Pages

Jul 29, 2010

HAYIR de!

Sen. Makinenin başındaki adam, atölyedeki adam. Yarın sana su boruları ve yemek kapları yapmayı bıra...kıp miğferler ve mitralyözler yapmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Tezgâhı ardındaki kız ve büroda çalışan kız. Yarın sana el bombalarını doldurmanı ve keskin nişancı tüfeklerine dürbün takmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Fabrika sahibi. Yarın sana talk pudrası ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Laboratuardaki araştırmacı. Yarın sana eski yaşamı yok edecek yeni bir ölüm keşfetmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Odasındaki şair. Yarın sana aşk şarkılarını bir yana bırakıp nefret şarkıları söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Hastasının başındaki hekim. Yarın sana cepheye gönderilecekler için sağlam raporu yazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Kürsüdeki rahip. Yarın sana cinayeti kutsamanı ve savaşa övgüler yağdırmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Gemideki kaptan. Yarın sana buğday taşımayı bırakıp tank ve top taşımanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Havaalanındaki pilot. Yarın sana kentlerin tepesine yakıp yok eden bombalar yağdırmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Yarın sana asker üniformaları dikmeye başlamanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Cübbesinin içindeki yargıç. Yarın sana askeri mahkemeye gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Tren istasyonundaki. Yarın sana cephane ve asker taşıyan trenlerin kalkması için sinyal vermeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Köydeki. Sen. Kentteki. Yarın askere alma belgeleriyle kapına dikilirlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Normandiya’daki ana, Ukrayna’daki ana, sen San Fransisco’daki ve Londra’daki ana. Sen Hoang Ho ve Missisippi kıyılarındaki ana. Sen, Nepal’deki ve Hamburg’daki, Kahire’deki ve Oslo’daki ana; yeryüzünün dört bir yanındaki analar, dünyanın tüm anaları, yarın size askeri hastanelerde hemşirelik yapacak, yeni savaşlarda savaşacak çocuklar doğurmanızı emrederlerse, yapacağınız bir tek şey var: HAYIR deyin!..

Analar, HAYIR deyin!

Çünkü hayır demezseniz analar, eğer hayır demezseniz, işte o zaman, Pus çökmüş, gürültülü liman kentlerinde iniltiler çıkaran koca gemiler suskunluğa bürünecekler ve su almış dev mamut kadavraları gibi, rıhtımların yosun ve midye bağlamış, ölgün, ıssız duvarları önünde miskin miskin yalpalayacaklar; daha önce ışıltılar saçan o görkemli gövdelerden, bir balık mezarlığı gibi, çürük, sayrı, ölü kokular yayılacak…

Tramvaylar, iç karartıcı, aynalı kuş kafesleri gibi eğrilip bükülecekler ve bombaların açtığı çukurlarla kaplı, yitik sokaklardaki damları delik deşik barakaların ardında, teller ve rayların şaşkın çelik iskeletlerinin yanı başında, patlamış taç yaprakları gibi öylece uzanacaklar…

Çamur rengi, ağır, kurşun gibi bir sessizlik ortalıkta kol gezecek; tüm oburluğuyla büyüyerek, okullara, üniversitelere, tiyatrolara, spor alanlarına, çocuk bahçelerine ürkünç, açgözlü ve önlenemez bir biçimde çöreklenecek…

Bunların hepsi olacak…

Altın sarısı, sulu üzümler bakımsız yamaçlarda çürüyecek, pirinçler kıraç topraklarda kuruyacak, patatesler sürülmüş tarlalarda donacak, ölü sığırların kaskatı kesilmiş bacakları ters çevrilmiş süt sağma tabureleri gibi göğe dikilecek….

Enstitülerde, büyük hekimlerin dahice buluşları çürüyüp küf tutacak…

Son un çuvalları, son çilek reçeli kavanozları, balkabakları ve vişne suları mutfaklarda, odalarda, kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda bozulup heba olacak; devrilmiş masaların altındaki, paramparça tabaklardaki ekmek küf bağlayacak, erimiş tereyağlar arap sabunu gibi kokacak; tarlalardaki ekinler, paslanmış sabanların yanı başında bozguna uğramış bir ordu gibi boyunlarını bükecekler; fabrikaların çimenle örtülü tüten bacaları un ufak olacak…

Sonra, deşilmiş bağırsakları ve zehirlenmiş ciğerleriyle son insan, ışıldayan güneşin ve yanıp sönen takımyıldızların altında bir başına dolanıp duracak; bir deri bir kemik kalmış, çılgına dönmüş son insan uçsuz bucaksız mezarlar, dev beton blokların soğuk putları ve ıssız kentler arasında yalnız başına bir küfür gibi dolanırken şu korkunç soruyu soracak: NEDEN? Ve bu soru bozkırlarda hiç duyulmadan yitip gidecek,yıkıntılar arasında sürüklenip kiliselerin molozları arasında yok olacak, girilmez yer altı sığınaklarına çarpıp parçalanacak. Son hayvan-insanın son hayvansı çığlığı hiç duyulmadan, hiç yanıtlanmadan kan göllerinde boğulacak…

Bunların hepsi olacak, yarın, belki bu gece, eğer… eğer… eğer… HAYIR demezseniz!

Wolfgang Borchert, "Sonra Yapılacak Tek Şey Var"
(Çev: Celal Üster)

Jul 24, 2010

Tanya


Düşman ulaştı Moskova kuzeyinde Yakroma'ya
ve güneyinde Tula şehrine.

Ve kasımın sonu
ve aralık ayının ilk günlerinde
harcamış bulunuyordu ihtiyatlarını
bütün cephe üzerinde.
Ve aralık ayının ilk günlerinde,
en nazik safhasındaydı durum.

Ve aralık ayının ilk günlerinde,
Petrişçevo'da Vereiya şehri dolaylarında,
kar gibi mavi bir gökyüzünün üzerinde
Alamanlar 18 yaşında bir kız astılar.
18 yaşındaki kızlar belki nişanlanır
astılar onu.

















Moskova'dandı.
Gençti, partizandı.
Sevdi, anladı, inandı
ve geçti harekete.
İpin ucunda ince uzun boynundan sallanan çocuk
bütün azametiyle insandı.


Çevirir gibi yapraklarını "Harp ve Sulh" romanının
dolaştı karlı karanlıkta bir genç kızın elleri.
Kesildi Petrişçevo'da telefon telleri,
sonra Alaman ordusundan 17 beygirli bir ahır yandı.
Ertesi gün partizan yakalandı.


Yeni hedefin önünde yakalandı partizan,
birdenbire, kıskıvrak, arkadan.
Gökyüzü yıldızla,
yürek hızla,
bilek nabızla,
şişe benzinle dolu
ve kibrit çakılmak üzereydi.
Ve kibrit çakılamadı fakat.
Tabancaya davranmak istedi.
Çullandılar.
Alıp götürdüler.
Alıp getirdiler.
Odanın ortasında dimdik durdu partizan:
torbası omuzunda,
başında kürk şapkası, sırtında gocuk,
bacaklarında pamuklu külot pantolon ve keçe çizmeler.
Subaylar baktılar partizana yakından:
badem nasıl kabuğunun içindeyse
filiz gibi bir kızdı kürkün, keçenin ve pamuklunun içindeki.

Kaynıyor masada semaver.
Satrançlı örtüde bir tabanca, beş kayış kemer
ve yeşil bir şişe konyak.
Tabakta domuz sucuğu ve ekmek artıkları.

Ev sahipleri mutfağa gönderildiler.
Lamba sönmüştü.
Ocağın ateşiyle kızılca karanlıktı mutfak.
Ve ezilmiş hamam böceği kokuyordu.
Ev sahipleri: bir çocuk, bir kadın, bir ihtiyar,
sokuldular birbirlerine:
dünyadan uzak
ıssız bir dağ başında kurda kuşa karşı yapyalnız kalmıştılar.

Sesler geldi bitişikten :
Soruyorlar:
"- Bilmiyorum," diyor.
Soruyorlar:
"- Hayır," diyor.
Soruyorlar:
"- Söylemem," diyor.
Soruyorlar :
"- Bilmiyorum," diyor, "- Hayır," diyor, "- Söylemem," diyor.
Ve yeryüzünde bu üç sözden başkasını unutan ses
sıhhatli bir çocuk teni gibi pürüzsüz
ve iki nokta arasındaki en kısa yol gibi düz.

Bir kayış sakladı bitişikte :
Partizan sustu.
Çıplak bir insan eti ses verdi.
Kayışlar şaklıyor arka arkaya.
Yılanlar güneşe doğru sıçrayıp düşerken ıslık çalıyorlar.
Genç bir Alaman subayı geldi mutfağa.
İskemleye çöktü.
Kapadı avuçlarıyla kulaklarını.
Ve gözleri sımsıkı yumulu
ve öylece kaldı orda kımıldamadan sorgunun sonuna kadar.
Kayışlar saklıyor bitişikte.
Saydılar ev sahipleri :
200...
Sorgu tekrar başladı :
Soruyorlar : "- Bilmiyorum," diyor,
Soruyorlar : "- Hayır," diyor,
Soruyorlar : "- Söylemem," diyor.
Ses kibirli
fakat artık pürüzsüz değil
kanayan bir yumruk gibi boğuktu.

Partizanı dışarı çıkardılar.
Başında kürk şapkası, sırtında gocuk,
bacaklarında pamuklu külot pantolon ve keçe çizmeler
yoktu.
Bir don bir gömlekti.
Beyaz, genç dişleriyle ısırılmaktan şişmiş dudakları.
Bacaklarında, boynunda, alnında kan.
Kolları iple bağlı arkadan,
çıplak ayakları karda,
iki yanda süngülüler,
yürüdü partizan.

Soktular partizanı Vasili Klulik'in izbasına.
Oturdu tahta sıranın üstüne.
Çatık bir dalgınlık içindeydi.
Su istedi.
Nöbetçi verdirmedi suyu.
Alaman askerleri geldiler.
Böcekler gibi üşüştüler başına,
çekiştirdiler, tartakladılar.
Birisi art arda kibrit yakıp tuttu altında çenesinin,
bir bıçkı sürttü sırtına bir başkası
dişli demir kanlanıncaya kadar.
Sonra gittiler uyumaya.
Nöbetçi süngünün ucunda çıkardı partizanı sokağa.

Mavi gözleri yuvarlak bir çocuk bakıyor camdan:
dünya buzların içinde,
karın altında yapyalnız sokak
yıldızların içinde.

Mavi gözleri yuvarlak
bir çocuk bakıyor camdan.
Gördüklerini unutacak,
büyüyecek, evlenecek,
ve bir yaz gecesinde
bir öğle uykusunda yahut
rüyasına girecek ansızın
karda yıldızlara basan çıplak ayakları bir genç kızın.

Karın altında bir uçtan bir uca
karın altında yapyalnız sokak.
Karın üstünde partizan:
ayakları çıplak,
kollan bağlı arkadan,
bir don bir gömlek,
yürüyor önünde süngünün
bir uçtan bir uca gidip gelerek.

Üşüdü nöbetçi, döndüler izbaya.
Isındı nöbetçi çıktılar.
Bu böyle sürdü saat 22'den ikiye kadar.
İkide nöbetçi değişti
ve artık partizan kımıldanmadan kaldı tahta sıranın üzerinde.
Partizan
18 yaşında.
Partizan
öldürüleceğini biliyor.
Ölmek ve öldürülmek:
hıncının kızıltısında belli belirsizdi bu fark.
Ve ölümden korkmayacak
ve keder duymayacak kadar sıhhatli ve gençti.
Bakıyor çıplak ayaklarına:
Şişmiştiler,
çatlayıp donmuştular kıpkırmızı.
Fakat partizan
dışındaydı acının.
Ve nasıl derisinin içindeyse
öyle içindeydi öfkesinin ve inancının.
Zaman zaman annesi geliyor aklına.
Mektep kitapları geliyor aklına.
Cilalı toprak bir çanak geliyor aklına
İliç'in resmi önünde duran
ve içinde masmavi çiçekler.
Çocukluğu geliyor aklına,
bu o kadar yakın ki
kısacık entarilerin renkleri bile
tutulacak gibi elle.
İlk hava bombardımanı geliyor aklına.
Cepheye giden işçi taburları geliyor aklına
sokaktan geçiyorlar şarkı söyleyerek
ve çocuklar koşuyor peşlerinden.
Zaman zaman bir tramvay durağı geliyor aklına;
annesiyle orda vedalaştılar.
Bir gençlik toplantısı geliyor aklına,
bu o kadar yakın ki
kırmızı örtülü masada su bardağı
ve kesik kesik konuşan kendi sesi bile
tutulacak gibi elle.
Ve artık durup dinlenmeden kendi sesi geliyor aklına:
düşmanın karşısında dimdik duran sesi,
Hayır, diyen,
Söylemem, diyen
ve düşmana hiçbir şeyi doğru söylememek için
kendi adını bile gizleyen.


ZOE'ydi adı,
ismim TANYA, dedi onlara.

(Tanya,
Bursa Cezaevi'nde karşımda resmin.
Bursa Cezaevi'nde.
Belki duymamışındır bile Bursa'nın adını.
Bursa'm yeşil ve yumuşak bir memlekettir.
Bursa Cezaevi'nde karşımda resmin.
Sene 1941 değil artık
sene 1945.
Moskova kapılarında değil artık
Berlin kapılarında dövüşüyor seninkiler,
bizimkiler,
bütün namuslu dünyanınkiler.

Tanya,
senin memleketini sevdiğin kadar
ben de seviyorum memleketimi,

Seni astılar memleketini sevdiğin için,
ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim.
Ama ben yaşıyorum,
ama sen öldün.
Sen çoktan dünyada yoksun,
zaten ne kadar az kaldın orda :
on sekiz senecik.
Doyamadın güneşin sıcaklığına bile.

Tanya,
sen asılan partizan,
ben hapiste şair.
Sen kızım, sen yoldaşım.
Resminin üstüne eğiliyor başım:
kaşların incecik,
gözlerin badem gibi,
ama renklerini fotoğraftan anlamam mümkün değil.
Fakat yazıldığına göre
koyu kestaneymişler.
Bu renkte gözler çok çıkar benim memleketimde de.
Tanya,
saçların ne kadar kısa kesilmiş,
oğlum Memet'inkilerden farkı yok.
Alnın ne kadar geniş,
ay ışığı gibi,
rahatlık, ve rüya veriyor insanın içine.
Yüzün ince uzun,
kulakların büyücek biraz.
Henüz çocuk boynu boynun :
henüz hiçbir erkek kolu sarılmamış anlıyor insan.
Ve püsküllü bir şey sarkıyor yakandan:
süsünü sevsinler mini mini kadın.

Arkadaşları çağırdım, bakıyorlar resmine :
-Tanya,
senin yaşında bir kızım var.
-Tanya,
kız kardeşim senin yaşında.
-Tanya,
senin yaşında sevdiğim kız.
Bizim memleket sıcaktır
bizde kızlar tez kadınlaşır.
-Tanya,
senin yaşında kızlarla okulda, fabrikada, tarlada arkadaşız.
-Tanya,
sen öldün,
ne kadar namuslu insanlar öldürüldü ve öldürülmektedir,
ama ben,
yedi yıldır kavgada hayatımı tehlikeye koyamadan
hapiste de olsa bal gibi yaşıyorum.)

Sabah oldu Tanya'yı giydirdiler,
ama çizmeleri, şapkası, gocuğu yoktu,
iç etmişlerdi onları.
Torbasını getirdiler :
torbada benzin şişeleri, kibrit, kurşun, tuz, şeker.
Şişeleri boynuna astılar,
torbasını verdiler sırtına.
Göğsüne bir de yazı yazdılar :
"PARTİZAN".
Köyün alanına kuruldu darağacı.
Atlılar çekmiş kılıcı
halka olmuş piyade askeri.
Zorla seyre getirdiler köylüleri.

İki sandık üst üste,
iki makarna sandığı.
Sandıkların üstüne
yağlı urgan sallanır,
urganın ucu ilmik.

Partizan kaldırılıp çıkarıldı tahtına.
Partizan
kolları bağlı arkadan
durdu urganın altında dimdik.

Nazlı, uzun boynuna ilmiği geçirdiler.

Bir subay fotoğrafa meraklı,
bir subay, elinde makina : Kodak,
bir subay resim alacak.
Tanya seslendi kolhozlulara ilmiğinin içinden
"- Kardeşler, üzülmeyin.
Gün yiğitlik günüdür.
Soluk aldırmayın faşistlere,
yakın, yıkın, öldürün..."

Bir Alaman vurdu ağzına partizanın,
genç kızın beyaz, yumuk çenesine aktı kan.
Fakat askerlere dönüp devam etti partizan :
"- Biz iki yüz milyonuz.
İki yüz milyon asılır mı?
Gidebilirim ben.
Ama bizimkiler gelecekler.
Teslim olun, vakit varken..."

Kolhozlular ağlıyordu. Cellat çekti ipi.

Boğuluyor nazlı, boynu kuğu kuşunun.
Fakat dikildi ayaklarının ucunda partizan
ve hayata seslendi İNSAN:
"- Kardeşler
hoşça kalın.
Kardeşler
kavga sonuna kadar.
Duyuyorum nal seslerini
geliyor bizimkiler!"

Cellat bir tekme attı makarna sandıklarına.
Sandıklar yuvarlandılar.
Ve Tanya sallandı ipin ucunda

Jul 22, 2010

Şino Nino

Nicedir bu denli neşeli, bu denli yumuşak, bu denli otantik bir tűrkű duymamıştım…
(Sozleri hem Zazaca hem Tűrkçe altta)


Mehmet Atlı – Şino Nino
Nêzon yeno virê to name ê mı
Nêzon yeno virê to çimê mı?
Persnêkena ez se ken, senina
Halê mi perişano
Serê ma ji vêrenê ma durê pe
Vengê ma jê binê rê nêresa
Nêaysa rojê ma nêaysa
Ma wurdê ji perişano

Se biki, se biki, se biki, se biki
Se vaji ka se vaji?
Gula mı ez torê se vaji?
Ez ken nêken nêbeno
Bextê mı newiyeno
Şino şino şino
Zorê mı şino
Zera mı şikyena
Hewesê mı remeno
Nino nino nino
Hewne mı nino
Mirê vanê “Memo
Çav u bextê wi reso
Mi va: meşo meşo meşo
Kêye to meveşo
No can bê to nêbeno
Onci zera mi tengo
Şeri-beri, Şeri-beri
Destê mı vengo
Zera mı şikyena
Hewese mı remeno
Van nêvan, van nêvan
Xemê kamiyo?

Türkce
Bilmem adimi hatirliyor musun?
Bilmem gözlerimi hatirliyor musun?
Sormuyorsun ne yapiyorum, nasilim
Halim perisan
Yillarimiz geciyor birbirimizden uzak.
Seslerimiz birbirimize ulasmadan
Günesimiz görünmedi de görünmedi
Ikimizde perisaniz
Ne yapayim, ne yapayim?
Ne diyeyim, ne diyeyim?
Gülüm sana ne diyeyim?
Ne yapsam olmuyor
Sansim bana gülmüyor
Gidiyor gidiyor gidiyor
Gücüme gidiyor
Kalbim kiriliyor
Hevesim kaciyor
Gelmiyor gelmiyor gelmiyor
Uykum gelmiyor
Bana “Memo” derler
“Gözleri ve bahti kara” derler
Gitme dedim, gitme dedim
Evi yanmayasica
Bu can sensiz olmuyor
Yine gönlüm daraliyor
Git-gel, git-gel, git-gel
Ellerim bombos kaliyor
Kalbim kiriliyor
Hevesim kaciyor
Desem de demesemde
Desemde demesemde
Kimin umrunda

Jul 19, 2010

Cinsellik, Arzu ve Dijital Dünyamız

Nothing is less certain today than sex, behind the liberation
of its discourse. And nothing today is less certain than desire,
behind the proliferation of its images. (Baudrillard, Seduction)

Baudrillard’ın Seduction’ını okurken serbest çağrışımınız ışık hızına ulaşıyor. Günümüzde hemen hemen cinselliğe ve arzuya yönelik her şeyin nerdeyse dijital bir imgeye dönüştüğü ve bu imgelerin bininin bi para olduğunu düşününce yüreğinizin daraldığını hissediyorsunuz. Sosyal network sitelerinde cinselliğin en ucuzundan en sofistike boyutlarıyla yaşandığını bir kez daha görüyorsunuz ve hatta cinsellik olmasa konuşacak, yazacak, söyleşecek başka hiç bir şeyi olmayan yüzleri binlerin varlıği size kendinizi yalnız hissetmeye itiyor. Göğüslerinin fotoğraflarını çekip, bir networktaki feede koyup hadi “like” linkine tıklayın diye yalvaran yaşını başını almış kadını anlamaya çalışyorum.


"kimse memelerimle ilgilenmiyor :( depresyona girdim.memem var beniimmaaammmaaaaağğğğğyaaaaa :(((" Diyor biri mesela.

Ya da tanımadığı bir adamla webcamde konuşan bir kadının yine tanımadığı binlerce insana eğer bu chatleştiği adama göğüslerini gösterirse kocasını aldatmış olup olamayacığını sormasını anlamaya çalışyorum.Karşıdaki adamın da doyumunu anlamaya çalışyorum. Kendisi nesneden yararlanan olarak sahi ne derece doyum buluyor? Bu doyumun ne kadarı cinsel, ne kadarı sosyal, psikolojik, ve duygusal?

Ahlaksal kaygıların ötesinde korkunç önemli olgular var burda. Neler olup bitiyor? Özgürlük mü? Heeee. Bi boyutuyla özgürleştirici diye yorumlanabilir. Ama öbür boyutlarıyla? Nesneleştirici, metalaştırıcı, yabancılaştırıcı, mekanikleştirici, ve evet dijitalleştirici aynı zamanda da.

Baudrillard’da bu günümüz fenomenine gönderme yaparken, söylem düzeyindeki yaygınlığina ve özgürlüğüne rağmen (yani hakkında eskiye oranla daha kolay ve özgürce konuşulabilmesine rağmen, eylemde bulunulabilmesine rağmen) cinselliğin git gide ne kadar da belirsizleştiğini söylüyor. Cinsellik hem her yerde, hem de hiç bir yerde. Masal gibi. Ya da karabasan gibi. Seçim size kalmış. Arzu da öyle diyor Baudrillard. Arzumuzu körükleyen-uyaran o denli fotoğraf, kartpostal, resim, söz, romanlardan alıntılar, şiirlerden dizeler, filmlerden, müzik kliplerinden, ve reklamlardan görüntüler varken, yani gün boyu arzu nesnelerinin bombardumanına uğrarken, arzunun kendisi de git gide belirsizleşiyor. Neyin ne derece nasıl arzuladığından da emin olamama duygusu ve karmaşası gibi bir şey yani bu.

Peki biz neresindeyiz bu git gide belirsizleşen, metalaşan, yabancılaşan, ve dijitalleşen cinselliğin ve arzunun içinde? Bir yanda git gide artan mutsuz evliliklerimiz, cinsel ve soyal kimliklerini oturtamadığımız flörtleşmelerimiz, hergün sabah 8 – akşam 5 nefret ederek gidip geldiğimiz işimiz, ve bir yanda bu cinselliğe ve arzuya dayalı imgesel ve sayısal çokluğun-bolluğun tam neresindeyiz? Ve bütün bu bolluğun tam orta yerinde doymak bilmez açlığımız. Hergün yeniden yeniden açlığı hissedilen ve hiç bir zaman tatmin edici bir doyumluluğun yaşanmadığı bu duygu ve dürtünün gelgitlerinde nerdeyiz? Sevişip, boşalıp orgazm duygusunu yaşamamak gibi.

Dokunmadan, sevgilinin teninin sıcaklığını hissetmeden kokusunu duymadan, saçlarının arasında parmaklarını dolaştırmadan, ellerini, evet ellerini tutmadan, gözlerindeki parıltıyı görmeden sadece webcam ile aşık olma mümkün mü? Evet inkar edilesi bir şey degil. Mümkün. Ama sorun böyle bir duygudurumun bizi tatmin edip edemiyeceği. Sorun bu tür bir iletişim kanalı aracılığı ile bir doyumun niteliği ve bunun bizim daha fazla insan olmamıza olanak sağlayıp sağlayamaması. Yanıtım yok bu sorulara? Kimin var ki? Ama ben günümüz insanının evrimsel olarak (hem gelişimsel hem zihinsel, hem de psikolojik olarak) bu tür bir deneyime hazır olduğuna inanamıyorum. Ve benim bu dijital bombardumanlı aşklar ve fantaziler dünyasında gerçeklikle bagıntıyı koparmadan ya da gerçekliği ve gerçeklikle bagıntıyı yeniden tanımlayarak bir doyum, insanca bir doyum (her ne ise bu!) bulup sevgiyi, aşkı, ve cinselliği yaşamanın ne denli mümkün olduğuna dair kaygılarım var.

Ya sizin?

Jul 17, 2010

Ağlamak

(...)
Ağlamak / ne duymamayım diye siyah aç kuşların çığlıklarını
Ne de merhametli bir evin sıcak kapısı açılsın diye
Ağlamak / rüzgarda titreye titreye
Ağlamak/ hiç kimseden hiç bir şey beklemeksizin
Ağlamak / sade kendi kendine ve sadece kendi için
Ve ben utanmıyorum yüreğimin bu halinden
Hayır!
Yüzümü kızartmıyor onun zavallı başını eğilip kendi kendine sokuluşu
Onun bu an böyle zayıf/ böyle hodbin /böyle sadece insan oluşu.

Tecritteki Adamın Mektupları / Nâzım Hikmet

şiirin tümü altta...

Jul 13, 2010

Hoşgörü Dini: Islam :-)

(Ayet linklerine tıklayarak, her ayetin hem Arapçasını hem de diğer bütün Türkçe çevirilerini okuyabilirsiniz).
  • Bakara/39
    İnkar eden kimseler ve ayetlerimizi yalan sayanlar cehennemlik olanlardır, onlar orada temelli kalacaklardır.
  • Nisa/56
    Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri biz ateşe atacağız. Derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için onların derilerini yenileyeceğiz. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
  • Beyyine/6
    Şüphesiz, inkâr eden kitap ehli ile Allah’a ortak koşanlar, içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte onlar yaratıkların en kötüsüdürler.
  • İnsan/4
    Doğrusu, inkarcılar için zincirler, demir halkalar ve çılgın alevli cehennem hazırladık.
  • Fatır/36
    İnkar edenlere cehennem ateşi vardır. Ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler; kendilerinden cehennemin azabı da hafifletilmez. Her inkarcıyı böylece cezalandırırız.
  • Fetih/13
    Kim Allah’a ve Peygambere inanmazsa bilsin ki, şüphesiz biz, inkârcılar için alevli bir ateş hazırladık.
  • Hac/19
    İşte iki hasım taraf ki, Rableri hakkında tartışmaya girmişlerdir. Bunlardan inkâr edenler için ateşten giysiler biçilmiştir. Başlarının üstünden de kaynar su dökülür.
  • Hac/20-21-22
    Onunla, karınlarının içindekiler ve derileri eritilir. Onlar için bir de demirden topuzlar vardır. Her ne zaman cehennemden, o ızdıraptan çıkmak isteseler, oraya geri döndürülürler ve onlara, “Tadın yangın azabını” denilir.
  • Secde/20
    Fasıklık edenlere gelince, onların barınağı ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde, oraya döndürülürler ve onlara, “Yalanlamakta olduğunuz ateş azabını tadın” denir.
  • Tevbe/35
    O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılacak da onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak ve, “İşte bu, kendiniz için biriktirip sakladığınız şeylerdir. Haydi tadın bakalım, biriktirip sakladıklarınızı!” denilecek.
  • Sad/57
    İşte bu kaynar su ve irindir, artık onu tatsınlar.
  • İbrahim/16
    Hüsranın ardından da cehennem vardır. Orada kendisine irinli su içirilecektir.
  • Nebe/24-25-26
    Orada ne serinlik ne de içilecek bir şey tatmazlar; sadece kaynar su ve irin….
  • Enbiya/100
    Onların orada derin bir iç çekişleri vardır! Onlar orada hiçbir şey işitmezler.
  • Müminun/104
    Ateş yüzlerini yakar; orada suratları çirkin ve gülünç bir halde bulunurlar.
  • Furkan/13
    Elleri boyunlarına bağlanmış, çatılmış olarak cehennemin daracık bir yerine atıldıkları zaman orada, yok olup gitmeyi isterler.
  • Nebe/30
    Kâfirlere şöyle denilir: “Şimdi tadın. Artık bundan sonra yalnızca azabınızı artıracağız.”
  • Gaşiye/6-7
    Onlara, acı ve kötü kokulu bir dikenli bitkiden başka yiyecek yoktur. O, ne besler ne de açlıktan kurtarır.
  • Mümin/49-50
    Ateşte bulunanlar cehennem bekçilerine: Rabbinize dua edin, bizden, bir gün olsun azabı hafifletsin! diyecekler. (…) Halbuki kafirlerin yalvarması boşunadır.
Kaynak: http://www.dinelestirisi.com/islam-elestirisi/allah-neden-bu-kadar-acimasiz-olsun-kuranin-sadist-tanrisi/

Jul 10, 2010

Islamophobia!

Fobi (phobia) asılsız ve yersiz korku ve kaygılar tanımlayan bir terimdir. Bu nedenle Islamifobi yanlış bir kullanımdır. Çünkü islamdan korkmak icin miliyonlarca olgulara dayalı gerekçe bulabilirsiniz. Bu nedenle islam korkusu denmeli fobi degil...



Jul 8, 2010

Ulan yoksulluk! Ulan kapitalizm! Ulan…

Yoğun geçen bir iş günüydü. Hava sıcaklığı 36 dereceyi bulmuştu. Bari bizim semtin havuzuna gideyim dedim. Aldım kitabımı yanıma ve güzel bir dinginlik içinde havuza gittim. Havuzun gişesine doğru yürürken önümde bir anne ile çocukları yürüyorlardı. Çocuklardan biri 13-14 yaşlarında bir kız ve diğeri 11-12 yaşlarında bir erkek çocuğuydu. Ne de neşeli görünüyorlardı. Insan bazan böyle küçük şeylerle de mutlu olabilir diye geçirdim içimde çocukların coşkusuna bakarken.

Gişenin önündeydik. Anne 3 kişi dedi. Gişedeki çocuk önce bizim semt sakini olduklarını belgeleyen bir şey istedi. Kadın ehliyetini gösterdi. Sonra da gişedeki çocuk tutarı söyledi. Kadın şaşkınlıkla tekrar sordu. Sonra “yok veremem onca parayı” der gibi bişey geveledi ağzında. Erkek çocuğunun sarışın yanakları kana kesmişti. Kadının ağzında geveleyişleri, çocuğun utancı, kırılmış hevesi. Aklımdan binbir şey geçiyordu. “Izin verirseniz ben ödeyeyim” desem? Kaş yapayım derken göz çıkarmak mı olurdu bu? Onurlarını inciter miydi sözlerim? Kimbilir belki kızgınlıkla bana “sen de kim oluyorsun?” der miydi kadın? Ben bunlarla cebelleşirken, dönüp park yerine doğru yürümeye başlamışlardı bile.

Içimde şu an tarif edemediğim bir karmaşa vardı: Kızgınlık, öfke, utanç, çaresizlik. Ulan yoksulluk! Ulan kapitalizm! Ulan…

Gişedeki çocuğun sesiyle irkildim. Yok vazgeçtim der gibi şöyle elimi sallayıp geri döndüm. Havuzunun da! Parasının da! Sıcağının da!

Hala kulaklarımda annenin kısık, kesik kesik konuşan sesi. Gözlerimin önünde yanaklarına kan sıçramış çocuğun yere bakan hali …

Jul 3, 2010

Sivas Katliamı ve Sünni-Müslüman Genellemesi

Temmuz yaklaşmaya başladığından beri sosyal medyada Sivas Katliamına ilişkin yazıların sıklığı sevindiriciydi. En azından insanlarda unutmaya - unutturulmaya yönelik bir bilincin ve duyarlılığın geliştiğine işaretti.
En çok dikkatimi çeken de Jamila Bayraktar adıyla duyurulan Sivas Yasında Buluşan Kadınlar adındaki imza kampanyasıydı. Kısa bir şeydi.
Sünni Müslümanların, boyutları insan havsalasına sığmayan bir zulmün sorumlusu olarak gösterildiği bir dönemde; bu yüzden karşılaştığım suçlamalara isyan ederken, bir tür şok hali içinde o zulmü tanımlamakta ve sorgulamakta yeteri kadar sorumlu davranamadım. O yangın bana da değdi, dağladı beni. Eğer bugün 2 Temmuz'a dönebilme imkanım olsaydı, Madımak otelinin kapısında durup bedenimle bir duvar olmak isterdim...
Şimdi bütün varlığımla bir daha hiçbir zulmetin kitleleri esir edemediği, kimsenin sevdiklerinden zamansız ve haksız koparılmadığı bir ülke hayal ediyorum. Ölümü değil, hayatı kucaklayan bir ülke!

17. yılında Sivas mazlumlarını anıyor, ailelerinin ve sevenlerinin acısını paylaşıyoruz.

Ayrıntıya düşmeden beğendim bu bildiri niteliğindeki kampanyayı. En çok da “Eğer bugün 2 Temmuz'a dönebilme imkanım olsaydı, Madımak otelinin kapısında durup bedenimle bir duvar olmak isterdim...” cümlesiydi bütün umudumu kamçılayan. Ilk defa görüyor ve duyuyordum müslüman kesimden özüre yönelik bir çaba. Desteklemek istedim. Teşekkür ederek gösterdim desteğimi.

2 Temmuz günü bu kampanya ile ilgili, özellikle FriendFeed’de, ateşli tartışmalar yaşandı. Birileri bu özür dilemenin “özur dilemek” olmadığını iddia ediyorlardı çünkü imza kampanyası metninin daha ilk cümlesinde “sünni müslümanların” haksız yere sorumlu gösterildiği iması vardı. Yani bu bildireye yöneltilen eleştirinin temel varsayımı bu bildirinin asıl derdinin özür dilemek ve toplumsal barışa hizmet etmek değil dolaylı bir şekilde suçluyu aklama çabasının olmasıydı. Bu metni sahiplenen Jamila da (ki kendisi metni yazanlardan biri sanırım) bu eleştirilere yanıtlar veriyordu. Jamila’nın ilk tepkisi bu eleştirilerin eleştiri değil bir karalama kampanyası olduğu yönündeydi. Sonraki tepkisi de savunmaya yönelikti ve “sünni müslümanlar” teriminin ve suçlamalarının aşırı genelleme olduğu yönündeydi, çünkü Jamila, örneğin, bir sünni müslümandı ama o katliama katılmadığı gibi onaylamıyordu da.

Bence imza kampanyasının metnine olan eleştiri bir karalama amacı gütmüyordu; yerinde ve haklı bir sorgulamydı. Ama belli ki metni hazırlayanlar gerçekten kendilerine ve inançları olan sünni müslümanlığa “aşırı genelleme” metoduyla haksızlık edildiğine inanmışlardı. Eminim Jamila ile oturup bilimsel yöntemin genellebilirlik ilkesi ve mantığını tartışsanız size bi güzel pozitif bilimin bu yönteminin nasıl da iflas etmiş modernist projenin bir kalıntısı olduğunu söyler. Ama Jamila ve benzeri biçimde düşünenlerin bu aynı post-yapısalcılık bulaşmış orientalist eleştirel bakış açısını Sivas katliamına bakarken kullanmakta o denli başarılı olmadıklarını (ya da kullanmak istemediklerini) görüyoruz.

Sosyal meseleler ve problemlere gelince gerçekten pozitivist bilimin o genellebilirlik – genellememezlik ilkesi işlemez. Örneğin bir zenci için zalim, ırkçı, köleci, sömürgeci olan “beyaz adamdır”. Zenci için “Ya bütün beyaz adamlar aynı değil, böyle genellemelerle onlara haksızlık ediyorum” diye düşünme çok mu çok lükstür. Bu göreli genelleme bir soyutlamadır, ve bilişsel bir yapısallaştırmadır. Bunu yapan zencinin olası "iyi beyaz adamların" varlığını inkar ettiği anlamına gelmez. Ve gerçekten duyarli beyaz adam da bunu bilir ve anlar. Duyarlı beyaz adamlar zencinin kızgınlığını da anlar ve destekler.

Bu nedenle duyarlı sünni müslümanların yapması gereken şey “bizi suçlamayın” demek yerine, katliam(lar)da inançlarının oynadığı rolü tanıyıp kendi inançlarının ve inanan insan tipinin analizine yönelmektir. Bunu yapmadıkları sürece yapacakları girimşilerin samimiyeti her zaman şüpheyi beraberinde getirecektir. Katliama aktif ve pasif olarak katılan faşist-katil-bağnaz-yobaz kitle sünni müslümandı, onlar evrendeki bütün sünni müslümanları temsil etmeseler de, onların sünni müslüman olma gerçegini “aşırı genelleme” ilkesi argümanıyla değiştiremezseniz. Eğer duyarlı-sünni-müslüman kitle gerçekten dürüst ve samimi ise söylediklerinde, kendi inançlarının analizine yönelip nasıl oluyor da bu inançlı insanların o denli kolay tahrik olduklarını, tahrik olup insan öldürdüklerini, katliamlara katıldıklarının analizini yapıp bu ve benzeri her tür eylemin inançlarıyla ilişkisini yadsımaları gerekmektedir…

Diğer bir deyişle oruç tutmayanların bile inanca dayalı bir gerekçeye sığınarak öldürüldüğü bir sünni müslüman kültürle karşı karşıyayız. Durum böyleyken gündelik yaşamımızda bu kültürün her tür şiddet formlarıyla karşı karşıya kalan bizler için bu kültürün analizini yapmak ve özeleştiri mekanizmasını çalıştırmak yerine bir tür isim aklama kampanyasına kalkışan kişilerin bu çabaları doğal olarak bize pek inandırıcı gelmemektedir.

Jul 2, 2010

2 Temmuz 1993, Sivas

Ben anlarım
Bu acı bizim ora işi hançer acısı
Bir ülkedeniz ne de olsa
Aynı dili konuşsak da
Anlamayız birbirimizi
Hançerin nakışı
Tanıdım acısından Sıvas işi

Aziz Nesin