor. Yani şeylerin bize oldukları gibi görünmediğinden. Belki Kant burada transendal bilgiye yer açıyor. Yine de bunun Marxist göreli-mutlaklıkla çelismedigini düşünüyorum. Cünkü göreli-mutlaklık nesnenin metafiziksel anlamdaki gerçek mutlak bilgisi ile ilgili değil. Eğer böyle ontolojik ve mutlak bilgiye vardığımıza inansak, bilimsel araştırmayı, bilimsel şüpheyi, ve hatta merakı da durdurmamız gerekecektir. Bu anlamda da evrensel-geçerli bilgi verili an'a ve tarhisel koşullara göre mutlaktır, süreç bağlamında da görelidir. Çünkü koşullar değiştiğinde bugünün doğrusu da değişebilecektir. Yani bu bilgi, bilginin nesnesi ve bilen (özne) arasındaki açıklık hep olacaktır. Işte benim bu tür bir belirsilikle bir problemim yok. Bu belirsizlikle yaşayabilirim ama bu postmodernist kısırdöngüsel muğlaklık beni rahatsız ediyor.

FarukAhmed haklı olarak bir bilgi otoritesi aradığımın sebebini soruyor. Aslinda aradigimin bir bilgi “otoritesi” olduğundan (da) emin değilim. Geleneksel anlamda ya da sözlük karşılığı anlamında bir otorite (baskıyı, hegemonyayı, zulmu içinde kaçınılmaz olarak taşıyan bir otorite kavramı) düşünmüyorum kuşkusuz. Otorite yerine belki başka terimler ya da kavramlar üretebiliriz. Ama ne üretirsem üreteyim postmodern ve postyaypısalcı yapısökümsel mantığın (deconstruction) yine olasılıkları ortadan kaldıracağına ve denemeye dahi izin vermeyecegini görüyorum. Örneğin buna XYZ desem, bu XYZ’nin kim tarafından üretildiği, kime hizmet ettiği, kim tarafından tanımlandığı sorunu yine iktidar sorununa dönüşecek (ah sevgili Fuko) ve benim XYZ yine geleneksel otorite kavramina geri dönecektir. Görüyor musunuz bu mantığı irdelemek istememin bir sebebi de bu? Bir kısır döngü sunuyor bize bu postmodern post yapısalcı mantık (gerçekleştirdiği bir sürü güzel şeyin yanı sıra). Yani bir yere götürmüyor bizi bu. Ben “tamam güzel ama ‘ya simdi ne olacak?’” diye soruyorum ve sorum yanıtsız kalyor. Biliyorum bir çoğu “bu iş böyle. Böyle bir muğlaklık ve kısır döngüyle yaşamaya calışmalısın” diyor. Kacakkova “buna hayıflanma” diyor. FarukAhmet “arkana yaslan kaosun keyfini çıkar” diyor. Birileri “bunu kutlamalı” diyor. Ben de tam da sorun burda diyorum. Işte sorun burda. Sorun kral öldü yaşasın yeni kral meselesi değil. Yaşasın yeni kralsızlık da değil. Mesele çözümün basit bir ikilemde ya da ikisizlemde olması da değil. Mesele ilerlemenin (bilgide, bilimde, siyasalda, vs.) durmasında. Bir kısırdöngünün egemenliğinde (bakin bu ‘muğlaklık’ da otorite olmaya başladı şimdiden). Bu bir tıkanıklık. Bir kaos. Işte burada bilginin “göreli-mutlak” oluşu sorunsallaşmak zorundadır. Yani sorun bulanıklığın ilerlemenin önünde engel olmasıdır. Bunun böyle kendi tarihsel akışına bırakılması ya da bilişsel-duygusal müdehalelerle transformasyonunun sağlanmasıdır.

Bilgiyi bu tıkanıklıktan çıkaracak şey de her bilgi iddiasında olan bilginin belli kriterlere göre “geçerli” (valid) olması, bunun da rasyonel olması gerekliliğinden başka birşey gelmiyor aklıma (sanırım bu Habermas tarafından daha da detaylı sorunsallaştırılmıştı). Mesele bu kriterlerin neler olması gerektiğidir. Postmodernistler ya da postyapısalcılar böyle birşey sundular mı bilmiyorum. Böyle bir çabayı da nasıl deconstruct ederlerdi onu da bilmiyorum. Bildiğim, “ee ezilenlere ne öneriyorsunuz” diye sordugumda Fuko’nun “abı güç heryerde vardır ve olacaktır, bilginin neliğini ve geçerliliğini de belirleyen bu güçtür, yersen (dilimi bağışlayın)” deyip korkunç bir umutsuzluk ideolojisinin temellerini attığıdır. Yani hapishanenin tarihini, cinselliğin tarihini ve deliliğin tarihini nasıl da siyasal erk ve egemen söylemin belirlediğini ortaya çıkarıp bu egemen ideolojinin dayanaklarının temeli olan mantıkları sarsması güzel de bunun ötesinde hiç bir şey sunmaması kötü.

Fazla dağılmadan toparlamaya çalışıp yeniden tartışmaya açayım yazdıklarımı. Kaçakkova’nın da dediği gibi “bilimin kendi içinde bir krizi” hep vardı ve olacak da. Bu krizlerdir ki bilimin (hem sosyal hem doğa bilimlerinin) gelişmesini sağlamaktadır. Ve Kaçakkova’ya katılıyorum evet positivism özellikle mantıksal pozitivizmin önceden tanımlanmış “bilimmsel bilgi”nin tek bilgi ve kendi deneye dayalı (empiric) yönteminin de tek yöntem olduğuna dair hegemonyada payı olmuştur. Ancak bu modernitenin, rasyonalitenin, ve pozitivizmin bitip tükendiği ve yıkılıp atılması gerektiğinin zorunlu bir çıkarım olmasını zorunlu kılmadığını düşünuyorum. Bütün eksik, oppressive yanlarına rağmen özellikle doğa olayları hakkında pozitivizmin sunduğu bilgiler birçok şeyi olanaklı kılmıştır ve git gide de bu bilgiler ve bilgilerin elde edilme yöntemlerinin geçerliliğine ilişkin güvenim hergün daha da pekişmektedir. Eğer daha geçerli bir bilgi yöntemi yoksa, yanlış ve eksikliklerinden dolayı terkedilmesi gerekli midir? Gerekli ise alternatifi var mıdır? Yoksa niçin yoktur? Allternatifinin olmaMAsının (yöntemsizliğin) gerekçesi nedir? Tarhisel önemi nedir? Yöntemsel önemi nedir?

Umarım bu defa daha derli toplu oldu.

Dec 3, 2008

Bilginin Kara Deliği

Aydınlanma Ortaçağ karanlığının kilise (incil) merkezli dogmatik bilgisi karşısında dimdik durdu. Aklı, deneyimi ve duyuları savundu. Bu doğa bilimlerinin motoru oldu. (Uzun uzadıya bilim tarihi ve felsefesini anlatmaya yer yok. Bu nedenle kısa kesip konuya geliyorum). Frankfurt okulu ile başlayan aklı, bilimi, kűltűrű, ve “doğru”yu sorgulama en son doruğuna post modernist ve post yapısalcıların katkılarıyla ulaştı. Darrida, örneğin, dedi ki “doğru çoğuldur”. Sonra dendi ki, bűtűn bilgimiz ideolojik olarak yeniden yapalındırılmıştır. Hani “dogru” yoktu ya, bu sosyal yapılandırmaya verilen destekle birlikte artık objektif bilgi de yok dendi. Ve daha bir sűrű şey daha oldu(şimdilik hatırlamıyorum). Öyle bir yere geldik ki; durum nerdeyse bir boşluk, koca bir boşluk. Birileri dedi ki bu boşluk ve muğlaklığa alışsanız iyi olur çűnkű netlik denen bir şey de yoktur. Muğlaklıktır artık egemen olan.


Dilsel olarak baktığımızda bűtűn bu iddialar söze başlar başlamaz kendiyle çeliştiğini görűyoruz. “Doğru yoktur” sözű doğru ise bu sözűn kendisi de doğru olmamak zorunda. Yanlış ise ben niye inanayım buna? Yani durum nerdeyse “söze” bile olanak tanımaz duruma geldi.
Şimdi her söylenen kendi mutlak doğruluğunu içinde barındırır gibi oldu. (Herkese ‘send de haklısın’ diyen Nasraddin hoca bile gűlűyordur halimize şimdi).
Doğru (mutlak doğrudan sözetmiyorum) yoksa, doğrunun olasılığı dahi yoksa biz ne bok yiyoruz sahi? Ne arıyoruz? Neyi arıyoruz?

Eğer objektif bilgi de yoksa, biz bazı űzerinde hem fikir olduğumuz, göreli bir mutlaklığa sahip doğruları nasıl biliyoruz? Bildiğimizi ya da bilmedigimizi nasıl biliyoruz?

Eğer kimse doğru değilse, kimse haklı değilse, bűtűn bilgiler sosyal ve ideolojik olarak yapılandırılmışsa ben şu Neo Nazi’ye, şu Fenerbahçeli űlkűcűye, şu islamcıya “saçmalama” nasıl diyeceğim?