Pages

Oct 24, 2010

Islam'la öznel bir hesaplaşma

Nicedir sorguluyorum Islam’la problemimi? Daha doğrusu müslümanlarla birlikte var olma-olabilme olasılığını sorguluyorum. Bir an geliyor oldukça hoşgörülü oluyorum, bir an geliyor olamıyorum. En ufak bir şeyde bütün olumsuz duygu ve düşüncelerim birden bire kabarıveriyor. Pes etmiş değilim. Hala uğraşıyorum. Yanlış anlaşılmasın, mutlaka Islam'la barışık yaşamak ya da düşman olmak gibi önceden kurgulanmış bir hedefi yok bu sorgulamamın. Sorunum, şöyle tutarlı bir yerde duramayaşım yani. Tutarsız kalışımın tutarlılığını saymazsak tabii :-)

Haliyle kolay bir sorgulama değil bu. Çünkü oldukça karmaşık bir süreç. Bu karmaşıklığa sebep olan şey Islam'la ilgili problemin bir kaç tabakadan oluşuyor olmasındadır. Ve bu tabakalar arasında da ayrıca dinamik ilişkiler var. Hani bu tabakalar birbirinden bağımsız olsalar belki işim biraz da olsa kolay olacak ama öyle değil.

Nedir bu tabakalar? Öncelikle Marxist gelenekten gelen sadece Islam'ı değil genelde dini egemen sınıfların bir sömürü aracı olarak gören tabaka var. Diğer yanda Türkiye’deki egemen Kemalist ideolojinin bir yandan damardan şırınga ettiği "öcü ve kaka Islam" fobisi diğer yandan hep kucağına alıp kaşıkla beslediği, yeri geldiğinde diğer ezilenlere karşı bir cinnet aracı olarak ya da bir katliam aracı olarak kullandığı “aslanım Islam” adı altında toplanabilecek kemalist iki-yüzlülükğün kalıntıları var. Bir sonraki tabakada ise kaygıları biraz da olsa hafifleten tanıdığım güzel bir iki insanın bende bıraktığı olumlu-umutlu izlenimler var. Ki öylesine ki “ne var, ben senin dinin ne ise ondan olurum” dedirtecek kadar düzeyli, saygılı, ve hoşgörülü insanlar bunlar. Ama vurgulanmalı bunlar o denli az ki!

Ve en temelde de, oldukça derinlerde olan zorlu bir tabaka var. O da yukarıda sözünü ettiğim faktörlerin çok çok ötesinde, Islam'ın neredeyse evrensele genellenebilecek boyutta, deneyimlerimle her gün pekişen hoşgörüsüz bir ahlak anlayışına sahip olmasına dair olan tabakadır bu. Afrika'dan, Asya'dan, Orta Doğu’dan o kadar çok müslüman tipi gördüm ki sanki hepsi aynı hoşgörüsüzlük ve ahlaksızlık fabrikasının aynı departmanlarında işlenmiş ve bir güzel paketlenmişlerdi. Örneğin bir gün Nijerli bir müslüman görüntümden yola çıkıp müslüman olduğumu var sayması terbiyesizliğinden öte (sanki bütün Orta Doğu'da yaşayanlar müslüman olmak zorundaymış gibi (Türkiye Orta Doğu'lu mu terbiyesiz ? Avrupalı :-)) daha merhaba demeden, bana "sen niye oruç tutmuyorsun?" deme cürretini gösterecek kadar terbiyesiz, hoşgörüsüz, ve kaba olabiliyordu. Yani inanmayanın, farklı olanın düşmanı Islam bu. Katlanamıyor başka türlüsüne. Illaha ki sana dayatacak kendi yaşama biçmini ve doğrusunu.

Bu zorlu tabakanın başka bir boyutunda da eşitsizlikçi ve erkek egemen bir Islam var, ki bu Islam alabildiğine penise tapıyor. Beni erkek olmaktan utandıracak kadar erkek bir Islam bu. Erkek egemen olmasının yanısıra bu Islam alabildiğine ahlakçı da. Eee fena mı ahlakçılık? Yooo o denli faci bir şey değil tabi. Ancak Islam'ın sorunu ahlakı kutsadığı kadar ahlaksız olmasıdır. Bunun en çarpıcı örneğini erkek ahlaksızlığını bile tartışmadan doğrudan bütün suçu yine kadında (kurbanda) bulmasında görebilirsiniz. Yani gözünün iliştiği kadına karşı iğrenç şeyler düşündüğünün (genelde cinsel içerikli) faturasını yine kadından çıkaran bir ahlaksızlık bu. Açık giyinip erkeklerin nefsini kabartarak erkeğe "zulm" ediveren bi kadın anlayışı var yaygın islamın. Bu nedenle kadınlar kapatılıp kontrol altında tutulmaları gerekmektedir. Açık giyinmenin ya da kapanmanın sınırını ve kapsamını da herkese göre değişir demek yerine burka içine sokmaya kadar götürebiliyorum. Çünkü kadının saçının görünmesinden bile bir şeyler bulan bir ahlaksal anlayışıyla ben açık olmanın mantıksal sınırlarını nereye kadar tartışabilirim ki? Şu aşağıda anlatacağım bizzat yaşadığım olay iyi bir örnek olabilir.

Ögretmenlik yaptığım kasabada normal lisenin yanısıra bir de Imam Hatip Lisesi vardı. Bahar çok güzel gelmişti o yıl. Pikniğe gitmeler çok güzeldi. Sonra duyduk ki Imam Hatipteki hocalar kızların erkeklerle pikniğe gitmesine izin vermiyorlarmış. Sebebi ise kızlar ip atlarlarmış . ip atlayınca da memeleri oynarmış. Koca okulda hiç bir müslüman çıkıp da “ulan sapıksınız hele bakın düşündüğünüze dememişti- diyememişti ya da. Ya da biri de çıkıp o zaman kızların memelerine bakmayın beyler diyememişti. Erkeklere sapıklık düzeyinde verilmiş bunca hak benim yaşamak istediğim bir dünya değildir. Benim bu sapıklıkla ve bu sapıklığı rasyonalize eden her tür inançla problemim olacaktır.

Hadi bundan da vazgeçtim. Diyelim ki bu adamlar kendi ailesine ve kendi inananlarına bunu yapsınlar. Bana da saygı göster desinler. Ben saygı göstereyim göstereyim ama bunlar benden beklediği aynı saygıyı bana gösterebilecek mi? Işte burda ipler kopuyor. Yani gerçekten ben müslüman biriyle (bu ortalama müslüman bir tipleme diye alınmalı) arkadaş, komşu, dost olabilir -ki oldum da-, camiye kadar gider – ki gittim de-, camii avlusunda namazını kılmasını bekleyebilir –ki bekledim de, sonra da beraber günümüze güzel güzel devam edebilirim. Peki o müslüman tip benim dinsizliğimle nasıl baş edecek ondan emin değilim. Ve en kötüsü güvenim de yok. Hala utanmadan inançlarının bulaştığı ve baş rolü oynadığı katliamları “tahrik vardı” ile açıklamaya çalışan bir ahlaktır karşımızdaki.

Türkiye’de oruç tutuyor diye kimse saldırıya uğramamıştır örneğin, ama oruç tutmuyor diye binlerce insan hor görülmüş, fiziksel, sözel, ya da psikolojik baskıya maruz kalabilmiştir. Yani problem benim inançla ilgili bir problemim olmasından öte inancın benimle (ya da kendinden olmayanla) asıl uzlaşmaz bir probleminin olmasıdır.

Kısaca benim Islam'la asıl problemim Islam'ın diğerlerinin yaşam alanlarını belirleme ve denetleme hoşgörüsüzlüğünü gösterdiği anda başlıyor. Marxismden gelen kavramsal ve tarihsel analizlerle en fazla Islam'ın sömürü aracı olmamasını entellektüel düzeyde tartışabilir, bir ortak platformda buluşabilir ya da buluşamayiz. Ama bu birlikte yaşamayı imkansızlayan bir çelişki boyutuna götürülmeyebilir. Ya da Kemalist ideolojin en iğrenç ayak oyunlarına karşı beraber de tavır alabiliriz. Kemalist ayak oyunları kendine de çelmeler takabilcek bir şapşallıkta seyretmekte zaten. Çabaladıkça bocalıyor ve daha da batıyor. Ama Islam'ın kendi içinde içselleşmiş ve hatta nerdeyse inancın kendisinden daha güçlü gibi görünen dinamosu bacak arasına dayalı ahlak(sızlık) anlayışıdır ki bu birlikte yaşamayı imkansız kılmada en büyük rolü oynamaktadır.

Şunu da yeni gőrdűm Internette. Ekleyeyim bari.

Müslümanları görseydim Müslüman olmazdım, iyi ki İslamı Kur'an’ dan öğrenmişim" ! CAT STEVENS (YUSUF İSLAM)



Oct 20, 2010

Yazamadıklarımın Listesi

Gűnlerdir yazayım diyorum; yűzlerce şey var yazacak ama bir tűrlű oturup yazamıyorum. Hani bilirsiniz yazarken őylesine bir őzen de gőstermiyorum. Iyi bir blog yazarı olma derdim yok. Anlaşılır olsun, bir iki dost geri dőnűt versin yeter. Bu benim gűnlűğűm çűnkű. Çok őzel bir çaba gősterirsem zevk olmaktan çıkar ve işe dőnűşűr diye korkarım. Neyse bari neleri yazamadım onları not edeyim de meta-blog olsun bu.

Ajda Pekkan’a “dőnűşte uğrarım” diye kaçıp bir daha gelmemesi konusunda yazmak isterdim. Bunca yıl bu toplumda olup bitene bunca kőr kalabilmek yetisinden dolayı kutlamak isterdim kendisini. Ama işte bi an gelir ki artık kaçamazssın da, yűzűnű çeviremezsin de. Bu andan itibaren de artık kutlanacak bir şey de kalmamıştır. Bari o andan itibaren kendinle o kaçtığın gerçeklikle hesaplaşmaya girseydin be Ajda. Sahi nasıl uyuyorsun akşamları Ajda? Aklına geliyor mu o kaybedilen insanlar? Analarının yűzleri rűyana giriyor mu Ajda? Ne oldu biliyor musun Ajda? O analardan kaçarken o anaların çocuklarını őldűren ya da kaybedenlerin suçuna ortak oldun. Ellerine kan bulaştı…

Sonra Ajda’ meselesiyle ilgisi dolaylı da olsa hayvan sevgisi konusunda yazmak isterdim. Ajda da hayvan severlere desteğe giderken yakalanmıştı yıllardır kaçtığı gerçeklikten. Yazmak isterdim ne denli vahşice olduğunu zavallı bir kediyi yűrek dayanmaz bir şekilde őldűrmenin. Sonra belki bu şiddet ve nefretin kőkenlerini belki toplumda olup bitenlerde aramak gerektiğine gőnderme yapmak isterdim. Ardından da bu şiddete gősterilen tepkinin neden insanlar işkencede őldűrűlűrken gősterilmediğini sorgulamak isterdim. Ki işkencehanelerinde bir insana onlarca kat daha ağır ve katlanılmaz uygulamalar yapılıyor bu űlkede… Ama yine de insanların yűreklerinde hala biraz duyarlılık kalmış diye sevinmek de lazım diye dűşűndűm. Pollyannacılık mı? Belki? Sonra medyanın rolűnű de irdelemek isterdim. Çűnkű medya da bu tepkinin bűyűmesinde őnemli bir rol oynamış diye duydum.

Sonra şu Tophane saldırısı hakkında birşeyler karalamak isterdim.

Sonra bloglarda git gide daha az piyasaya çıkan arkadaşları őzlediğimi yazmak isterdim. Isim vermeyeyim birilerini unutmaktan korkuyorum. Onlar biliyorlardır kendilerini.

Sonra şu KCK davası, őzellikle de iddanemenin ‎7 bin 578 sayfaya sığdırılışı (!) konusuna odaklanmak isterdim. Kaçak’ın gűzel bir yazısı var burda. 

En sonunda da Amerika’da entellektűl tipin evrimi ya da repressive tolerance diye bir şeyler karalayacaktım. Yűkselen sağa karşı Amerikalı iki komediyenin miting dűzenlemesi meselesi bu. Komedyenler daha mı entellektűel, daha mı cesur, yoksa daha mı imtiyazlı?

Ve daha kűçűklű bűyűklű bir sűrű konu. Yazacak olana iş çok yani. Bloglar da bedava… Yazmayı bırakmayın arkadaşlar. Egemen basın iyi yazarları , egemen űniversite fakűlte elemanlarını ve ruhlarını satın almış. Biz bize kalmışız. Aslında ihtiyacimiz da yok onlara...

Oct 11, 2010

Kavramsal Bir Irdeleme

Işkence, göz altında kayıplar gibi insan hakları ihlallerine dair yazılıp söylenenlere baktığımızda sıkça rastladığımız belli açıklamalar vardır. Bunlardan ilki resmi gerekçedir. Yapılanların şüphelilerden bilgi elde etmek için yapıldığı söylenir. Ki buna çocuklar bile inanmamaktadırlar. Bir de araştırmalarla kanıtlanmıştır ki işkence sağlıklı bilgiyi garanti etmiyor.

Diğeri ise egemen ideolojinin amaçlarıyla ilişkilendirilir. Yapılanların sosyal kontrol için yapıldığı ileri sürülür. Kuşkusuz bu sosyal kontrol en akla yatkınıdır ve kısmen de doğrudur. Özellikle Orwell’in 1984’ünde işkence süreci bunun çok çarpıcı örneğidir. Işkenceci iki ile ikinin kaç edeceğini sorar. Kurban her 4 dediğinde işkencenin dozu artar. Doğru yanıt 5 olmak zorundadır. En sonunda kurban pes eder ve “evet iki iki daha beş eder” der. Ama bu defa yine işkence durmaz çünkü doğru yanıtın beş olması gerektiği söylenmemiştir. Işkenceci sonra açıklar özgürlük ancak onaylandığında iki ile ikinin dört ettiğini söyleyebilmektir. Yani işkencedeki amaç kurbanı koşulsuz ittaat edecek (ama gönüllü) konuma getirmektir.

Şimdi bildiğimiz Türkiye’deki işkence yöntenlerine baktığınızda akla mantığa sığmayan, yüreğin kaldıramadığı şeylerin yapıldığını görüyoruz. Hayata Dőnűş operasyonu gibi ironik ve alaycı bir kod adı ile girişilen soykırımdan tutun da insanları lağım suyuna yatırma, canlı fare yedirtme, mahkumları birbirine tecavüz etmeye zorlama, Jop sokma, dışkı yedirtmelere kadar, ve daha niceleri…

Bunlar ne bilgi almak için ne de ideolojinin dayattığını kabul ettirmek için yapılan şeylerdir. Hrant Dink’le ilgili bir yazı da okumuştum; Dink diyordu ki Istiklal Marşı ve bayrakla işkence ediliyordu. Yani gerçekten bu adamların amacı sana bayrağı ve marşı sevdirmek olsa neden böyle bir şey yapsınlar. Yani bir köpek terbiyecisi bile bilir olumlu olumsuz pekiştireç ve cezanın kullanımını… Ya da Diyarbakır zindanından söz edilirken deniyor ki amaç Kürtleri Türkleştirmekti, kendi kültüründen, ve kimliğinden uzaklaştırmaktı. Bunun için, yani Kürtleri Türkleştirmek için sistematik olarak yaşamın içine enjekte edilmiş asimilasyon projeleri ve pratikleri vardı zaten. Bűtűn bunların űstűne ne diye bu insanlık dışıyőntemleri uygulamaya soksunlar ki. Daha fazla Tűrkleşemezssin ya! Işte asıl soykırım burda anlama bűrűnűyor. Amaç bu projelerin yetmediği yerde yok etmektir. Ama kolay değil bőylesi bir insan-dışılığı kabul etmek. Belki ıste bunun için yapılanların akla mantıga ve alışık olduğumuz adalet sisteminin paradigmaları içinde kafamıza yatacak bir açıklamaya inanmak istiyoruz.Buna inanırsak yüreğimizde daha kolay halledeceğiz belki bize yapılanları.

Yani bu yapılanların bilgi toplama, beyin yıkama, adam etme, yola getirme, kimliğini silme ve benzeri hiç bir amaçla ilişkisi yoktur.Yapılanlarin öyle kontrolden çıkmış histerik bir şiddet formu ile de ilişkisi yoktur.Yapılanlar ince elenip sık dokunmuş bir yok etme planıdır, katliamdır, soykırımdır. Soydakırımın tanımına yeniden bakalım

Soykırım, ırk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum ya da başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda önemli sayıda ve düzenli biçimde yok edilmeleridir.
(Vikipedi)


Hatta yukarıdaki tanımda eksik vurgulanmış bir yer de var. Tanım “dűzenli” diyor . “Dűzenli” lilik sistematik olmayı, planlanmış, ince elenip-sık dokunmuş olmayı ne derece vurguluyor emin değilim. Ayrıca bir katliam ya da soykırım planlanmış, sistematik olabilirken bazan dűzensiz de olabilir. Őrneğin paramiliter gűçler (Jitem gibi, Ergenokon gibi, devlet destekli űlkűcű çeteler gibi, spontane gőrűnűmlű linç kışkırtıcıları gibi) bir sűre sonra bu dűzenliliğin içinde kendi başına eylemlere girişebilir ve dűzenlilik içinde dűzensizliği yaratabilir. Yani beklenmedik, yani őngőrűlemeyen bir kaos ortamı da yaratılır, ki bőylesi bir kaos soykırımcılar tarafından oldukça arzu edilir bir gelişmedir. Hitler Almanya’sinda ve bazı Gűney Amerika űlkelerinde (Arjantin gibi) bu belirsizlik ortami gece ve sis (night and fog – ya da Almanca ile Nacht und Nebel) analojisiyle anılır. Ki bu genel geçer bir korku ve gűvensizlik ortamı yaratarak gűndelik yaşamı bir işkenceye dőnűştűrűr.

Kısaca 1980’den sonra sola yapılan ideolojik bir soykırımken Kürtlere yapılan da etnik bir soykırımdır. Ve bunun ardında yatan motif de etnik ya da ideolojik nefrettir. Çünkü bu yapılanların başka hiç bir amacı ve hedefi olmadığı gibi akla yatkın başka bir açıklaması da yoktur. Kenan Evren en aşşağılık yüzsüzlüğü ile itiraf da etmiştir “Asmayıp da besleyelim mi?” diye. Asabildiklerini astılar geri kalanı da diğer yöntemleri kullanarak katlettiler.

Bu nedenle inanıyorum ki hukukçuların ve insan hakları savunucularının bu suçlara ilişkin kavram ve kapsamlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir. Görevi kötüye kullanma olan işkence, sistematik ceza aracı olarak işkence ve soykırım amacı güden işkence birbirinden ayrıştırılmalıdır.