Sahi darbecilerin yargılanması meselesi ne oldu?
Hani yargılanacaklardı?
12 Eylül üzerine ne çok șeyler yazıldı. Ișkenceler, gözaltılar, idamlar,
gözaltında kaybolmalar, ve daha niceleri. Yazılanların coğu bu
yașananlara soyut, teorik, politik yaklașımlardı. Gündelik yașamın
olağan bir parçası haline gelen bu kavramlarla birlikte söylemlerde duya
duya duyarsızlaștık olup bitenlere. Birine ișkence edildi denince
ișkencenin boyutlarını düșünmeden-hissetmeden “vah, vah yazık olmuș”lu
serzenișlerele geçiștirir olduk. 12 Eylül eșittir ișkence ya da 17 yașda
çocukların asılması ya da göz-altılar çok bir șey anlatmıyor artık.
Hele hele 12 Eylül’de çocuk olanlara, 12 Eylül ve sonrasında doğanlara
hiç mi hiç bir șey anlatmıyor.
Dün
Yılmaz Odabașı’nın Daktilo adlı yazısını okuyunca, “Dünya atomlardan değil, hikayelerden olușur” sözü geldi aklıma. Evet sosyal dünyayı en iyi bireylerin tek tek yașadıkları ve hissettikleri olușturur. Atomlar değil, masa bașında belli ilkelere göre yazılmıș resmi tarihler değil, tek tek Ahmed’in, Mehmet’in, Ayșe’nin, Yılmaz’ın, Zilan’ın hikayeleri olușturur bizim dünyamızı. Yașadıklarımıza tanıklığı bir tek onların gözleri, kulakları, ve yürekleri anlatabilir. Gözleri bağlıyken yașadıkları korku anlatır. Bağırmaktan kendi sesindeki çığlığı tanıyamaz olmușluk en iyi anlatır. Kendi sesini yitirdiği anda yeni seslerin dünyasına giriș en iyi anlatır. Yaklașan ya da uzaklașan ayak sesleri. Ișkencecinin sesi. Ișkencecinin sigarasının dumanını üflerkenki ses. Ya da Yılmaz’ın anlattığı gibi bir daktilo’nun mühürlenmiș sesi…

O katiller ve ișkenceciler ve "asmayıp da besleyelim mi?" diyen pașalar yargılanmazlarsa tarihi kaçamayacağımız bir utanç tarihi olacak bu ülkenin…