Pages

Sep 30, 2010

Ne Kalır

Ne kalır ne kalır
Tuz gibi susayan, nane gibi yayılan
Dokuzu unutulmuş on yüz mü kalır
Onu da unutulmuş bir şiir belki kalır
On çizik, on çentik, on dudak izi
Bir çay bardağında on dudak izi
Aşklardan sevgilerden
Suya yeni indirilmiş bir kayık gibi
Akıp geçmişsem, gidip gelmişsem
Bir de bu kalır.

e.cansever

Sep 26, 2010

Irkçılık ve Ruh Sağlığı - II

Ruh sağlığı konusunda tek resmi otorite olarak kabul edilen Amerikan Psikiyatri Derneği (APA) şimdiye kadar hiç bir zaman ırkçılığı, aşırı ırkçılık da dahil, resmen bir mental bozukluk diye tanımlamadı (Poussaint, 2002). Tarihsel olarak bu mesele 1960’lara kadar uzanıyor; Bir grup sivil hak savunucusu Afrikalı-Amerikalı psikiyatrist bu meseleyi gündeme getirmiş ama sonuç alamamış. APA’nin verdiği yanıt problemin kültürel olduğu yönünde olmuş. Yani 1960’lardan beridir iki görüş var ortada diyebiliriz. Birileri ırkçılığı sosyal, kültürel, ve hatta ögrenilmiş bir davranış örüntüsü olarak görürken bir diğer grup da bunun normative değil alabildiğine patalojik olarak görmektedir.

Ben APA’nin resmi açıklaması yönündeki eğilimlerde bilimsel kaygıdan öte sosyopolitik ve ideolojik kaygıların yatmakta olduğuna inananlardanım. Yani koca bir toplumu, özelinde hele hele Amerikan halkını, hasta ilan etmek (ki gerçekten dünyada ırkçılığın bu denli bir toplumun en ince dokusuna kadar işlemişini bulmak oldukça zordur sanırım) kolay göğüslenebilecek bir şey değildir. Her ne kadar Freud bireyler kadar toplumlar da hasta olabilir demişse de APA’nin ideolojik misyonu kesinlikle böyle bir şeyi onaylamayı izin vermezdi. Ve eminim eğer öyle bir şeyi APA kabul etse(ydi), birileri çok rahatsız olur, bir çok kişi işinden olur, bir sürü önüne geçilmesi zor olaylar yaşanabilir(di). Yoksa APA’nin kara kitabı (bazan bir ceza yasası gibi algıladığım için böyle derim ben) DSM’ye (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders) baktığımızda mental hastalık tanımı ve kriterleri bir ırkçının kafasında olup bitenlerle çok mu çok ilişkisiz olmadığını görebiliriz. Örneğin patalojinin en temel kriterlerinden biri gerçeklikten kopuk algı ve inanışlardır. Irkçı algı ve düşünceye baktığınzda da ırkçı anlayış, yargı, ve kanıların gerçeklikle ilişkisinin sağlıklı olduğunu ileri sürmek oldukça zordur. Bir ırkçının nefert duyduğu gruplara ilişkin duygu durumuna baktığınızda bu duygu durumunda anti-sosyal kişilik bozukluğundan tutun da paranoid ve şizoid bozukluklara kadar bir çok patalojik öge bulabilirsiniz.

1970’lerin başında gönüllü olarak akıl hastenelerinde çalışmış bir zenci sosyolog anlatmıştı. Bir sizofren getirmişler bir gün. Adam UFO’lara ve UFO’ların dünyayı işgal ettiğine falan inanıyor. Hatta aile yakınlarını bile tanımayacak kadar gerçeklikten kopmuş bu adam bizim zenci sosyoloğu görünce adama “fucking nigger!” diyerek aşağılayan tavrı hemen takınıvermiş. Bunu dinlerken ırkçılığın patalojik dünyanın nasıl da doğal bir parçası olduğunu düşünmüştüm. Annesini bile tanımayanın zencinin “nigger”liğine ilişkin tanıdıklığını yitirmemiş olması başka nasıl açıklanabilir ki!

Çok derinlemesine incelemeye dahi gerek duymadan şöyle bir etrafa bakıp ırkçılığa ilişkin ilk elden akla gelen soruları şöyle sıralanabilir:

  • Kendisine etniğinden ya da derisinin renginden dolayı ırkçılık yapıldığıdan rahatsız olanın başkasına benzer şeyleri yaparken rahatsız olmaması ile şizofrenlerde görünen benliğin bölünmesi arasında ne derece farkı vardır?
  • Peki 12 yaşındaki bir çocuğun katledilişi karşısındaki duygusal küntlüğün psikolojik açıklaması nedir?
  • Irkçılığa dayalı soykırımlar nasıl olurda normal bir ruh halinin yansısı olabilir?
Bence bu ve benzeri sorular bilimsel anlamda geçerli sorulardır ve yanıtlanmayı (bilimsel çalışma ve ararştırmalarla tabii) hak etmektedirler. Irkçılığı bir sosyal fenomen olarak gören resmi APA anlayışı bireydeki patalojiyi o fenomenden nasıl ayırdığını bir türlü açıklayamamaktadır. Garip garip gerekçelerle kıvırmaktadır. Örneğin en ilginç kıvırmalardan biri ırkçılığın mental hastalık olarak kabul edilmesinin asıl gözünü kin ve nefret bürümüş ırkçılarca (ki bunlar nasıl oluyor da sağlıklı normal bir insan diye görülüyor orası da şaşırtıcı) suistimal edileceği yönündeydi. Bu daha çok hukuğu ilgilendiren kaygı hemen nasıl oluysa birden APAin derdi oluyor. Aslında yine bunun altında APAnin Amerikan halkının intikam alma geleneği ile çatışmaktan kaçınması yatıyor gibime geliyor. Amarikan hukuk sisteminde oldukça içkin olan bir intikam geleneği (culture of vengeance) hala varlığını sürdürmektedir. Bu nedenden dolayıdır ki idam cezası yaygın bir biçimde uygulanmaktadır.  

Psikiyatri ve Psikoloji bırakıp egemen ideolojinin ve gerici kültürel normların yardakçılığını yapmayı bilimsel kaygılarla soruna yaklaşmalı ve tanıyı koymalıdır. APA’in takındığı tavır öylesine zavallı ki, probleme ilişkin soruyu bile sormaktan çekinmektedir. Problemin sosyo-kültürel olduğunu iddia ederek problemi savuşturmaya çalışmaktadır. Işe bunun içindir ki, APA her şeyden önce ırkçlığı algısal ve duygu durumsal bir patalojik bozukluk olup olmadığını sormakla işe başlamalıdır. Sonra da verilere dayalı olarak konu yeniden tartışılabilir.

Sep 25, 2010

Irkçılık ve Ruh Sağlığı - I

Friend Feed’de Belçika’da yaşayan Baran Amed adlı kullanıcı boynunda üç hilalli kolye, parmağında bozkurt yüzüğü olan birinin Bürüksel’de Belçikalıların nasıl da ırkçılık yaptığından dert yandığından sőz ediyordu . Çok eminim, bu tip Bolu’da olsa TAYAD’lılara saldıranlar arasında da olurdu

Amerika’da da bunun türlü türlüsünü gőrmek mümkün. Yabancılara ırkçılık ve ayrımcılık yapıldığını sőyleyen bir sürü Türk bulursunuz ama içlerinden Türkiye’deki duruma eleştirel bir bakış getireni zor bulursunuz. Üstüne üstlük bunların bir çoğu kendilerini beyazlar safından gőrüp zencileri, Meksikalıları, Hintlileri vb. beğenmez ve onları aşağı gőren yorumlarda dahi bulunurlar. Özellikle beyaz Amerikalıların bulunduğu ortamda Türkiye’ye ilişkin ne mesele konuşulursa konuşulsun bu tipler anında birer trurizm elçisi kesiliverir ve Turkiye’ye iliskin bir tek olumsuz şeyden söz etmezler, eden olursa da vatan haini ilan ederler. Sonracığıma efendim bu tipler çocuklarının Ingilizcelerinin aksanlı olacağı kaygısından Türkçe bile öğretmezler. Çocuklarına Ingilizce isim ya da orta isim de verirler.

Bu size psikolojik olarak normal bir prototip çiziyor mu? Bence çizmiyor. Bence şu ırkçılık ile akıl hastalığı ilişkisi yeniden sorgulanmalı. Bir dahaki sefere. Belki…

Sep 24, 2010

Serpil Odabaşı: Sanat, Ironi ve Öfke

Serpil’li biliyorsunuz. Hani her gűn daha da bi ustalaşan ve űrettikleriyle sesi olan sesi kısılmışların. KAOS GL’nin Serpil’le yaptığı rőportaj Serpil’deki içgőrű ve potensiyelin ipuçlarını veriyor bize. Rőportajı okumak için buraya tıklayın.

Serpil sadece ressam değil. Serpil ressam-insan. Serpil anarşist. Serpil devrimci. Serpil feminist. Ve Serpil bunlarin bir bileşeni. Serpil hepimizin derdi olan ama bir çoğumuzun bilerek ya da bilmeyerek kaçtığı dertleri sorun ediyor kendine. Onun için sőyleyecek çok şeyi var. Onun için őfkeli, hırçın, ve bela mı bela. Bűtűn bunların őtesinde bir de, Serpil ezilenlerin dilini, yűreğini, ve beyninin nasıl işlediğine dair içgőrűleriyle onların pedagojisine katkı sağlayan bir eğitimcidir de. Őrneğin sergilerinin başlıklarındaki ironiye ilişkin (Kat(i)li Műbah ve Yokluğum Varlığına gibi) diyor ki “Bu, öfkeden ve çaresizlikten ironiye sığınma durumu olabilir. Ezilenlerin en güçlü silahı, alay etmektir çünkü yapacak başka bir şey yoktur.”

Ve ironi bazan bir sığınakken bazan da koca bir gűç kaynağıdır; ezilenin ve műcadele edenin dinamosudur. Motive edicidir. Çűnkű ezenle, ezileni aşağı gőrenle alay edebilmek hafife alınır şey değil. Baskı ve zulum altındayken ironi bir kalıp TNTdir ağzınızın kenarında bir çiçek niyetine taşıdığınız. Yani tahrip gűcű yűksek bir başkaldırıdır ironi. Ezenin ezilen űzerindeki hegemonyasını olanaklı kılan en belli başlı uygulamalardan bazılarının ezilenin insansızlaştırılması, benlik saygısının dűşurűlmesi, kendini değersiz ve gűçsűz hissetmesini sağlamak olduğunu dűşűndűğűműzde ironinin gűcűnű daha iyi gőrebiliriz. Ironi bu anlamda őzgűrleştiricidir, destekleyici ve gűçlendiricidir (empowerment). Ironi ezileni insansızlaştıran bűtűn baskicı pratik ve teorilerin antidotudur; Gűldűrerek ezilenin insan kalmasına olanak sağlar. Gűlűmseterek ezenin mantıksızlığını, gizil ideolojik açmazlarını açığa vurur, bir deprem etkisinde temellerini sarsar.

Serpil sergilerinin başlıklarını bulmak için őzel bir çaba sarfetmediğini sőylűyor; “...başlık tam da dilimin ucuna geliyor. Başka bir şey olamıyor sergi isimleri…” Bu da ezenin yarattığı sistem ve hegemonyanın saçmalıklarının kendini doğallığında ele verdiğini sőylűyor bize.

Serpil’in sergilerine gidin, maskelerinizi ve kendinizle yűzleşmekten kaçmak için sığındığınız sistemin size sűsleyip pűsleyip her tűr medyatik aracı kullanarak sunduğu ucuz akıl yűrűtmeleri bir kenara bırakıp koyverin kendinizi. Serpil’in kendine dert ettiklerinin sizin de derdiniz olduğunu gőreceksiniz.

Ve insan olarak kalmak için ya da insanlaşabilmek için herkesin ruhunu birazcık da olsa Serpil’in őfeksine banması gerekiyor diye dűşűnűyorum…

Sep 14, 2010

Anlamın Anlamsızlaşması


“Herkes aynı şeyi istiyor aslında ama biri “evet” derken őbürü “hayır” diyor, bir diğeri de boykot ediyor."
"Sadece kadınlar ezilmiyor bakın erkekler de eziliyor. Bakın biz erkekler kadınlar kadar rahat ağlayamıyoruz mesela."
“Sadece Kürtler değil biz Türkler de geri bırakılıyoruz”
“Şurdaki eylem de başka bir şiddet formudur, onu destekleyerek senin hiç bir farkın kalmıyor şu bomba atandan.”
Ne zamandan beridir her şey çabucacık bir tek şeye, aynı şeye dőnüşür oldu sahi? Bir tek cümle ile bir şeyi oluşturan onca faktőrü ve değişkeni nasıl da gőz ardı ederek büyük büyük laflar eder olmuş herkesler. Herşey nerdeyse bütun etkilerden arınmış ve korunmuş cam bir fanus içinde olup bitiyor sanki. Sanki bir şeyi oluşturan nesnel ve tarihsel etkenler o şeyin o şey olması ile doğrudan ilgili değilmiş gibi.

Bu durumu anlamın sağduyunun yőrüngesinde fır dőnerken anlamsızlaşması diyerek ifade edebiliyorum ancak. Sağduyuya ya da statükoya paralel şeyleri ünlülerden alıntılarla (orta okul iki kopmpozisyon dersini hatırlayın, Nietzsche’ye ne dersiniz? ) ya da bir iki etik ya da norm değeri yüksek sőzle (insanlık, dostluk, kardeşlik gibi) eşleştirince sanki yeni bir teori üretmiş sanıyor birileri. Ya da cümlenin fiilini değiştirmeden sadece nesnesini değiştirerek sosyal eşitsiliği, yoksulluğu, ayırımcılığı açıkladıklarını sanıyorlar (yukarıdaki őrnekler gibi). Hatta hatta açıklamanın őtesinde sőzü edilen problemi çőzdüklerini bile sanıyorlar.

Oysaki bu tür sőylemler duruma ilişkin yeni bir şey sőylemediği gibi, olanı da bulanıklaştırmaktan başka hiç bir amaca hizmet etmiyor. Bilinen odur ki bulanıklık sis ve pusu seven çakallara yarar ancak.

Diğer bir deyişle biraz elitist, biraz populist, biraz arabesk, biraz post-modern, ve biraz da post-yapısalcı tavır takına takına ne idüğü belirsiz bir dil, bir söylem üretilmiş de birileri kendilerince sosyo politik analiz yaptığını sanıyor. Ya da birileriyle ya da toplumla iletiştiğini sanıyor. En siktiri boktan burjuva pezevenginin en siktiri boktan ayakkabı fetişisti sekreteri bile öyle büyük laflarla cümleler kurar olmuş ki şaşıyor ve “yahu bak bu söylediklerinin ne mene bir şey olduğunu zerre kadar bile anlıyor olmuş olsan bu boyalı saçlarını kırp kırp kesip sonra da klitorisine taktığın halkadan kendini asman gerekirdi” diyesi geliyor insanın…

Sep 13, 2010

Beter Olun!

Referandum bitti.

Simdi birileri yüzleri dahi kızarmadan Nietzsche’nin şu sőzlerinden teselli bulmaya çalışıyorlar?

“Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır! Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir!”


Midemi bulandırıyorsunuz.

Sanki on yıllardır seçimlere katılan aynı cahil toplum değilmiş gibi. Sorarlar adama “şimdi mi battı size toplumun cahilliği?” diye. Ayrıca 1923’den beri toplumu cahil bırakmak için elinden geleni ardına koymayan yine sizin mentaliteniz ve ideolojiniz değil miydi? Şimdi kontrol elinizden çıktı diye mi bütün bu kaygınız?

Beter olun!

Sep 10, 2010

Ben iskence Altindayken O Bale Yapardi

Size 12 Eylül mağdurlarıyla ilgili yazılarınız dolayısıyla yazıyorum. Yazılarınız ben ve benim gibi gerçek mağdurların neler hissettiğini çok güzel anlatıyor. Ama hala anlamayanlar için ben de neler yaşadığımı anlatmak istiyorum. Bu yazımı yayınlarsanız çok sevinirim.

12 Eylül darbesi yapıldığında; ben 18 yaşında bir üniversite öğrencisiydim. Ankara’da büyüyen ve büyük bir şehirde yaşamanın insana kazandırdığı özelliklerin farkındaydım. Ben fakir bir ailenin kızıydım ve aileme göre; köyünde üniversiteyi kazanan ilk genç kız olduğum için de gurur kaynağı idim. Ailemin ve kendi hayallerimi gerçekleştirmek için her türlü zorluğa katlanmalı ve mesleğimde bir isim olmalıydım. Okulda sınıf birincisiydim. O yıllar Türkiye ve Hacettepe Üniversitesi çok karışıktı. Herhangi bir siyasi faaliyet içinde değildim. Ama solcuydum, bir fikrim ve bir görüşe sempatim vardı. Etrafımda olan bitene duyarlıydım ama, önce okul bitmeliydi. O yıllar herkes kendi imkanlarıyla okuyordu. Fakir olmamıza rağmen ailem kimseden yardım talep etmiyordu. Çok onurluydular. Kimse fakir olduğumu fark etmezdi. Eğitimimi iyi şartlar içinde sürdürebilmek için, her yaz çalışmak zorundaydım. 1980 yazında hazırlığı bitirmiş, İstanbul Sedef Adası’nda Ankara’lı zengin bir ailenin yanında ev işi ve ahçı yardımcılığı yapmak üzere işe girmiştim. Bir üniversite öğrencisinin böyle bir iş yapması aileyi ve özellikle de kızlarını şaşırtmıştı. Evin hanımı İşçi Partisi üyesi imiş gençliğinde. Bana verilen müştemilatta tek başına kalıyor, geceleri yorgunluktan şişmiş ayaklarımı dinlendirirken, kitap okurken uyuya kalıyordum. Neden ayaklarım çok şişiyordu biliyor musunuz? Aile mutfakta ayakta yemek yememizi istiyordu, masaya oturmamız yasaktı. İşte bu evde iyi ilişki kurduğum biri vardı. Çünkü aynı yaşlardaydık. Evin küçük kızı . O dev malikanede ona özel olarak yapılan bale stüdyosunda gece gündüz hırsla ve istekle bale çalışıyordu. Bir hayali vardı benim gibi… Ben isteklerime kavuşmak için o evde , şimdi anlatamayacağım tavırlara muhatap olmak zorundaydım ; çünkü ben o evde bir hizmetçi idim. Ben adada iken 12 Eylül gerçekleşti. 12 eylül darbesi o adaya uğramadı. Tatil ve iş bittiğinde ailenin özel şoförü ile okula gittiğimde arkadaşlarıma anlatacağım çok şey vardı.

O yaz 1. Sınıf finallerine hazırlanıyordum. Gece yarısıydı, ailem uyuyordu ve ben ders çalışıyordum. Sanki kapımız parçalanıyordu. Gelenler; beni aldılar, gözlerimi bağladılar, ailemi tekmelediler ve gecenin karanlığında bilinmeyen bir yolculuğa çıkardılar. Kimliği belirsiz bir ihbar sonucu hayatımın yönü değişti. Ailem beni tam 15 gün sonra bulabildi. 45 gün özgürlüğüm çalındı. Hani şu günlerde çok anlatılan Diyarbakır cezaevi gibi, hatırlamak istemediğim Ankara Emniyeti DAL ekibi birilerine tanıdık gelir. Korku ve isyan tüm benliğimi kaplamıştı. Yapılan işkenceleri anlatmak istemiyorum. Sadece şu acı anımı paylaşmak istiyorum. Özgürlüme kavuştuğum günlerden birinde Ulus semtinde otobüs durağında beklerken; gözaltındayken bağlanan gözlerimin bağcığının altından zihnime kazınan işkencecimi tekrar gördüğümde, ayaklarımın bağının çözülüp yere yığılmamı bugün bile aynı korku ve acıyla hatırlıyorum. Küçük bir hücrenin penceresinde ki tanıklıklarımı, kişiliğimin ve mesleğimin bana kazandırdıklarıyla yıllar süren mücadeleyle aştım.

Askeri mahkemede yargılandım ve beraat ettim. Aradan tam 30 yıl geçti. Mesleğimi tam 15 yıl sonra yapabildim. Anne oldum. O günlerden kalan korku yine yüreğimin tam ortasına oturdu şu günlerde. Bir televizyon programında Sedef adasında hayallerinin peşinden koşan kız referandumda 12 Eylüle hayır diyebilmek için evet oyu kullanacağını anlatıyor ve hayır diyenleri anlamadığını söylüyordu. Oturduğum koltuktan televizyonun içine akmak istedim. Yaşadıklarımdan, yaşadıklarımızdan haberin var mı diye.. O; 12 eylülün hemen arkasından Amerika’ya uçtu ve hayallerini gerçekleştirdi. Ben bu ülkede kaldım ve hayallerimi gerçekleştirmeme izin vermediler. Bir kere fişlenmiştim. Yaşadığım olumsuzluğa rağmen okulu bitirmiştim. Yıllarca sınavlar kazanmama rağmen güvenlik soruşturması adı altında işe girmemi engellediler. 12 Eylül darbesi nice ocağı söndürdü nice yüreklerde sönmeyen ateş bıraktı. Dün; ben ve benim gibilerin yaşadığını bugün tanımadığımız ama aynı kaygıları paylaştığımız başkaları yaşıyor. Ve ben bunu görüyorum. Dün askerlerin yaptığını bugün iktidardakiler yapıyor. Yine bazı yurtseverler içerde. Sadece onlar gibi düşünenler ve onlardan olanlar konuşabiliyor. Bugün size adımı vermekten korkuyorum. Ülke dün olduğu gibi; benden olanlar ve ötekiler diye ikiye ayrılmış. Demokrasiyi araç görenlere inanmamı beklemeyin. Düşündüklerimi özgürce haykırıncaya kadar ve bu yolda canlarını feda edenlerin yolundan ayrılmayacağıma namusum üzerine söz vermişim ben… Ben ülkemi en umutsuz olduğum zaman bile sevdim. İstediğim; herkes için iliklerine kadar demokrasi ve özgürlük. 12 Eylül darbesini yaşayıp mağdur olan ve evet diyenler arasındaki farkımız ise intikam duygusundan uzak olmamız… İstediğim herkes için adalet hemen şimdi! İşte bu yüzden Sayın Zeynep Tanbay bu yüzden Hayır diyorum. Tüm acı çekenler ve hayallerini gömmek zorunda kalanları ilk kez anlamanız dileğiyle.....Ülkemin aydınlık geleceği için….

Psikolog Arife Tamer

Odatv.com

Sep 9, 2010

çelişkili kötü bir şiir

Nicedir arayıp da bulamadığım Arkadaş Özger’in bu şiirini nihayet buldum. Mutlaka paylaşmalıyım…


kadercinin / kendine tapmadan önceki son -ya da sona yakın- öfkesinin bir dünya görüşünün yorumuna başlangıç olan/ çelişkili kötü şiiridir

açtık çok açtık çok çok açtık
ekmek istedik kadın istedik tanrı İstedik


ve oturup ağladık niye
ve niye hiç görmemiş gibi sanki
oturup hep birlikte ağladık ona şaşıyorum
ona şaşıyorum biz sanki hiç ekmek görmedik
yemek için
hadi hiç görmedik diyelim / çok doğru /
sanki hiçbir şey de mi yemedik


bak biz helva yedik güneşe karşı
/ şapka alıcak paramız yoktu / helva yedik
sonra güneş yedik yüz derece sıcaklıkta
şart değildi biliyorum güneş yememiz
güneş onlarındı biz hırsızız hem valla hem billa
biz toprak yiyorduk o zamanlar katık olsun diye
güneşi de yedik yüz derece sıcaklıkta hırsızız valla

bak biz daha neler yedik
inanamıycaksınız ama hem valla hem billa
eylüllerden tutun da nisanlara kadar
göğün saralı günlerinde yağan yağmurlarda
ve de vıcık vıcık çamurlarda
ve de dizboyu karlarda
ve de en bi fena havalarda
/ biliyorum inanmıyacaksınız ama /
ayaz yedik soğuk yedik hem valla hem billa
yağmur yedik çamur yedik kar yedik
ve de eylüllerden nisanlara kadar
umut yedik umut yedik memetler gibi


hadi hadi söyletmeyin biz daha neler yedik
yüzüne tükürülmez adamlardan tekme yedik valla
çelme yedik tokat yedik alışkınız acımayın bize
o yüzüne tükürülmez adamlar var ya
onlar bile hep bizden yediler
yediler kollarımızı ellerimizi tırnaklarımızı
yediler gücümüzü terlerimizi
güç deyip ter deyip önemsemeyin
bizim günboyu kullandığımız şeyler
ama biz yiyemedik oh deyip
kollarımızı ellerimizi tırnaklarımızı
ve de gücümüzü terlerimizi

hadi hadi biz daha neler yedik
ot yedik et yedik
bok yedik/


açtık çok açtık çok açtık

kadın istedik tanrı istedik

ve oturup ağladık niye
ve niye hiç görmemiş gibi sanki
oturup hep birlikte ağladık ona şaşıyorum
ona aşıyorum biz sanki hiç kadın görmedik
biz galiba hiç kadın görmedik / çok doğru /
biz iş gördük güç gördük kadın görmedik
zaman mı bulamadık ne/ biz kadın görmedik


ve bir kadın aldık çarşıdan birşeyler umarak
kadın dediler soy dediler soyduk
giysilerini soyduk kadının ve şeylerini
ve salt kadın dediler salt kadındı şimdi o
salt erkek bekliyordu şimdi biz salt erkeğiz
salt erkeğiz ve çok açız dayanamadık
soymayı sürdürdük kadını gözlerimizle
ve soyduk giysilerini kadının ve şeylerini
ve soyduk saçlarını dudaklarını ve gözlerini tardıeu gibi

ve soyduk birşeyler umarak derilerini etlerini
ama hep birşeyler umarak soyduk herşeylerini
ne çıktı karşımıza biliyor musunuz sonunda
salt kadın yerine salt kemik
ve kemikler arasında kirli bir yürek
çirkin korkunç bir iskelet
oysa hep başka düşlemiştik kadını
en iyi en güzel ve sıcacık
ve de temiz yürekli / yani kadın
yani kadın /

biz çok açtık kadın istedik
yani kadın yani sevgi yani aşk
ama en iyi en güzel ve sıcacık
ve de temiz yürekli
yani kadın


açtık çok açtık çok çok açtık

tanrı istedik

ve oturup ağladık niye
ve niye hiç görmemiş gibi sanki
oturup hep birlikte ağladık ona şaşıyorum
ona şaşıyorum biz sanki hiç tanrı görmedik
hadi hiç görmedik diyelim / çok doğru/
tanrı da mı hiç görmedi bizi
hep bilinen şeyler gibi yinelemek
ama yalnız yinelemek hep yinelemek hep umarsız
-sen n'apıyorsun orda sen n'apıyorsun
-hiç sigara kutusu topluyorum yerden yakıcam
-bak bir odun düştü arabadan alsana
-yok onu öteki alsın o çok yoksul
-kamyona geleyim mi abi kamyona iyi taş taşırım
-beş liradan fazla vermem bak hava cok soğuk
- manton yok mu senin bu kış kıyamette
-hırkam eski biraz ama olsun yündür tutar gene
çıplaklıktan iyidir
-bu adam deli mi ne yırtık gömlekle bu soğukta
-ben karı iki beş de çocuk yedi bir de tanrı sekiz kim
ısıtacak bizi kim doyuracak bizi
-'inandığımız tanrı -da- yalnız bıraktı bizi'


bağışlatıcı olmuyor ey bagışlatıcı olmuyor
bilmem nerelerdeki özgürlük şarkıları
bizim özgürlüğümüzü bunca kısıtlamışken

tutsaklığımızı sürdürürken ezerken ezdirirken
kurdukları düzende kayırdıkları güçlere


kayırdıkları güçlere sanki biz insan değiliz

gökyüzüne uzanmaktan yoruldu ellerimiz
ne isteriz ne isteriz bilseniz
bilseniz inanca karşı gelmek ne zor
bilseniz ekmek yemek su içmek ne zor
bilseniz mutluluk ah mutluluk
mutluluk çok ötelerde şimdi
nedensiz isteksizliğiyle vermekten kaçındığı bizlere
bizlere yani kendi yarattığına
/ ne gülünç kendi yarattığına /
mutluluk çok büyük ve çok ötelerde şimdi
tanrı kadar
ulaşılmaz

bir ulaşsam bir ulaşsam yok mu ya bir ulaşsam
kimselere bırakmıycam kimselere bırakmıycam
ama gücüm ama gücüm ama gücüm kısıtlı

valla bıktık billa bıktık yaşamaktan
ben insanım dedik günahkâr olduk
ben tanrıyım dedik günahkâr olduk
ben günahkârım valla

ben günahkârım valla ve de tüm günahlarını insanların
topladım omuzlarıma/ ben günahkârım valla
bir hafifledim bir hafifledim ki sormayın
günâhlar ne hafif şeyler öyle ve de ne güzel

ben hep tanrıyı düşündüm tanrıyı sevdim
ben hep tanrının dediğini yaptım günahkâr değilim
baktım hiç düşünmedi tanrı beni hiç sevmedi
baktım tanrı hiç yapmadı dediğimi

töbe töbe ben günahkârım valla

kaynattım üç tencerede üç ayrı aşı
ekmeği kadına kadını tanrıya tanrıyı ekmeğe üleştirdim

Forum, 15 ekim 1969

Sep 6, 2010

Anadil ve Asimilasyon

Serpil Odabasi - Vatandaş Türkçe Konuş
Bana anadilim öğretilmedi. Türkçe öğretildi can yeleği gibi. Ilkokulda Kürtçe ya da Zazaca konuşmadığım için öğretmenlerimce ödüllendirilirdim. Diğerlerine örnek gösterildim. Okul bahçesinde oyun oynarken bile Türkçe dışında dil konuştu diye dayak yiyen arkadaşlarımı hatırlarım. Öğretilen konuyu yeterince iyi anlayamayışı dili bilmemeye değil de zeka düşüklüğüne yorulup aşağılanan arkadaşlarımı hatırlarım. Kendimi suçlu hissederdim onlar dayak yerken, aşağılanırken.

Sonra Izmir’e geldik. Ilkokul 5inci sınıftaydım. Öğretmenim beni göklere çıkarıyordu “bu çocuk diğerleri gibi değil” derken. O “diğerleri”nin kim olduğunu bir türlü anlamıyordum ama övgü(!) almak hoşuma gidiyordu. Soruyor muydum “kim onlar?” diye. Onu hatırlamıyorum. Hatırladığım, benim üzerimden bütün kürtlerin aşağılandığını sonradan anlayacaktım.

Süleyman diye bir çocuk vardı mahallemizde. En iyi arkadaşımdı. Bir gün annesi öfkeyle geldi ve “ben sana demedim mi bu pis kürtlerle oynama diye ha? Demedim mi?” diye diye döverek götürdü. Içimden nasıl bi ağlamak gelmişti! O zamana kadar yaşadığım hiç bir şeye benzemiyordu bu defaki ağlama duygusu. Ne yediğim dayaklara, ne aldığım cezalara, ne de aldığım küfür gibi övgülere. Hiçbirine benzemiyordu. Annemi de o denli öfkeli görmemiştim. O erkek egemen ve müslüman feodal kültürün altında ezilip posası çıkmış o sessiz, sedasız, o ezik anam nasıl da öfke dolmuş komşuya bağırıyordu “Bu çocuklardan ne istiyorsun? Oğlum sana ne yaptı? Kürtler sana ne yapmış?” diyordu…

Kürtçe ögreneciğim demiştim. Denedim. Olmadı. Bir türlü olmadı. Çünkü evde, okulda, ve sokakta egemen olan dil Türkçeydi. Doğal olarak da kolaydı her defasında Türkçe’yi seçmek. Ortaokul son sınıfta şiirle tanıştım. Ahmet Arif, Nazım, Enver Gökçe, Birinci yeniciler, ikinci yeniciler, ve diğerleri… Şiir bana dili sevmeyi öğretti. Türkçe’yi sevmeyi; ilk Türkçe’de “seni seviyorum” demiştim. Türkçe’de küfür ediyordum. Türkçede gülüyordum. Bazan Siverek aksanlı fıkralara da gülüyordum. Ve aynı fıkrayı Türkçeye çevirince aynı gülmüyordum artık. Hatta hiç gülmüyordum, komik olmuyordu… Ama Türkçe’de şiir yazıyor, Türkçe’de okuyordum. Türkçe yazıyordum ama benim şiirim Kürt şiiridir aslında diye tartışmalara da giriyordum (Ah büyüyünce şair olacaktım ben!)

Her ne kadar asıl anadilim benden çalınmışsa da, yasaklanmışsa da Türkçe benim de anadilimdi. Bu egemen ve ezen kültürün dilinin benim anadilim olması ve onu anadillerimden biri kabul etmem dolayısıylaydı ki ben bir yandan o kanlı – o insanlık dışı asimilasyon projesinin canlı bir sonucuydum, diğer yandan o projenin inkarıydım. Ezenin –sözde- temsil ettiği egemen kültüre karşı öfke ve nefret duyguları geliştirmeden, dile kültürel bir zenginlik diye yaklaşarak o projenin iflasıydım. Türkiye insanını severek, ideolojik devlet aygıtını tek tek bireylerden ve topluluklardan ayırd ederek o projenin hem inkarı hem iflasıydım.
Sonra Diyarbakır zindanından, cehenneminden, haberler gelmeye başlamıştı. Iğrençtiler. Ama bir tanesi vardı ki diğerlerinden çok farklıydı. O da şu ünlü “Türkçe konuş! Çok konuş” yazısıydı. Birden o ilkokul çağlarıma gitmiş, Kürtçe konuştu diye dayak yiyen arkadaşlarım karşısında dayak-yememe utancımı hatırlamıştım. Belleğimdeki yaranın kabuğu kazınıyordu. Her Türkçe konuşmada midemde asitler salgılanıyordu.

Tekrar denedim Kürtçe’yi Izmir’de öğrenmeyi. Yok, yine olmadı.

Neydi eksik olan? Belki hiç bilemeyeceğim. Belki Türkçeden nefret ederek başlayabilirdim, ki nefret yeterince güçlü bir motive edicidir. Türkçe(m)den nefret etsem biliyorum onlar kazanmış olacaklardı çünkü her şeyin başında nefret ideolojisiydi onlarınki. Çıkamadım o ikilemden. Hala öğren(e)medim Kürtçeyi, Ingilizce’yi ögrendim de. Ama ben hala Kürtçe ağlarım bir kürdün tırnağı taşa gelse. Kürtçe ağladım şu “iki dil bir bavul” filmini izlerken. Ben Kürtçe gülerim biri bir yerde “Tırşıkçı” dese. Ve kızlarımın adı inadına Kürtçedir.

O nefret tüccarlarının bilmesini isterim ki ben canlı bir örneğiyim ideolojilerinin iflasının.

Sep 2, 2010

Askerlik- Kűltűr ve Acı Şafak

“Bir gűn çarşıda alış veriş yaparken, bir babayiğit delikanlı koşarak gelip elimi őptű ve ‘Komutanım ben askerliğimi şurda yapmıştım. Birgűn beni şőyle bi gűzel dővműştűnűz. Izin verin o műbarek ellerinizden őpeyim. Elleriniz dert gőrmesin. O dayak sayesindedir ki ben bugűn adam olabildim. Bugűn şu dairede műdűr yardımcısıyım’ dedi.”

Bunu anlatan komutana kalkıp “Keşke o orospu çocuğuna biraz daha çok vursaymışsınız komutanım. Biraz daha çok vursaydınız belki şimdi műdűr yardımcısı değil, műdűr bile olmuştu” demek geçmişti içimden. Sizin de bőyle şeyler anlatan komutanlarınız oldu mu? O zaman gidin şu siteye anılarınızı anlatın. Bloğun adı Acı Şafak. Sitenin ya da blogun amacını şőyle dillendiriyorlar.

Amacımız bu ülkede hem askerliğe hem de erkekliğe dair sorular sormak/sordurmak. Üstünde çok konuşulmayan, bilhassa deneyim düzleminde ele alınmayan bir alanı görünür kılmak. Aynı zamanda bu deneyimleri arşivlemek, paylaşmak, kayıt düşmek, hatırlamak...


Asker olarak doğulmuyor, bizlere nasıl asker olunduğunu anlatmanızı bekliyoruz.


Askerlik askerliğin asıl amacı dışında (her ne ise o amaç) nerdeyse herşeye dőnűşműş durumda; Emperializmin kőpekliğini yapmaktan tutun da siktiri boktan ruh hastası birinin sırf rűtbesi var diye gencecik insanların kişiliklerini ezerek bireysel psikolojik doyum bulduğu bir hapishaneye varana kadar bir çok şeye dőnűşműş. Yani Tűrkiye’deki askerlik kurumunun sorunu ideolojik olmanın çok őtesinde bireysel boyutlarda da sűrmektedir. Ve sistem kendini őylesine bir dokunulmazlıkla donatmıştır ki system içindekiler hemen hemen yasalara gőre suç teşkil edebilecek bir çok şeyden kolayca muhaf olabilmektedirler. Neydi o olay? Bombanin pimini çekip bir erin eline verip sonra da gidip keyfine bakan subay gibi.. Olay őrtpas edilmeye çalışılmışdı değil mi? Inanıyorum allah bilir kaç tane cinayet, kaç tane işkence, kaç tane tecavűz “eğitim zaiyatı” adı altında őrtpas edilmiştir.

Sistemin diğer resmi kurumlarla (hukuk gibi) ilişkisinin őtesinde bu dokunulmazlığı asıl műmkűn kılan kűltűrel yapının kendisidir. Askerlik yapmayanı erkek’ten sayamayan, askerlikde dayak yemeyeni askerlik yapmış kabul etmeyen, ve en iğrenç insanlık dışı uygulamaları askerlik anısı diye ballanadıra ballandıra anlatmayı ődűllendiren o kűltűr yapımız. Őylesine bir kűltűr ki hem yapılanları gizleyip suskunluk yaratan hem de (suskunluğun gizinden sızmış şeyleri) normalleştiren bir kűltűr.
Bu kűltűrűn değişmesi de insanların suskunluklarını bozmasına ve eleştirel aklın sűzgecinden geçmiş anıların paylaşılması, belgelenmesine bağlıdır.

Siteye gidin anılarınızı anonim de olsa dillendirin.