Pages

May 30, 2010

Ey Özgürlük!

Bir zamanlar, iki kuş avcısı dağa çıkıp ağlarını kurmuşlar. Ertesi gün geldiklerinde ağlarının güvercinlerle dolu olduğunu görmüşler. Zavallı güvercinler kaçıp kurtulmak için umutsuzca çırpınıyorlarmış. Ancak ağın delikleri bedenlerinin hacminden daha küçükmüş. Avcılar bir deri bir kemik olan güvercinleri bu halleriyle satamayacaklarını kanaat getirip, onları beslemeye karar vermişler. Bir kaç hafta güvercinleri beslemişler. Güvercinler de getirilen yemleri büyük bir iştahla yemişler.
İçlerinden yalnız biri hiçbir şey yememiş. güvercinler gün geçtikçe şişmanlıyor, etleniyorlarmış. Yalnızca yem yemeyi reddeden güvercin giderek zayıflıyor ve inatla ağdan çıkmaya çabalıyormuş. Bu durum avcıların güvercinleri pazara götürecekleri güne kadar sürmüş. Hiçbir şey yememiş olan güvercin o denli zayıflamış ki son bir çabayla ağın aralıklarından geçmeyi başarmış ve uçup gitmiş; artık özgürmüş..


[Nikos Kazancakis]

May 23, 2010

Saman Sarısı 2/3

Dostlar güzel ve teşvik edici sözlerinizden hemen sonra ikinci bölüm üzerinde çalışmaya başladım. Bu defa müzik koymadım fona. Bunun iki sebebi var: Birincisi telif hakkı meselesi problem olabiliyor ve ikincisi de bildiğiniz gibi fondaki müziğin ses ayarını yapabilecek alet hırdavatım yok. Hem sesimi beğendinizi söylemişti kiminiz. Umarım pişman olmadınız sesime iltifat ettiniz diye…

Önce şiiri dinleyin diye şiirin bu bölümünün kendimce yorumunu video’dan sonraya koyuyorum. Eminim sizde çok daha farklı çağrışımlara ve yorumlara sebep olabilir bu şiir. Paylaşırsanız sevinirim…



Bu bölümde Nazım (bence) iyice hesaplaşıyor geçmişiyle. Vera’yı yitirmiştir. Böylesi bir yitirişin yarattığı kederle dolanır ortalarda. Nasıl da koca dünya birden bire bomboş kesilmiştir; Bilir misiniz şehirlerin öyle bomboş kesilişini?

sokaklar bomboş
bütün pencerelerde perdeler inik
tıramvaylar bomboş geçiyor
biletçileri vatmanları bile yok
kahveler bomboş
lokantalar barlar da öyle
vitrinler bomboş
ne kumaş ne kristal ne et ne şarap
ne bir kitap ne bir şekerleme kutusu
ne bir karanfil

Yalnızlıkta on kat aratan bu yaşlılığın kederinden kurtulmak için

martılara ekmek atıyor
gereğinden genç yüreğinin kanına batırıp
her lokmayı

Böylesine kanartan bir yalnızlık ve zaman karşısındaki çaresizliği Vera’dan ayrılığın analizine yeltenir.
yitirdim seni ansızın Mayakovski Alanı'nda yitirdim ansızın seni oysa
ansızın değil çünkü önce yitirdim avucumda elinin sıcaklığını senin
sonra elinin yumuşak ağırlığını yitirdim avucumda sonra elini


Nazım ayrılığın zamanın en küçük anlarına sinmiş evrelerini resimlerken öte taraftan ayrılığı rasyonalize ederek kendi yüreğini rahatlatama çabasındadır.
ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan

Yani beklenen ve bilinen bir şeydi ayrılık ama gel gör akıl (rasyonel) yetiyor mu ki sevdaya! Yetmez! Bu yetmezlik Nazım’ı geçmişine yöneltir; gençliğine. Artık “sevgiliden ayrılık” “sevgiliyi zaman denilen o soyut ve sisili imgeler dünyasında “yitime”ye dönüşmüştür. Sanki Vera’dan ayrılmamış da elini tuttuğu bir çocuğu yitirmiş bir baba ya da annenin çılgınlığı içinde Vera’yı aramaya koyulmuştur. Her önüne gelene sormaya başlar:

“Gördunüz mü?”

“Görmediniz mi?”

Mutlaka birileri görmüş olmalıdır. Mesela mesela elleri öylesine ayırd edicidir ki, eldivenlerini çıkarmışsa ellerini görmemek mümkün değildir. “Görmedik” yanıtını alsa da pes etmez. Bu kargaşada sanki bi an Vera ile gençliği birbirine karışmış gibidir. Bu psikozda artık neyi aradığı bile net değildir: Vera mıdır aradığı, yoksa kendi gençliği mi belli değildir artık.

May 21, 2010

Öyle bir hayat yaşıyorum ki

Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm cehennemi de
Öyle bir aşk yaşadım ki
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.
Bazılar seyrederken hayatı en önden,
...Kendime bir sahne buldum oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım hem güldüm halime,
Sonra dedim ki 'söz ver kendine'
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki,
Son yolculukları erken tanıdım
Öyle çok değerliymiş ki zaman,
Hep acele etmem bundan, anladım...

May 20, 2010

Grizu

Duvarda bir gazette
Mavi
Sarı
Kırmızı
Gazetede tabutlar
Al bayraklı tabutlar
Tabutlar
dizi dizi

Gazateyi çakan benim
Duvara
Gazeteye bakan benim
Duvarda
Al bayrakli tabutlardan geliyor
Gőzlerimin kırmızısı
Dirimizi saramayan al bayrak
Sarmış şimdi őlümüzü

Metro değil bindikleri
Őlüm treni!
Bahçe değil indikleri
Grizu cehennemi
Kőmür cevheri
Bulanmış kőmür karasına
Parça parça etleri
Gidiyorlar katar katar
Bir bőylesi karanlıktan bir őylesi karanlığa

Hasan Hüseyin

May 19, 2010

Türkiye’de kürt olmak

Sizin hiç 12 yaşlarında çocuğunuz 13 kurşunla terőrist diye őldürüldü mü?
Sizin hiç babanız evden kendilerini polis diye tanitan insana benzer yaratıklarca alındı mı? Babanızın őlüsünü bile bulamadağınız oldu mu?

Sizin hiç bacınıza ya da karınıza işkence edildi mi gőzünüzün őnünde? Ya da tecavüz edip sizin seyretmeniz sağlandı mı?

Siz sadece etnik kimliğiniz yüzünden linç edilmek istendiniz mi?

Siz arkadaşlarınızla gecenin bir vakti eve dőnerken bir grup ülkücü tarafından taratklandınız mı? Sonra kovalandınız mı? Sonra aynı grup polisle birlik olup size gaz bombası attı mı? Hem mağdur olup hem gőzaltına alındınız mı?

Sonra polisin kurşunlarıyla őldünüz mü? Őldünüz mü hiç, ha? Őldünüz mü?


Serzan Kurt da őldü. Katiller daha bi mutlu musunuz şimdi? Daha bir güvende misiniz ha? Ülkeniz daha bir bütün mü? Daha bir Türk müsünüz şimdi ha ? Daha bir Türk müsünüz?

Bütün bunların bir adı da var: Türkiye’de kürt olmak. Siz hiç Türkiye’de kürt oldunuz mu?

Ha bu arada 19 Mayısınız da kutlu olsun!

May 11, 2010

Saman Sarısı 1/3

Saman Sarısı şiirini duymuşsunuzdur mutlaka. Okumamışsanız da bazı nakaratlaşmış ya da popüler olmuş dizelerini duymuşsunuzdur. “ Saçları saman sarısı kirpikleri mavi” gibi ya da “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin” gibi dizeleri mutlaka duymuşsunuzdur. Oldukça uzun bir şiirdir. Kolay bir şiir de değildir. Korkunç imgelemler ve serbest çağrışımlarla doludur. Turgay Fişekçi şöyle tariff eder Saman Sarısını
Düşle gerçeğin, geçmişle bugünün bir arada verildiği, çağrışım zenginlikleriyle dolu şiir, bilinçakımı tekniğini andıran yapısı, masalsı ve lirik anlatımı, “saçları saman sarısı, kirpikleri mavi” yinelemeleriyle benzersizdir.



Gerçekten benzersizdir bu şiir ve hatta iddia edebilirim ki Nazım’ın bu şiiri bir doruktur. Nazım’ın bile aşamayacağı bir doruk. Nazım gibi yaşamı aşklar ve fırtınalarla dolu birinin yaşlılığın bozkırında yaşamı yeniden yeşertecek aşkı araması, bulması ve bütün bir yaşamını yeniden gőzden geçirmesidir. Vera’ya tutulmuştur Nazım. Vera 30 yaş daha gençtir Nazım’dan.

1956 Kasımında dokunaklı bir sesle sevgisini açığa vurur:

– Sizi seviyorum. Bunu anlıyor musunuz? Sizi seviyorum. Herhalde bütün bunlar gülünç geliyordur size. Şimdi sizin babanız ya da dedeniz yaşında olduğumu düşünüyorsunuzdur. Sizin yerinizde olsam ben de öyle düşünürdüm. Fakat anlayın çok acı çekiyorum. Kan akıyor yüreğimden, öylesine seviyorum sizi.

Vera usulca üzülmemesini söyler. Nâzım, ağlamaklı bir sesle konuşmasını sürdürür:

– İki saat sonra ülke dışına gidiyorum. Bana hiçbir umut vermeyeceğinizi biliyorum. Size bundan bir daha söz etmeyeceğim. Moskova’ya sizden kendimi tümüyle kurtardığımda döneceğim ancak.


Kaçtıkça pençesinden kurtulamayıp hatta daha içine gark olduğu bir aşktır bu. Onun için binbir türlü şeyler yapar. Kızar, suçlar, yalvarır, yakarır, ama nafile çünkü Nazım’ın bu defaki düşmanı çok çetindir: Zaman. Zaman ki devamlı ve mütemadiyen hızla ilerleyen. Ve artık Nazım “yaşlılığın kederinden silkinmek için” bütün bir yaşamını “acımasız” bir sorgulamadan geçirecektir. Yeniden genç olamayacaktır. Bunu bilir. Őrneğin Strasnoy Manastırı’nın orada 19 yaşına rastlar. Birbirini hemen tanırlar ve el sıkışmak isterler, ama aradaki zaman donmuş duran bir Kuzey denizi gibidir…Ve őylesine aşıktır ki Nazım (Ah o her zaman aşık değil miydi ki zaten?) ancak o kadar olur.

Ve aslında bu şiirin her satırı hakkında sayfalar dolusu yazılabilir ama ne gereği var. Iyisi mi hissetmek. Iyisi mi üç bőlümde okuyacağım şiirin ilk bőlümünü benim yorumumla dinleyin, sonra gidin şiirin kendisini bulun, sessiz bir kőşe seçin kendinize ve bőlünmeden bir solukta okuyun. Çağrışımlarınızı da serbest bırakmayı da unutmayın sakın. Ya da bunun tam tersini yapın; őnce gidin şiiri okuyun sonra gelin benim yorumumu dinleyin. Ve evet Rodrigo… Elinizi çabuk tutun telif hakki yüzünden Google ve Youtube her an bloklayabilir klibi…

Ve unutmayın vakit hızla ilerliyor.

Yaşamı ertelemeyin.


May 8, 2010

Okul ve Eğitiminiz

Mark Twain okulun (sisteminin) kendi  eğitimine engel olmasına asla izin vermediğinden sőz eder. Siz hiç okul ve eğitiminiz hakkında etraflıca düşündünüz mü? Hatta çocuğunuzun eğitimi hakkında? Daha düşünmeyi düşünmeye başladığınızda ne kadar zavallı ve çaressiz olduğunuzu hissedeceksiniz. Çünkü okul aracılığı ile size dayatılan şey tepeden inmedir ve nerdeyse sizin kendi eğitiminiz üzerinde hiçbir kontrolünüz yoktur. Herşey belli bir amaca gőre őnceden belirlenmiştir. Okul-őğretmen-aile üçgeni denir ama bu üçgendekiler yukarıdan belirlenmiş okul temelli eğitimin işlemesini sağlayacak dişlilerden başka birşey değillerdir. Ne sizin, ne velinizin, ne őğretmenlerin sőyledikleri hiç bir zaman eğitime yőnelik kararlar alanların masasına gitmez çünkü. Siz őğretmen ya da veli toplantılarına gidersiniz ve sanırsınız ki bi halt yaptınız. Inanırsınız ki çocuğunuzun eğitiminde sizin de katkınız var. Oysaki sizin anladığınız arzuladığınız anlamda hiç bir katkınız olmaz. Siz sadece yukarıdan belirlenmiş şeylerin daha iyi işlemesi için katkıda bulunmuşsunuzdur, haberiniz yoktur. Hepsi bu kadar. Bunu daha iyi anlamanız için birazcık şu okul temelli eğitim nedir, nasıl işliyor diye sorular sormanız yararlı olabilir. Ilk iş, müfredat nedir diye sorarak başlayalım mı?  

Müfredat eğitim sisteminin ve onu çerçeveleyen egemen ideolojinin amaçlarını, araçlarını, ve varsayımlarını içeren omurga kemiğidir. Ki bu egemen sistemin kendini yeniden üretmesine hizmet eder. TSE nasıl ki malların standardını belirliyorsa, müfredat da okuldan çıkacak istendik insan tipinin standardı gibidir. Ama müfredat TSE’ninkinden daha karmaşık bir yapıya sahiptir. Bunun içindir ki, őrneğin, gőrünürde bir tür müfredat varken aslında üç çeşit müfredat vardır.

Birinci müfredat o herkesin bildiği Milli Eğitim Bakanalığının őzenle (!) hazırlayıp herkese sunduğu, baldıran zehirini andıran, bir sürü ezbere dayalı kuru bilginin içine şırıngayla enjekte edilmiş, hani hep milliyetçi, biraz devlet-tanımlı-müslüman, biraz ırkçı, tümüyle erkek egemen, alabildiğine cinsiyetçi, hafiften homofobik bilgiler yığınıdır.

Ikincisi ise gizli müfredattır. Bu, birinci müfredatta belirlenmiş bilgilerin, değerlerin, gerçeklik algısının ve benzerlerinin çocuklara istendik biçimde yerleştirilebilmesi (őzümsetilebilmesi) için birincisine gizlice hizmet eden yapılardır. Őrneğin, toplumdaki sınıfsal yapının yeniden üretilmesine bu müfredat hizmet eder. Nasıl mı? Zengin çocuğunu ileride yőnetici veya zengin olacakmış gibi eğitir ve motive ederken işçi çocuğunu işçi olabilecek gibi motive edip biçimlendirir őrneğin. Daha somutlarsak, zengin çocuğuna verilen problemler, őgrenme aktiviteleri, alıştırmalar vesaire çocuğun üst düzey düşünme ve problem çőzme yeteneklerini geliştirmeye yőnelikken aynı alıştırmalara işçi çocuğuna őylesin düşük düzeyde ve makanik bir biçimde verilir ki çocukların ilerde toplum içinde alacakları yer dolaylı yoldan belirlenmiş olur. Ya da hikayeler, okuma parçaları kadını ve erkeği őyle bir biçimde çocukların kafasına kazır ki toplumdaki kadına ve erkeğe yőnelik roller pekiştirilerek kendini yeniden üretir. Bunun daha somut őrnek olarak kadının hep ev kadını ve ana gibi vurgularla betimlenirken erkeğin evdeyken oturup TV seyreden, gazate okuyan, eve para getiren, ve ahlaksal otorite olarak betimlesi olarak gősterilebilir.

Üçüncü müfredat ise Elliot Eisner’ın null (boş) müfredat dediği bir müfredat türüdür. Türkçe karşılığı boş mu olur emin değilim ama Eisner’e gőre bu müfredat müfredattan bilinçli olarak çıkartılmış, müfredata katılmamış, yani őğretimin ve eğitimin bilinçli olarak őgretilmeyen boyutu içerir. Büyük zaferler anlatılırken o zaferlerin kazanılmasında yapılmış vahşetin hiç bir tarih kitabında yer almaması buna bir őrnektir. Diğer bir őrnek uygarlığa katkısı olan belli bir gruba, kültüre, ve etnisiteye ait insanların őğretilmeyişi hatta hiç sőz edilmeyişidir.

Gőrüldüğü gibi sıradan bir problemle değil alabildiğine ince elenip sık dokunmuş ve alabildiğine karmaşık bir yapıyla karşı-karşıyasınız. Egemen ideolojinin sizin yaşamınıza en somut biçimde girdiği bir problemdir bu. Yaşamınızı belirlemeyi talep eden, dikte eden bir işgaldir. Ama yine de o denli zavallı ve edilgen değilsinizdir. Twain gibi izin verip vermemek biraz da size kalmış.

Hadi kolay gele…

May 3, 2010

Soluk Soluğa

Uzun, karanlık bir çığlığın da ardına düşebilir insan,
Titrek, eğri büğrü bir yazının çağrısına da uyar.
Bırakıp herşeyi döner.
Aşk bir buluşmadır çünkü,
Her zaman gecikmiş bir buluşma.

Bitmeyen bir kavuşmadır da aşk.
Araya her zaman bir şeyler girer:
Bazen kendi sevincinin kanat gölgesi,
Bazen nabzın hızı yüreğin titreyişi,
Tüylerin telaşla besleniyor gibidir.
Araya her zaman bir şeyler girer:
Çalışma saatleri, karşılıksız sorular.
Nereden bilebilir insan
Bunların hepsinin de aşk olabileceğini?

Çoğu kez aldatıcıdır da,
Bakarsın, herkes onun askeri, onun şehidi.
Oysa aşk hiçbir zaman yarış değildir ki.
Bu yüzden yanılır hep
Sayın muhbir vatandaş, köftehor okur, arsız yetkili.
Sararmış bir fotoğraf olarak da çıkabilir karşına,
Buğulu bir fotoğraf kılığıyla da,
Bakarsın, ona da dadanmış
Gündelik hayatın sosyolojisi.

Yeniden duyulur bazen o uzun ve karanlık çığlık.
Çağıran o titrek yazı yeniden belirir.
Çünkü aşk en eski köprüsüdür Balkanların, en eski.
.
Cevat Çapan

May 1, 2010

Polissiz!

Bir an eli sopalı otorite olmaktan vazgeçtiniz. Polisi bir çizginin dışına çektiniz. 1 Mayıs ilk defa bayram gibi geçti işte.

Kıyamet kopmadı işte, gördünüz mü?

Kıyamet kopmadı! Kıyamet kopmadı!


Hatta o her gun “yaptığınız medyacılığın, gazeteciliğin, haberciliğin taaa içine!” dedirten Milliyet bile şunları not düşmüş

- Polisin 1 Mayıs kutlamalarında olası bir durumda müdahale etmek için aldığı 10 ton biber gazı hiçbir yerde kullanılmadı.
- Arama noktalarında bekleyen polislere cop dahi verilmedi.
- Kutlamalar için Taksim Meydanı’na çıkan 3 arama noktasında daha önce NATO toplantıları için hazırlanan büyük bariyerler kullanıldı.
- The Marmara Oteli’nin üstüne karargâh kuruldu. Seyyar kameralar kutlamaları canlı yayınla izledi. Havadan çekilen görüntüler de The Marmara Oteli’nin üzerinde kurulan merkeze aktarıldı. İstihbarat, terör ve güvenlik şube yetkilileri buradan tüm görüntüleri izledi.
- Biri çocuk, 17 sağ görüşlü genç gözaltına alındı.
- Kutlamalar sırasında dükkan ve mağazalara zarar verilmedi.

Yaşasın 1 Mayıs!

Ah şimdi istanbul'da olmak vardı anasını satayım!

Yaşasın 1 Mayıs! - Biji Yek Gulan