Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana ülkenin iç ve dış politikalarını belirleyen temel taşlarından biri “ülkenin bölünmesi” paranoyasıdır. Ülke 1923’den beri hem dışardan hem de içerden bölünmeye çalışılmaktadır. Ve işin en ilginç yanı çağ değişse de, politkalar ve dünya düzeni değişsede bu paranoyayı besleyen ne yöntemler ne de argümanlar değişiyor Türkiye’de.
Bir şeyin bölünebilmesi için o şeyin öncelikle bir bütün ya da birlik halinde olması gerekir (Burada “bütün yanlıştır” diyen Kacakkova’nın söyleyeceğı şeyler bu konuyla alakalı değildir). Türkiye bir bütün müdür peki? Değildir. Vallahi değildir. Billahi değildir. Ve hiç de bir bütün olmamıştır.
Türkiye en önce sınıfsız imtiyazsız bir birlik adına sınıflarla bölük pörçüktür.
Bakın bakalım zengin çocuğunun aldığı eğitimle fakir çocuğunun aldığı eğitim (ya da eğitim olanakları) aynı mı? Deniz görmemiş ve belki de hayatı boyunca hiç deniz göremeyecek çocuklara belli bir mutlu azınlığın çocuklarının yaz tatili boyunca yazlık evlerinde geçirdikleri zamanları anlatan öykülerde Burçe ve Tunç’un adlarını değiştirip Ali ve Ayşe yapıp çocuklara zorunlu okutularak bir ülke bütünlüğü sağlanamaz. Bu taa ilk okuldan başlayarak ülkeyi bölmektir.
Sonra bölgelerle bölünmüştür bu ülke. Bölgelerin kültürünü ve dilini yasaklayıp yok sayarak bölünmüştür.
Kürtlerin ana dilini yasaklayarak, aşağılayarak daha küçüklükten zihinsel, bilişsel travmalara uğratarak bütünlük sağlanır mı? Sağlanmaz. Bu olsa olsa insanları dilinden başlayarak bölmek demektir. Dili, diline dayalı düşünce biçmi ve duygaları yani varoluşu yasaklanmış, hor görülmüş birileri sizin birlik dediğiniz şeye kendini nasıl ait hisseder sahi?
Bu ülke dinsel bütünlük adına dinlere bölünmüştür.
Bütün bir ülkeyi hem sünni hem laik bir müslüman gibi yönetmekle de ülke birliği sağlanmaz. Alevilere zorunlu din dersi vererek, köylerine okul değil de cami yaparak birlik ve bütünlük sağlanmaz, ancak bölünme sağlanır. Ya ermeniler, suryaniler, hristiyanlar, yahudiler? Ya dinsizler? Ya ben gibi dinsizleri nasıl bütünlüğe katacaksınız?
Bu parçalanmışlık içinde parçalanmak korkusu nasıl bir ruh halidir benim anlamakta zorlandığım bir şeydir doğrusu. Öncelikle bu parçalanmışlığı parçalanmış olmaktan kurtarmak gerekiyor mu sizce?
1 comment:
1991-92 yılları arasında 'Tekbir' getirip, "Vatan bölünmez, şehitler ölmez" dendildiği gün anlamıştım bu ülkenin bölünebilirliğini.
Yoksa ne diye ortaya çıkıp "Vatan"dan söz etsin ülkücü/faşist cenah bu cümleyi.
Ve/ya da kendisini Marx ve Lenin gerilettiğini söyleyip, "Ben Nâzım aşk şiirleri yazamam" (ki konuyla alakası olmayan bi'cümledir ve kendisine aittir, her ne kadar sözümona yayımladığı 'Manifesto'da -Atatürk yeniden tahlil edilmelidir-, olmadı -Atatürk eli öpülecek insandır-" sözünden sonra, "Benim devrimim 3 aşamalıdır: Ekolojik, Kadın ve Demokratik devrim" dediğinde (yine Demokratik devrim felsefesinin Eflatun'dan çalındığını da sonradan öğrenmiş oldum ki), işte o zaman daha da kuvvetlendirdi..
Kendini Marx ve Lenin'den önde gören bay Öcalan'ın anladım ki, ülkücüler kadar kabiliyetli olmadığını anladım.
Çünkü ilk 'Tekbir'i tıpkı Erdoğan kliği onlar dillendirmişti.
Qına yaksın Öcalan, '92 Newroz'unda devlete karşı ani ateş kes kararı aldığında, ülkücüler kadar olamadı, o kadının cinselliğine yoğunlaşıp-devrimci dergilerin protokollerin DEP-HADEP vb. gibi partiler kapatıldığında bundan önce ve sonra da bu protokollerin kabul edilmemesi için tepki gösterdiğinde ve kabul edilmediği yıllarda ya Amin Maalouf ya da Hz. Meryem ile Aişe'nin hayatını okuyordu.ya da Hz. Meryem ile Aişe'nin hayatını okuyordu.
Post a Comment