Pages

Mar 31, 2010

Dünyanın en iyi babası!

11 yaşındaki kızım: Baba biliyor musun sen dünyanın en iyi babasısın. Televizyondaki babalar gibi hiç bir şey yapmadan oturup televizyon seyredip bira içmiyorsun. Yemek yapıyor, bulaşık yıkıyorsun, ődevlerimize yardm ediyorsun.

6 yaşındaki kızım: Oyun da oynuyor bizle.

Ben: çok teşekkür ederim bunu fark ettiğinız için.

Ikisi birden: őnemli değil

Herhalde dünyada bana verilecek daha büyük bir ődül yok…

Mar 29, 2010

Medya'ya Eleştirel Yaklaşımda Sorulabilecek 5 Temel Soru

1) Medya aracılığı ile bu mesaj niye bana- bize gönderiliyor?
2) Bu mesajı kim yarattı, yaratılmasını istedi?
3) Bu mesajın bana ulaşabilmesi için ya da benim dikkatimi celbetmesi için ne teknikler kullanıldı?
4) Benim dışımdaki insanlar nasıl algılıyor bu mesajı?
5) Bu mesaj kimlerin, değer yargılarını, dünyaya bakış açılarını ve çıkarlarını içeriyor kimilerinkini içermiyor?
Su siteden yararlanilmistir

Mar 24, 2010

Siz Hangisini Kutluyorsunuz?

Nerede olursa olsun baskıcı ve ırkçı egemen ideolijilerin saçmalıklarından dolayı bazan düştükleri zavallılıklar komik bile değilken, hala hegemonyasını sürdürecek ve hegemonyasını yeniden üretecek toplumsal ve sosyal desteği alabilmesi ilginçtir. Ilk aklıma gelen örnekler Amerika’da 1 Mayıs’ın işci bayramı olduğunun dahi bilinmemesi ve Labor Day diye Eylül’un ilk Pazartesi günü kutlanmasıdır.* Ya da 8 Mart Emekçi Kadınlar gününün sınıf bilinci ve ideolojisinden soyutlanması bir başka örnek olarak verilebilir.

Newroz’un da içeriğinin apolitikleştirilmesi hatta akürtleştirilmesi (iyi uydurdum bu kelimeyi valla!) çabaları on yıllardır sürüyor. Yıllar yılı yasaklanmış, kutlamalarının nerdeyse ve hatta zaman zaman toplu katliamlara ve tutuklamalara dönüştürüldüğü Newroz bir anda Nevruz’a ve bahar bayramına dönüştürülmüştür. Merak ediyorum “Kart-kurt”teorisininin yazdırıldığı gibi, ya da Güneş-Dil Teorisinin geliştirildiği gibi mi geliştirildi bu Nevruz bahar bayramı kutlamaları (Iran kökenli Nevruz ya da Nowruz’dan söz etmiyorum)? Insan sormadan edemiyor tabii! Yahu madem öyleydi siz niye daha önce kutlamıyordunuz? Biz kutlayınca başımıza başımıza vuruyordunuz!

Evet 21 Mart Iranlıların ve Iran’daki Türkiklerin geleneksel olarak kutladığı Yeni Yıl anlamına da gelen bir bayramdır. Ama biz Türkiye’deki Kürtler bahar bayramı olduğu için değil mitolojimizde özgürlüğü temsil ettiği için kutluyoruz. Içinde Zerdüşiligin dialektik ve devingen ateşinin kıvılcımları taa bugüne kadar karanlığı aydınlattığı ve uzaktakilere haberler verdiği için kutluyoruz… Masal olarak kulağımıza yasaklı ya da yasaksız, fısıltıyla ya da türkülerle anlatılıp masallaştığı için kutluyoruz. Çocuklarımıza da aktarmak için, ki onlar da kendi çocuklarına.

Mitolojiler toplulukların kültürel birikimlerinin (korkularının, umutlarının, normlarının, dünyayı nasıl algıladıklarının, ya da nasıl algılanması gerektiğinin ipuçlarını veren) anlatılardır. Bunun içeriğini yapay ve ucuz hegemonik oyunlarla boşaltmaya çalışmak belki egemen ırkçı ideolojinin yapmak zorunda olduğu bir şeydir ama egemen ideolojinin söylemini sorgulamadan yinelemek ve yayılmasında rol almak başka bir şeydir.

Işte bu yüzden ben Kürtlerin kutladığı Newroz’un şimdi bize dayatılan Nevruz bayramı olmadığının altını çizmek istiyorum ve bu konu hakkında egemen söylemin dayattığı bilgiden başka bir şey bilmeyenlere de Newroz’u Kürtlerin mitolojisinden küçük bir alıntıyla vereyim istiyorum…

Bundan çok eski zamanlar öncesinde, daha yeryüzünde kimsenin olmadığı dönemlerde Zervan isimli tanrının iki oğlu olmuştur. Birinin adı Hürmüzdür, bereket ve ışık saçan anlamına gelmektedir. Diğerininki ise Ehrimandır, kötülük ve kıtlık saçan anlamındadır. Fırat ve Dicle’nin yaşam bulduğu, Ahura Mazda’nın kutsadığı topraklarda Hürmüz hep iyinin ve uygarlığın temsilcisi, Ehriman da onun karşıtı olmuştur.

Hürmüz, dünyada kendisini temsil etmesi için Zerdüşt’ü gönderir ve yüreğini sevgi ile doldurur. Zerdüşt ise buna karşılık oğullarını ve kızlarını Hürmüz’e hediye eder. Ehriman bu durumu kıskanır ve yüzyıllar boyunca sürecek olan iyilerle savaşına başlar. Tüm iyilere, Zerdüşt’ün soyuna ve iyiliklere Medya coğrafyasındaki yaşamı çekilmez bir duruma getirir. Ehriman bazen gökten ateşler yağdırır bazen fırtınalar koparır ve iyiliğe ve iyilere hep zulm eder. En sonunda da içindeki nefreti ve kötülük zehrini zalim Kral Dehak’ın beynine akıtır ve onu bir bela olarak Asur ve Med halkının üzerine salar. Dehak’ın bildiği tek şey kötülük etmektir. Zalim Dehak halkının kanını emerken beynindeki zehir bir ura dönüşür ve onu ölümcül bir hastalığın pençesine düşürür. Dehak acılar içinde kıvranırak yataklara düşer ve hastalığına bir türlü çare bulanamaz. Dönemin doktorları acılarının dinmesi ve yarasının kapanması ve hastalaığıjnın iyileşmesi için yaraya genç ve çocukların beyinlerinin sürülmesini önerirler. Böylece kürtlerin yaşadığı coğrafyada aylarca hatta yıllarca süren bir katliam başlar; her gün zorla anne babalarındna alınan iki gencin kafası kesilip beyinleri merhem olarak Dehak’ın yarasına sürülür. Bu katliam sürerken, sıra Med halkının çocuklarına gelir. Gençler öldükçe Fırat’ın, Dicle’nin, Mezrabotan’ın hali perişan ve içler acısıdır. Halk çaresiz ve güçsüz düşmüştür. Gençler katledilirken sıra bir gün daha önce bu şekilde 17 oğlunu kaybetmiş olan Kawa adındaki demircinin en küçük oğluna gelmiştir

Hergün kürt gençleri Dehak’ın askerleri tarafından başlari kesilmek üzere götürülürken Kawa’nın aklına başkaldırı fikri gelir ve bu konuyu etrafında güvendiği bir kaç kişiye açıklar. Demirci dükkâninda demirden savaş malzemeleri olarak Gürz-ü Kember, Kér gibi araçlar yapar ve bir taraftan da baskaldırı için etrafındakileri eğitir.Bu hareket yavaş yavaş yayılmaya başlar. Mart ayının 20’sini 21 ‘ine baglayan gece zalim Dehak’a karşı direniş başlar. O gece kralın sarayı direnişçiler tarafından ele geçirilir. Aynı zamanda bu direniş Dehak’ın egemenliğindeki bütün topraklarda devam eder. Direnişçiler kendi aralarinda dağlar da ateş yakarak haberleşmekteydiler. Direniş bittiginde Kawa’nın halk harekâtı Dehak’ı ve yönetimini devirir. Sevinçle dağlara koşan halk bu ateşlerin etrafında oynamaya başlar. (Kaynak)


*Labor day de Kanada’da başlayan iş gününü 9 saate indirmiş bir kazanımdır. Ama tarihsel olarak 1 Mayıs’dan geridir çünkü 1 Mayıs hem çalışma saatlerini 8’e indirgemis, hem de daha bir sınıfsal ve uluslararasi bir boyut kazandırmıştır.

Mar 18, 2010

İŞTE BÖYLE LAZ İSMAİL

İlerleyen aydınlığın içindeyim
Ellerim iştahlı, dünya güzel.
. .................................Gözlerim doyamıyor ağaçlara
. .................................Ağaçlar öyle ümitli, öyle yeşil.
Güneşli bir yol gidiyor dutlukların arkasından
Mapushane revirinde penceredeyim.
. ................................Duymuyorum ilaçların kokusunu,
. ................................Bir yerlerde karanfiller açmış olacak.
İşte böyle Laz İsmail,


mesele esir düşmekte değil,
teslim olmamakta bütün mesele!



Nazım HİKMET - 1948

Mar 16, 2010

Baharın Habercisi Bir Sabah

Sabah ilk kuşlar uyandırdı beni. Gőzűmű açar açmaz Carmina Burana’nın tınısı kafamın içinde. Nerden esti bőyle Carmina Burana? Belki kuşlar fısıldamıştır kulağıma sabaha kadar. Yeni yeşermeye başlamış bir sevdanın ya da yaklaşan devrimin ayak sesleri gibi coşku dolu bir uğultu. Ra ra ra ram.. Ra ra ra ram.. Ra ra ra ram.. Ra ra ra raaaa ra ram. Bam bam bam bam. Bam bam bam bam. Bam bam bam bam baam bababaaaaam…

Dışarıda baharin habercisi bir sabah. Serin, aydınlık, gűneşli. Kuşlar oynaşıyorlar… Işyerleri ve okullar neden kar yağınca kapanır da hava bőyle gűzel olunca kapanmaz?

Dostlar, hani Nazım o en gűzel şiirin ritminde Taranta Babu’ya mektuplarında der ya “yaşamak ne güzel şey”, herşeye rağmen siz de hissetmeye çalışın yaşamanın gűzelliğini. Hem ihtiyacımız var, hem de hak ediyoruz bu coşkuyu her an her dakika…

Görmek
işitmek
duymak
düşünmek
ve konuşmak
koşmak alabildiğine
başı dolu
başı boş
koş-
-mak...
Hehehey TARANTA - BABU
hehehey
yaşamak ne güzel şey
anasını sattığımın
yaşamak ne güzel şey..
Düşün beni
kollarım, senin üç çocuk doğurmuş
geniş kalçalarındayken...
Düşün sıcak...
Düşün kara bir taşa damlıyan
çırılçıplak
bir su sesini...
İstediğin yemişin
rengini, etini, adını düşün...
Gözdeki tadını düşün
kıpkırmızı güneşin
yemyeşil otun
ve koskocaman
masmavi bir çiçek gibi açan
ay ışığının...
Düşün TARANTA - BABU!
İnsanoğlunun yüreği
kafası
kolu
yedi kat yerin altından
çekip çıkarıp
öyle ateş gözlü çelik allahlar yaratmış ki
kara toprağı bir yumrukta yere serebilir,
yılda bir veren nar
bin verebilir.
Ve dünya öyle büyük,
öyle güzel
öyle sonsuz ki deniz kıyıları
her gece hepimiz
yan yana uzanıp yaldızlı kumlara
yıldızlı suların
türküsünü dinleyebiliriz...
Yaşamak ne güzel şey
TARANTA - BABU
yaşamak ne güzel şey...
Anlıyarak bir usta kitap gibi
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak
YAŞAMAK...
Yaşamak:
birer birer
ve hep beraber
ipekli bir kumaş dokur gibi...
Hep bir ağızdan
sevinçli bir destan
okur gibi
YAŞAMAK..

. . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . .
YAŞAMAK..
Ne acayip iştir ki
bu ne mene gidiştir ki TARANTA - BABU
bugün bu
«bu inanılmıyacak kadar güzel»
bu anlatılamıyacak kadar sevinçli şey:
böyle zor
bu kadar
dar
böyle kanlı
bu denlü kepaze...

Mar 12, 2010

Aşk ve Acı



Can Yücel’in bu şiirini daha önce hiç duymamıştım. İlişik Yaşayacaksın başlığını taşıyor ve yaşamsal öğütler içeriyor şiir. Diyor ki
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
(…)
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Oldukça şaşırdım.Bu nasıl bir mantıktır? Bu nasıl çıkarcı ve hesapçı bir bakış açısıdır anlamadım. Böyle hesaplarla insan sevebilir mi sahi? Oysaki sevmek böyle hesapların kıyısından geçse bile kendinin inkarına dönüşür. Ötesi de yabancılaşmadır. Ötesi sevgisizlik. Bunun kaçınılmazlığını gören anlayan diğer şairler hiç öyle hesapları önermemişlerdir örnegin. Bu şairlerin sevgiye yaklaşımı ne bir pragmatist hesapçılığı, ne bir arabesk ögeyi, ne de Fuzili gibi mazoşist bir eğilimi içerir. Fuzuli der ki örneğin
Yâ Râb belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni
Nazım ne demişti Tahir ile Zuhre meselesinde ,

Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Neruda’ya Aragon'a bakarsanız acıya gönderme “mutlu aşk yoktur” da anlama bürünür, çünku sonra diyecektir ki ama bizim aşkımız yine de vardır.

Daha da günümüze geldiğimizde Murathan Mungan soruyla yaklaşır aşk ve acıya.
“Ah hangi aşk mümkündür aşığı öldürmeden” der. Belki aşığı öldürmeden aşk mümkündür (ve hatta “mümkün olmak zorundadır” diye iddia da edebiliriz) ama acıyı göze alamayacaksan aşk gerçekten mümkün değildir.

Sözün kısası, Can amca olmamış bu, olmamış…

Mar 8, 2010

New York'da bir gün!

Erken gelmiş bir bahardı geçen Cumartesi. New York’da bahar çok güzel gelir falan gibi saçma sapan şeyler söylemeyeceğim tabii. Zorlu bir kıştan sonra her yere gelebileceği gibi güzel gelmişti o güneşli-baharlı gün. FF’den Orta Dünya ile tanıştık. Kahvelerimizi alıp elimize yürüdük Manhattan’da. Dünyanın küçük bir örneklemi New York. Her yerden herkesler var orda. Hele de dünyanın en güzel kızları, kadınları; her boyda ve renkte. Insanın hani işi gücü bırakıp oturup gün boyu gelip geçeni seyredesi geliyor.

Her şeye rağmen bir güne bir sürü şey sığdı yine de. Işte bir kaçı:

Teknoloji: Sabah erken acaleyle çıkarken cep telefonumu evde unutmuşum. Bir yandan “tüh, ne yapcağım şimdi, bir sürü dert!” derken de bir yandan da engel olamadağım bir şeytanca sevinç vardı. Telefonun olmayışı Orta Dünya ile buluşmamı tabii ki engelleyemezdi. Bi baktım ki kafam nasıl çalışıyor. Şu teknoloji tembelliğe itmiş bizim kafayı resmen. Oh ne güzel, teknoloji olmayınca insan-bağlantısı kuruyorsun. Başka çözümler arıyorsun. Adres soruyorsun. Yok yok gerçekten bu denli teknolojiye bağımlı olmamalı.

Yanımda oturan hatunun telefonunu rica etsem? Tüh şu telefonlar da kişilerin özel eşyaları gibi oldu resmen. Kişinin telefonunu kullanmak dış fırçasını kullanmak gibi bir şey artık. Acaba potensiyel islamcı terrorist gibi mi görünüyorum/algılanıyorum (Barut esmeri, bıçkın :-) amaaan ne anlar şu avrupa asıllı beyazlar yakışıklıdan). Doğrudan doğruya sormak yerine dolaylı bir yol denesem mi acaba şu hatunun telefonunu kullanmak için? Daha az korkutucu ya da şupheci olur mu?

--Af edersiniz şu cep telefonları yaygınlaştı diye telefon kulübeleri kaldırılmadı değil mi ortalıklardan?
--- Ha! Oh. Nooo! Yoo zannetmem.
--- Evden çıkarken telefonumu unuttum da. Bir de biriyle Madison Square Garden’in önünde buluşacağım ilk defa.
--- Nasıl olur unutursunuz? Ben asla telefonsuz çıkamam, mutlaka eksikliğini hissederim.
--- O denli sık kullanmıyorum. Onun için eksikliğini de hissetmedim.
Aklımdan da şu geçiyor: Pis! Vermeyecek telefonu. Terrör korkusunun damardan verildiği Bush yönetimi yılları hala etkili olan bu ülkede çok mantıklı “birisinin sizin telefonu kullanıp bir yeri bombalama olasılığına inanmak. Kadın da haksız değil… Ama ciddi ciddi hiç teklif etmedi hatun yahu! “Tabii canım ne olacak alın benimkini kullanın” diyebilirdi ve demedi… Pis!

Istasyonda gördüğüm ilk resmi görevliye soruyorum: Telefon kulübesi var mı buralarda. Gösteriyor. Telefon ediyorum. Orta Dünya açmıyor. Mesaj bırakmak zorundayım. Kendimi tarif ediyorum. Üstümdeki montun kiremit renginden, boyumdan ve tabii ten rengimden. Bi de kırmızı karanfil taşısaydım diye geçiyor aklımdan. Gülümsüyorum….

Orta Dünya: Istasyondan çıkıp Madison Square Garden’ın önüne geliyorum. Nasıl da kalabalık. New York Knicks’in maçı olabilir… Yahu bu kalabalıkda nasıl çocuk bulacak beni… Dur, ordaki gazetecinin telefonunu kullanayım. Hintli biri. Bizden sayılır. :-) Hiç teredütsüz veriyor telefonunu. Tekrar arıyorum Orta Dünya’yı. Konuşuyoruz. Tam nerede olduğumu söylüyorum. Bekliyorum. Bi ara arkamı dönüyorum ve bizim Hintli çocukla göz göze geliyorum. Yüzünde gülmseme ile telefonda ve bana bakıyor. Orta Dünya onu aramış olmalı diye geçiyor içimden. Ona doğru yürürken bakıyorum birine beni gösteriyor. Bu bizim Orta Dünya…

Ne iyidir bizim kültürün bazı yanları. Sanki kırk yıldır birbirimizi tanır gibi el sıkışıp yürümeye başlıyoruz. 5 dakika sonra da ülke meselelerini konuşuyoruz. Memleket kurtaracak gibi. Manyak mıyız biz ya? Bu ülke ne yapmış bize??? Sonra gurbetlikten, gurbetteki hallerimizden, Türkiyeliliklerden dem vuruyoruz Orta Dünya ile. Sonra ayrılıyor.

Yılmaz Odabaşı: New York Universitesinde Ulusal şairler ve Everensel şiir adıyla bir program var. Mahmut Derviş ve Nazım Hikmet’in şiirleri hakkında konuşulacak bir panel. Yılmaz Odabaşı da gelecek. Oraya gidiyorum. Hava çok güzel. Yürürken bir tür zaman yolculuğuna dalıp yıllar öncesine gidiyorum. Karanlık, kirli, yağmurlu bir Izmir akşamında tanışmışmıştım Yılmaz Odabaşı ile. Universite sonda mıydım? Cebimde para yok iyi bir yere davet edeyim. Arkadaşlarla gittiğimiz Basmane’deki kamyoncuların takıldığı bir kahveye davet ediyorum; borç hesabına yazdırırım hiç olmazsa çayları. O da sevindiğini söylüyor. "Ne iyi ettin, beni Pasaport’a entellerin gittiği yerlere götürmedin" diyor. Çokça bi populist bir söylem gibi geliyor ama belki de beni utandırmamak için söyledi diye geçiyor içimden. Şiirlerimden bazıları yanımda. Onlara bakıyoruz. Üzerinde yapıcı eleştiriler yapıyor. Çok seviniyorum. Sonra adreslerimizi alıyoruz. Mektuplaşmalar sürüyor. Her mektup şiir hakkında bir kitap okumak kadar yararlı ve eğitici. Bi ara Ankara’da çok tesadüfen bir dergide benim şiirlerimden birinin yayınlanmış olduğunu görüyorum. Iyi ama ben göndermedim ki şiiri oraya. Sonra bir mektup. Yılmaz göndermiş. Sağolsun. Nasıl olsa ben çekmeceye yazıyordum. Onun sayesinde gün yüzü görmüştü hiç olmazsa..

Iki –ya da -üç yıl önce web sayfasını görünce. Emailleşmiştik. Hatırlamıştı. Nasıl da hoşuma gitmişti hatırlaması.

Bugün buraya geleceğini bildiğim için email yazmıştım görüşmek istediğimi söylemiştim. Ismimin tanıdık geldiğini ama bir türlü beni hatırlamadağını söylemişti. Yazıp hatırlatmaya çalıştım kendimi. Yanıt gelmedi. Şaşırdım. Ortak bir tanıdığa sordum: “Hayırdır? Bu adam beni tanımadı yahu.” Bi trafik kazası geçirmiş. Ondan olabilirmiş. Üzüldüm. Bugün onca yıldan sonra belki konuşabilecektik. O kirli, yağmurlu Izmir akşamını belki hatırlayabilirdi.
Salona vardığımda o dışarda sigara içmeye gitmişti. Geldiğinde göz göze geldik. Nezaketen bir gülmseme ile “merhaba” dedi. Tanımamıştı. Doğaldı. Onca yılda ben çok değişmiştim tabii. Panelden sonra yanına gittim. Kendimi tekrar tanıttım. Adımı söyleyice soyadımı kendisi tamamladı ve birkaç dakikalık izin istedi, diğerlerine “bi merhaba” demek için. "Seninle konuşmak istiyorum" dedi. Tabii dedim ve gittim yerime oturdum ve beklemeye başladım. Herkeslerle konuştu. Sonra çekip gitti. Adam resmen çekip gitti yahu. Beni hiç aramadı. Sormadı. Ben öyle kalakaldım.

önce bi kızgınlıktı yaşadığım. Sonra olgun ve düşünceli davranıp akla büründürüp “adam kaza geçirmiş, normaldir” diye kızgınlığımı yatıştırmaya çalıştım. Işe yaramadı. Hala kızgındım. Şair, şiir, ideoloji, falan filan değil mesele. O kirli, Izmir akşamının hatrı da değil. O mektuplar da değil. Mesele bi dakka bekle deyip sözünde durmaması idi. Kızgınlığım ondan…

Mahmud Derviş. Panelin konusunun bir kısmı Derviş’in şiirindeki yerel ve evrensel ögelerdi ve bu ögelerin hatta bir bütün olarak şiirin politikliğiydi. Güzel değerlendirmeler yapıldı Derviş’in şiiri hakkında. Sonra şiirlerini okudu öğrenciler, hem Ingilizce’de hem de Arapça’da. Daha önce Arapça kulağıma hiç bu denli hoş gelmemişti. Hatta Ingilizce’de dahi güzel geldi şiirleri Derviş’in (oldum olası çeviri şiiri hiç beğenmem). Hele bir tanesi vardı ki ölümle pazarlık yaptığı, harikaydı. Internetten bulduğum Ingilizce’ye çevrilmiş bir parçası şöyle:
Sit
Otur
Put down your hunting things outside under the awning
Indir şu av şeylerini dışarıya tentenin altına koy
Hang your set of heavy keys above the door!...
Ağır anahtar destelerini de kapının üstüne as
Don’t stand on the threshold like a beggar or tax collector
Dilenci gibi ya da vergi memuru gibi durma öyle eşikte
Don’t be an undercover policeman directing traffic
trafiği yöneten sivil polis gibi de olma
Be strong like shining steel and take off the fox’s mask
Parlayan bir çelik gibi güçlü ol ve yüzündeki tilki maskeni de çıkar.
Be chivalrous glamorous fatal...
büyüleyici bir şovelye gibi ölümcül...
Death wait
ölüm bekle hele biraz
take a seat
hele bi otur
drink a glass of wine.
Bi bardak şarap iç

*** şiir çevirisi yapmak değil size şairin ölüm karşısındaki tavrını betimlemek için kendimce çevirdim bu dizeleri. Hatalar varsa affola.

Mar 5, 2010

Mar 3, 2010

Bir Mektup

( Bu mektup; aydın, yazar ve gazetecilere gönderilmek üzere, cezaevinde bulunan Dicle Üniversitesi öğrencilerince yazılmıştır...)

Bizler, Diyarbakır (D) ve (E) Tipi cezaevlerinde tutuklu bulunan 40'ın üzerinde, Dicle Üniversitesi öğrencileriyiz. Ailelerimiz büyük olanaksızlıklar içerisinde bizleri okuttular. Bizler de batıdaki akranlarımızın sahip olduğu imkanlara sahip olmamıza rağmen, adeta kafa patlatırcasına çalışıp üniversiteyi kazandık. Ancak, ülkemizde yaşanan siyasal, sosyal, ekonomik sorunlara karşı duyarsız kalmadık. Aydın gençlik olma misyonumuzun gereklerini yerine getirmeye çalıştık. Bunun için çeşitli demokratik etkinlikler, seminerler, basın açıklamaları vb. yapmaya çabaladık. Katıldığımız tüm etkinlikler, yasal ve demokratik legal eylemlerdir. Buna rağmen, devletin güvenlik güçleri, üzerimizde her türlü baskıyı uyguladı. Nihayetinde geçen sene üniversitemizde polislerin açtığı ateş sonucu, matematik bölümü 3. sınıf öğrencileri Mahsum Karaoğlan ve daha sonra Aydın Erdem arkadaşlarımız vurularak yaşamlarını yitirdi... Daha düne kadar aynı sıraları paylaştığımız, aynı kampüste gülüp konuştuğumuz arkadaşımızı vurup öldürmüşlerdi. Bizlerin bunları yaşanmamış sayması mümkün değildir. Bunun için yasal yollardan hak arama mücadelesini verdik. Bu arkadaşlarımızı sorgusuz-sualsiz öldüren yargı önünde adalete karşı hesap vermeliydiler. Ancak bu adalet arayışımızın bedeli, Dicle Üniversitesi öğrencileri olarak bize ağır ödetildi ve daha da ödetilmeye devam ediyor...

Biz öldürülmedik. Bu yüzden kendimizi şanslı mı görmeliyiz? Bunu takdirinize bırakıyoruz. Yalnız şunu belirtmek gerekir ki; içimizden, sıramızdan bir arkadaşımızın yasını bile dahi tutamamışken, içeride dört duvar arasında kendimizi gördük. Öldürülen arkadaşlarımızın failleri bulunsun dedik, bulunup yargılansın, yargılanıp cezalandırılsın ki, yüreğimize su serpilsin... Ve bu isteklerimiz "örgüte üye olmak", "propaganda", "gösteri yürüyüşü" olarak tercüme edildi. Bu "eşsiz" tercümeyle de tutuklandık. Kimimiz 3,5-10-15 aydır içeride. Okulda dersler veriliyor, sınavlar yapılıyor. Belki de bir sınıf arkadaşımız, adımız okunduğunda "cezaevinde" der. Ve bu yüzden gözaltına alınıp benzer suçlamalarla suçlanır veya tutuklanır... Kim bilir?

Çoğumuzun aileleri Diyarbakır dışında. Görüşçülerimizin sınavları, görüş gününe denk gelmezse, okul arkadaşlarımız gelir. Ailelerimizin çoğu, ayda bir yapılan açık görüşte zar zor geliyor. Bazen de gelemiyor. Kimimiz, haftada bir gün, 10 dakika arayabileceği ailesini, köydeki telefon düşmüyor diye arayamıyor. Geriye mektuplar kalıyor. Sınav sonuçlarımızı da, arkadaşlarımızdan aldığımız mektuplardan öğreniyoruz. Okul bölüm panosundan değil. Okula cezaevi ring aracıyla (cehennemiyle) götürülüp getiriliyoruz, eller kelepçeli... Sınava; boş bir sınıfta giriyoruz, her pencere ve kapının önünde, arkasında askerler duruyor. Askerler ve hocalar gözetiminde sınavlara giriyoruz. Gören de, darbe planlarını bizler yaptık zanneder! Kimi arkadaşlar, sınav kağıdına siyasal çözümlemeler yazıyor, kimileri makale-şiir ve kimileri de arkadaş ve hocalarına selamlarını yazıp gönderiyor.

Ne yapsınlar? Kimisi 1. sınıfın daha ilk döneminde tutuklanmış. Kaynak yok ya da yetersiz. Olsa da cezaevi psikolojisi altında hazırlanmak, ders çalışmak oldukça zor.

Sonuç olarak, biz aşağıda ismi yazılı olan ve kendilerine ulaşamadığımız, ismi yazılı olmayan Dicle Üniversitesi öğrencileri olarak, 20-30 yıla varan cezalarla cezalandırılmak isteniyoruz. Her mahkeme tahliye beklerken, bu beklentimiz yerine, taş atan çocuklarda olduğu gibi, yaşımız kadar cezalarla cezalandırılmak üzereyiz. Bir kaç arkadaşımız aldı da... Uğradığımız bu haksızlığa devletin, kendi geleceği olan üniversiteli gençlerine reva gördüğü bu hukuksuzluğa karşı, sizlerden demokratik sesinizi yükseltmenizi bekliyor ve yanımızda görmek istiyoruz...

Sevgi ve saygılarımızla

Dicle Üniversitesi Öğrencileri


Sinan Kaplan

Zeki Metin

Hasan Basri Bozdemir

Talat Uçar

Bedri Adanır

Yoldaş Fırat

Mehmet Kocakaya

Azad Akıncı

Özgür Güven

Abdullah Nas

Cihan Bahadır

Ethem Öcalan

Sedat Altunay

İdris Baran

Mahsum Akbaş

Umut Savaş Koçyiğit

Ramazan Durmaz

Ahmet Boncuk

Harun Turan

Sedat Uysal

Maşuk Ertem

Ayetullah Özçelik

Ferhat Yiğit

Cihan Ölmez

Mesut Bağcık

Mehdi Ay

Mehmet Tanrıkulu

İlyas Gündüz

Ahmet Humartaş

Eray ...

Doğan ...

Cuma ...

Şaban ...

Mahrumi ...

Hasan ...

Şenol ...

Kadri ...

E Tipinde Bulunan Kadın Arkadaşlar :

Zeynep Altunkaynak

Mukaddes Şahin

Ceyhan Şaybak

Derya ...

Nilgün ...