
Bir bulut,
Boşandı boşanacak
Nerdeyse.
Aklımdan geçenleri
Okuyorsun su gibi.
Dünya gördü
Bizi boğazladılar...
Ahmed Arif
Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
Her sözcük dilimin ucunda küfre dönüyor çünkü
Bir gök gürlese bari diyorum, bir sağnak patlasa
Bitse bu sessizlik, bu kirli yapışkanlık bitse
Ama bir tufan az mı gelir yoksa yine de
Yırtılan ve parçalanan bir şeyler olmalı mutlaka
Hiç durmadan yırtılan ve parçalanan bir şeyler.
Oysa ne kadar sakin bu sokaklar ve bu kent
Ne kadar dingin görünüyor bana şimdi gökyüzü
Gidenler nerde kaldılar, özledim gülüşlerini
Bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki
Onlardı çocuklara ve aşka ölesiye bağlanan
Kadınları güzelleştiren herhalde onlardı
"Tükürsem cinayet sayılır" diyordu birisi
Tükürsek cinayet sayılıyor artık
Ama nerede kaldılar, özledim gülüşlerini onların
Uzun uzun bakıyorum kıvrılan sokaklara
Tek yaprak bile kıpırdamıyor nedense
Ve tek tek söndürüyor ışıklarını varoşlar
Alnımı kırık bir cama yaslıyorum, kanıyor
Kanımın pıhtılarında güllerin serinliği
Ve fakat bir cellat gibi yetişiyor pusudaki
Dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük
Yaşamak neleri öğretiyor, düşünüyorum
Okuduğum bütün kitaplar paramparça
Çıkıp dolaşıyorum akşamüstleri bir başıma
Bir uçtan bir uca yalnızlıklar oluyor kent
Bulvar kahvelerinin önünden geçiyorum
Sarmaşık aydınlar, arabesk hüzünler
Bir gazete sayfasında sereserpe bir yosma
Sesler gittikçe azalıyor, kuşlar azalıyor
Ve ne zaman yolum düşse vurulduğun yere
Kızgın bir halka oluyor boynumda o sokak
Hüznü yalnız atlarımız duyuyor artık
Biz çoktan unutmuşuz böyle şeyleri
Ama içimde bir sırtlanın dalgın duruşu
Ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük
İçimde zaptedilmez bir kırma isteği
Dizginlerini koparan bir at sanki bu
Soluk soluğa kalıyorum her sonbahar
Ve sevgilim ne zaman hoşgörülü olsa
Bir yolculuk düşüyor aklıma, gidiyorum
Bütün gençliğim böylece geçip gitti işte
Ama hala bir şeyler var vazgeçemediğim
Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa
Bir gün gelirsek hangi kent güzelleşmez
Şiirlerim bir dostun vurulduğu yerde yakıldı
Geri almıyorum külleri yangınlar çıksın diye
Devriyeler çıkart şimdi, bütün ışıklarını söndür
Sorduğum hiçbir soruyu geri almıyorum ey sokak
Ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük
Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
Bir gök gürlese bari diyorum bir sağnak patlasa
Bitse bu kirli ve yapışkan sessizlik, hiç gitmesem
Oysa ne kadar sakin sokaklar, bu kent ve bütün yeryüzü
İpince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüne
Sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün...
Ahmet TELLİ
Dinleyici - Birinin kaybedecek bir şeyinin kalmaması őzgűrlűk galiba.
Kaan - Yıl 1917 falan Vienna ’dayız. Işte bizim Karl var.
Mete - Kral mı?
Kaan - Karl.
Mete - Eeee kral diyoruz işte biz ona
Kaan - Sakallı işte. Frederik de var. Frederik babasının fabrikalarını bırakmış. Gelmiş bizim yanımıza. Biz orda bir çatı katında űçűműz teorisyenlik yapıyoruz. Orayı hiç unutmuyorum. Kahve içiyoruz.
(....)
Kaan - Dőndűm Karl’a dedim "Daha neyimiz var kaybedecek?" dedim. Ne dedi biliyor musun bana? "Zincirlerimizden başka kaybedecek başka bir şeyimiz yok" dedi Kaan dedi. Fuck off dedim yaa! Sen dedim bu zihniyetle 100 yılı mahfedersin dedim ya. Ya bu 100 yıl altűst olur dedim ya. Yarın őbűr gűn Rusya’da devrim olur dedim yaa. Dedim ve oldu işte…
Dinleyici - Ne ?
Mete - Hadi iyi geceler sayın dinleyen. Műbarek Christmas bayramınız kutlu olsun.
Yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek
beterin beteri var diyenlere inanmıyorum... hep böylesi havalar besler fırtınaları korkarım bu mavi ışık çabuk sönecek duymazdım durgun suların bezgin türkülerini alışmak ölümün bir başka adıymış bilmezdim bir yangınsonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı bir rüzgar kulaklarımdan hiç eksilmiyor esirgenmiş bir dünyada müthiş yalnızım geri dönsen bile ben artık o ben olmayacağım yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek ben mısralarımı kerpiç gecelerinden çekmişim beş numara lamba kaderi var mısralarımda benim yitirmişim yıldız ışığında dost çizgileri deli çizgi gözlerimi kör etmiş kör etmiş kör etmiş göçmüş kıtalar üstünde kuşlar dönüyor garipsi çığlıkçığlığa kuşlar dönüyor evcil ve tedirgin gökmavisi bir türkü dolanmış yüreciğime selsele yolculuklar tütüyor gözlerimde- neyleyim insan demişim kitap yüzlü insanlar demişim gidemiyorum kaderim kaderleri demişim allı'nın kızı sen olmasan ben böyle değildim böyle uysal ve kırılmış değildi şiirlerim bir yangınsonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek Rüzgar gibi ağustos geçti ellerimizden Meyvalar bizi bal renkli günahlara çağırıyorlar Bir yanda yaşanmamış günlerin hırsı Bir yanda boşa geçen gecelerin acısı Malum o dramın en güzel perdesindeydik Ağustos şarap olmuş, kanımıza akmıştı Göçmüş kıtalar üstünde kuşlar gibiydik Her gören didik didik bizi denetliyordu Biz kendi derdimize düşmüştük yılandere ölüler yatağı helalim ölüler katran mazot bidonları paslı putreller kargalar üşüşmüş ahmedo'mun ellerine kargalar ahmedo'mun düşlerine yılan çıyan doluşmuş garipler mezarlığı doymamışlar dünyası yıkılası karakuşak kurudere sırtları ahmedo'm bir yaz bulutu bir varmış bir yokmuş fenerler titreşiyor bıçaklanmış türkülerin gözbebeklerinde vinçler beni balçık gibi akşamlara bindiriyorlar sen olmasan şu sabahlar olmasa şu benim büyük büyük susamışlığım bu mızmız takvimi bir solukta susturacağım yılandere ölüler yatağı helalim ölüler rüzgar gibi bir ağustos geçti ellerimizden meyvalar bizi balrengi günahlara çağırıyorlar bir yanda boşa geçen gecelerin acısı malum o dramın en güzel perdesindeydik ağustos şarap olmuş, kanımıza akmıştı göçmüş kıtalar üstünde kuşlar gibiydi duracak vaktimiz yoktu bitmiştik her gören didik didik bizi denetliyordu biz kendi derdimize düşmüştük Orda da akşamlar olacak allı'nın kızı kanlı mendil gibi ağustos akşamları şu benim çektiklerimi görmiyeceksin belki yanında başkaları olacak belki düşlerine bile girmeyeceğim gün oldu acıların şiirini yaşadım gün oldu zehir gibi yokluğunu yaşadım bana sen ne diye duyurdun yalnızlığımı ne diye gurbet gibi mısralarıma sindin dokunsan parmaklarıma tutuşacağım yine ağustos gelse elele versek sen anandan kaçsan ben yalnızlığımdan yeni yoldan sazanlı çaydan geçsek güneşin bahçeleri emzirdiği saatte susamışlar aşkına, kandım diyesi uzun uzun öpüşsek yine ağustos gelse kovulsak cennetimize şantiye hiç durmadan ötse bağırsa lazoğlu büyükharflerle sövse işçilerine damlarda kaysı yarsalar rumeli göçmenleri dillerini sevdiğim kıvırcık dillerini ıssız bahçelerden geçsek unutulmuş sokaklardan çocuklar mavi mavi gülüşüp kaçışsalar bir masal dinler gibi sessizliği dinlesek kendimizi dinlesek köklerin çığlığını seni kollarıma alsam, yine yumsan gözlerini yine kapışılsa yavrum, batan şehrin hazineleri biz yine kendi derdimize düşsek yere batan şehrin tek yalnızıyım yüzyılın ağrısını anlıyarak çekiyorum ekmeğime barut sinmiş bulanık özgürlükler tepmişim rahatımı boynubükük mutluluğumu yaşıyorsam erkekçe yaşıyorum istemem sarmasın yumuşak duygular susuzluğumu geceler bıçak bıçak böğrümde yatsın uyusun kaderim kaderleri demişim allı'nın kızı ellerimi kemirmekten memnunum düşün ki coğrafyanın en güzel yerindeyiz en güzel günlerinde gençliğimizin ölümden ötesini aklım almıyor beterin beteri var diyenlere inanmıyorum istesek cenneti kurtarabiliriz ben bir ışık için tepmişim rahatımı ellerimi kemirmekten memnunum bu güleç yüzlülerin bu acı türkülerini bu yoksul yerleri anlıyarak seviyorum... delice anlıyarak allı'nın kızı |
Hasan Hüseyin Korkmazgil |
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım! -- Didem Madak
![]() |
Surdan |
sabaha karşı rıhtımda
çocuklar pia'yı görseler
bana haber salsalar bilsem
içimi büsbütün yıldızlar basar
bir hançer gibi çıkıp giderdim
Sanma ki derdim güneşten ötürü;
Ne çıkar bahar geldiyse?
Bademler çiçek açtıysa?
Ucunda ölüm yok ya.
Hoş, olsa da korkacak mıyım zaten
Güneşle gelecek ölümden?
Ben ki her nisan bir yaş daha genç,
Her bahar biraz daha âşığım;
Korkar mıyım?
Ah, dostum, derdim başka.
Bilmem ki nasıl anlatsam;
Nasıl, nasıl, size derdimi!
Bir dert ki yürekler acısı,
Bir dert ki düşman başına.
Gönül yarası desem...
Değil!
Ekmek parası desem...
Değil!
Bir dert ki...
Dayanılır şey değil
“ Ölüm her an başucumdaydı ama bir türlü ölemiyordum. Bir kurşunla ölmek ne büyük bir lüks ne müthiş bir lütuftu.”Iki suçlu tarafı var orda yaşananların. Iki suçlunun da farklı farklı katmanları: var. Iki suçludan biri devlet ve ikincisi de içine doğduğumuz kűltűrdűr. Devlet tarafındaki bűtűn sorumlular yani sadece işkenceciler değil, bu işkencecileri yetiştirilmesini, gőrevlendirilmesini, korunmasını ve kollanmasının devletin olanaklarını kullanarak onayan herkes yargılandığında toplumsal bellekte yaratılmış olan yaralar belki kabuk bağlayabilir. Kabuk bağlayabilir diyorum çűnkű inanıyorum ki yasal yollar őnemlidir ama yeterli değildir. Bu yaraların bűtűnűyle iyileşebilmesinin koşullarından biri kűltűrűn kendiyle yűzleşmesi ve bir tűr transform geçirmesidir. Bu işkencecileri sadece devlet yetiştirmedi. Kűltűrűműz dediğimiz dolaylı ya da direkt olarak desteklediğimiz varsayımlar, gőrűşler, değerler yumağı da devlet kadar suçludur. Garabed kűltűrűn bu yanlarının da ipuçlarını veriyor bize. Işkenceciyi yaratan tohumları.
Süleyman Nazif İlkokulu'na gidiyordum. Başka mahallenin çocukları her gün beni ve diğer Ermeni çocuk-larını bir tenhada sıkıştırıyorlardı. İki elin işaret parmağını birleştirerek yu¬karı kaldırır "Müslüman mısın?" ya da iki elin işaret parmaklarıyla haç ya¬parak "yoksa fille misin?" derlerdi. Çoğu zaman o meşum cevabı bile duymayı beklemeden yüzümüze tü¬kürür, tekme tokat girişirlerdi.Hadi biraz, o başka mahallenin çocuklarının işkenceci ya da nefret dolu bir faşist olma olasılığı hakknda dűşűnűn? Sonra da eger varsa kendi payınızı...