Pages

Aug 24, 2015

Soykırımın Ayak Sesleri

Bu yazıyı ilk 2012'de yazmışım, bugün için hala geçerli diye üste çıkarayım dedim. Ancak bugün "soykırım"ı "İç Savaş" diye okursanız daha anlamlı olacak.
Defalarca yazdı(m) - yazıyor insanlar; ırkçılığı çoğaltmayın, nefreti normalleştirmeyin, toplumsal adalet duygusunu zedelemeyin diye. Tarihsel olarak yapılan haksızlık, baskı, zulum, ve ayrımclıklardan bir ders çıkarıp daha adil bir toplum yaratmak yerine hem suçlu hem gűçlű olup kurbanı daha da őtekileştirmiştir bu toplum. Űlkenin bir çok yerinde yıllardır linç girişimleri olmakta ve bunlar “duyarlı vatandaş tepkisi” diye onanmakta ve pekiştirilmektedir. Bu őyle bir hale gelmiştir ki utanmadan sıkılmadan insanlar katliam ister olmuşlardır. “en iyi Kűrt, őlű Kűrttűr” demeye vardırmışlardır. Işte bir kaç  Twitter  őrnegi

ßilge’ Ќâân ‏@bilgekaan_ua
#basbakananot Açılım değil katliam istiyoruz, soykırım istiyoruz!
Umut Sabri Akgün™ ‏@UmtSbri
Açılım Değil Katliam İstiyoruz ! Onlar 800 Öldürdüyse Siz 800.000 Öldüreceksiniz ! Gerçi Böyle Şerefsiz Başbakanla İmkansız !
twitkolik ‏@Twetkolik
“Açılım Değil Katliam İstiyoruz” Pkk ya yardim eden koylere bomba yagdirin, cocuk kadin oldurun…
***m.i.s.s 12*** ‏@pff_snne_be_slk
Sığındığınız o mağaralarda leşinizi alacağız Açılım Değil Katliam İstiyoruz
Gülçin Dalaklı ッ ‏@glcndlkl
Boş sözlere artık tahammül yok Açılım Değil Katliam İstiyoruz !!!
Oktay07FB ‏@legend907
Açılım Değil Katliam İstiyoruz önce meclisteki itlerden başlayın !
kübrabaydaroğlu ‏@kubrabaydaroglu
“Açılım değil katliam istiyoruz.” derken PKK’yı kastettiğimizi anlamazlıktan gelip bizi faşistlikle suçlayan gerizekalı bir kesim var.Yazık.
Konuyla ilgili Aljazeera'nin haberi burda

Evet! Hiç kaygılanmayın, bőyle giderse bir katliam olmaması çok uzak bir ihtimal gőrűnműyor. Katliam istiyenlere katliamın bir çőzűm olup olmayacağını sormak isterdim. Eğer katliam olursa ortalık kan gőlű olacaktır ama bu gől sadece bir grubun kanından değil her tarafın kanından oluşacak. Ve bundan sokaktaki insandan, internet café’lerdeki delikanlılara, başbakanından içişleri bakanına ordan da rűtbeli subaylarına kadar sorumlu olacaktır. Ve en őnemlisi, problem yine orda duracak.

Bir ara gűvenilir bir kaynaktan çevirmiştim soykırımın belirtilerini ve yapılması gerekenleri. Aşağıya tekrar alıyorum birileri okur da őgrenir diye. Soykırımın ayak sesleri gittikçe yaklaşıyor. Soykırım çőzűm değil. Soykırım őnlenemez  değil.

 Soykırıma Giriş 101.

Aşağıdaki yazı Genocide Watch organizasyonunun genel műdűrű Gregory H. Stanton’un bir brifing olarak yazdığı Soykırımın 8 Evresi adlı makaleye dayalı olarak yazılmıştır. http://www.genocidewatch.org/images/8StagesBriefingpaper.pdf

Soykırım durdurulabilecek ya da yönű ve hızı değiştirilebilecek dolayısıyla gelişi kolayca tahmin edilebilien bir sűreçtir. Bu sűrecin de sekiz evreden oluştuğu gözlenmiştir.

Her evrede uygulanabilecek önleyici tedbirler soykırımı durdurabilir. Sűreç tek-dűze ya da dizgesel (çizgi halinde ilerleyen ) bir sűreç değildir. Yani sonraki bir aşamada bulunan bir evre pekala daha önce de gerçekleşebilir. Ancak şurası önemlidir ki bűtűn sűreçler soykırımın oluşmasına katkıda bulunan örgűn bir bűtűnű oluşturur. Bu evreler şöyledir.

  1. Kategorileştirme: Hemen hemen bűtűn kűltűrlerde görűlen kűltűrűn űyelerine ulusal dinsel, ve ırksal bir aidiyet ve kimlik kazandıran dolayısıyla kendilerini diğer kűltűre ait olanlardan ayırd etmede kullanılan dilsel, kűltűrel, ve mental edimlerdir. Sosyo-ekonomik, politik, etnik, ve benzeri analizleri ve akıl yűrűtmeleri de içeren kűmeleme, dereceleme, sıralama, sınıflandırmaları da içerir. En yaygın formu “biz ve onlar” şekilinde ifade edilen formudur. Ilk elde oldukça doğal ve hatta nerdeyse kaçınılmaz görűlen bu tip eylemlilikler guruplar arasında çelişkilerin kutuplaştığı ya da kutuplaşma eğilimi gösterdiği toplumlarda soykırımın meydana gelmesini sağlayacak ortamı yaratır ve besler.

    • Önleyici Tedbirler: Bu erken aşamada alınması gereken en önemli tedbir evrensel değer ve kurumların geliştirilmesi ve bunlar aracılığı ile de toplumda var olan etnik, ırksal, ve dinsel farklılıkların bir problemden öte bir zenginlik diye algılanmasını sağlamak ve bu tűr farklılıkların kutuplaşmalara gitmesinin önűnű kesmektir. Sűrekli olarak oluşturulacak ve desteklenecek karşılıklı hoşgörű ve saygı ortamı toplumsal barışa hizmet edecek ve daha bűyűk toplumsal felaketleri önleyecektir. Dűşmanlığı kışkırtacak eylem ve söylemlerin hoşgörűlmemesi (sosyal bir norm olarak), desteklenmemesi, ve en önemlisi net bir dille kınanması önemlidir. Bu aşamada toplumsal adalet duygusunun yaratılıp korunması en kaçınılmaz ve en etkili önlemlerden biridir. Ortak paydalarda (adalet, hukuk, anayasal özgűrlűkler, insan hakları gibi) hemfikir olma ve birliktelik duygusunun yaşanıyor olması önemlidir.

  2. Sembolleştirme: Daha iyi iletişmek için herşeye bir isim veririz; nesnelere, guruplara, sembollere, sınıflamalarımıza, kategorilerimize. Renklerine, etnik kökenlerine ve benzeri özelliklerine göre insanlara da isim verip guruplarız; Kűrt, Tűrk, Yahudi, Ermeni, Zenci gibi. Bunun yanısıra bazan da insanlara ya da bir gurubun űyelerine semboller de atfederiz, ya da kendileri kendilerine bir sembol seçerler. Görűldűğű gibi aslında sembolleştirme, kategorileştirme, sınıflamalar çok insanca edimlerdir. Bu ve benzeri edimlerin ve eylemlerin problem olması bunların kin, nefret, ve dűşmanlık duygularıyla birleşmesiyle oluşur. Sembollerin bu duygu ve dűşűncelerle birleşmesi ideolojik bir form alması en klasik anlamda bir tehlike çanıdır. Sembollerin duygularla karışması bir tűr ilkel rituale geri dönűştűr. Örneğin sarı yıldız sembolűnűn yahudileri ayırd eden bir anlama bűrűnmesi. Kamboçya’da da doğu bölgelerinden getirilenler mavi bir atkı ile tanımlanıyordu. Űlkűcűlerin Tűrklűğű ve kendilerini uluyan kurt, űç hilal, ve uzak Asya’dan alınmış bıyık biçimleriyle tanımlamaları ve özdeşleştirmeleri buna örnek gösterilebilir.

    • Önleyici Tedbirler: Bu aşamada ırkçı, kin ve nefret içeren sembolleştirmelerin legal olaral yasaklanması oldukça etkili olabilir. Gurup simgeleri, çete giysileri, amblemleri vs. ler de yasaklanabilir. Yasaklamanın ötesinde aslında bu tűr oluşumlara karşı yaygın eğitimsel kampanyaların baslatılması ve desteklenmesi daha uygundur. Bu eğitim çalışmaları eğitim kurumları (okullar, kurslar, halk eğitim merkezleri, vb.) ve her tűr medya’nin yardımlarıyla daha etkili kılınabilir. Hatta bunun için toplumdaki rol modellerinin de desteği alınabilinir. Yani asıl başarı bu tűr nefret ve ırkçı söylemlere karşı yaygın kűltűrűn (sokaktaki adamın) desteğini alamaya bağlıdır.


  3. Insan-Dışılaştırma: Insan-dışılaştırma bir gurubun (ki özellikle egemen gurubun ya da siyasal ve ekonomik erki elinde bulunduran gurubun) kendisine ait olan veya kendilerine sağlanmış olan insanca yaşama koşullarının, hak ve özgűrlűklerin diğer guruplara sağlanmasının inkarı sűrecidir. Bu sűreç git gide hedef olarak seçilen gurup űyelerine insana ait olmayan sıfatların atfedilmesine kadar gider. Sanki o gurup űyeleri insan değilmiş gibi, acı çekmezlermiş gibi, anaları ağlamazmış gibi anlatılır insandışılaştırılır. Örneğin hedef guruptan birine yapılan işkence rkçı gurup űyleri tarafından insanlık dışı bir muamele gibi görűnmez. Kenan Evren’in asmayalım da besleyelim mi sözű böyle bir oluşuma gűzel bir örnektir. Sanki hayvan besliyor. Sanki insanlardan söz etmiyordu Kenan Evren. Ya da işkencede joplarla tecavűz konusu gűndeme geldiğinde bir devlet yekilisi “”Bizim koç gibi delikanlılarımız var, ne diye cop kullanalım...” diyordu. Görűleceği gibi bu yetkili tecavűzű nerdeyse bir zevk, doyum ve şehvet meselesine dönűştűrerek bir insanlık suçunu normalleştirmektedir. Tabi bu söylemi en etkili kılan ögelerden biri de Tűrkiye toplumunda her zaman pohpohlanan erkekliğe yapılan göndermedir. Bu ve benzeri nefret ve kin propagandaları kınanmadan ya da çok ustaca kelime oyunlarıyla gűndeme sığıp yaygınlık kazanır, medyada ve yazılı basında çokça görűlmeye başlanır ve çok kısa sűrede sokaktaki insanın diline ve beynine bulaşır. Bu ve benzeri insandışılaştırmaya karşı çıkanların ise vatan hainliği ve işbirlikçilik gibi suçlamalarla susturulmaya çalışıldığı bu evrede ivme kazanamaya başlar. Korku politikaları yaygınlaşır, insanların özgűrlűkleri, yasal hakları sınırlandırlır ya da askıya alınır. Insan hakları ihlallleri yaygınlaşır, suçlular korunur ve gerektiğinde yurt-dişına kaçırılır, hapishaneden kaçırilir, ve saklanır. Özellikle anayasal hakların sağlanamıyor olması insanların kendini gűvende hissetmelerine olanak vermez. Kendini gűvende hissetmeyen insanlar da bir guruba (çoğunlukla gűçlű olan bir guruba) ait olma eğilimi gösterirler.

    • Önleyici Tedbirler: Bu aşamada anayasal hakların ve gűvenliğin sağlanması çok önemlidir. Nefret, dűşmanlık ve kin içeren konuşma, yayın ve benzerlerinin iç ve dış otoritelerce kınanması önemlidir. Bu tűr dűşmanlık yayıcı her eyleme karşı kesin net bir tavır alınmalıdır. Bu kınama eyleminin toplumda yaygınlaştırılması ve kűltűre yerleştirilmesi can alıcı bir öneme sahiptir. Bu tűr propaganda yapanların yurt dışı ve yurt içi hesapları dondurulmalı, ve yurt dışına çıkışları engellenmelidir.

  4. Örgűtlenme: Soykırım herzaman örgűtlűdűr. Soykırımda genelde devletin parmağı vardır. Devletin organlarının rol almadığı durumlarda soykırım girişiminin başarılı olması nerdeyse olanaksızdır. Ancak devlet kendini korumak için diğer suç unsurlarını kullanır. Örneğin Darfur’ da Janjaweedlerin kullanılması, ya da diğer paramiliter gűçlerin kullanılması (Gűney Amerika’da ve Tűrkiye’deki gibi) Jitem, űlkűcűler, Mafya, Ergenekon, Hizbullah, ve hatta özel gűvenlik gűçleri vb.


    • Önleyici Tedbirler: Bu aşamada yapılacaklar oldukça sınırlıdır çűnkű sorumlular otoritelerce korunmaktadır. Eğer korunmuyorsa bu sorumlu gurupların, guruplara űyeliğin ve gurupların liderlerinin yasa dışı kılınması şarttır. Műmkűnse uluslararası organizasyonlardan (United Nation gibi) yardım istenmelidir. Űlkeye silah satışları durdurulmalı veya control edilmelidir. Suçları inceleyecek ve araştırılacak bağımsız komisyonların kurulması da bu aşamada gereklidir.
  5. Kutuplaşma: Ayrımcılık, nefret, kin ve dűşmanlığın en űst aşamaya ulaşması kutuplaşmayı işaret eder. Bu aşamada radyolar, gazetler, televizyonlar bűyűk bir propagandanın ve kıyım politikalarının aracı haline gelmişlerdir. Sosyal iletişimler bile tanımlanmış ve sınırlanmıştır. Örneğin hedef gurubun űyesiyle sokakta yűrűrken bile görűnmek tehlikelidir. Hedef gurubun űyelerinden biriyle evlenmek de, aile sahibi olmak da insanların dűşman gibi algılanmasına yeterli bir gerekeçedir. Hatta hatta biraz da ilerlemiş bir durumda tarafsız kalmak da dűşman gibi algılanmak için yeterli bir sebeptir. Dolayısıyla artık iki kutup vardır: beyaz ve siyah. Ya bizdensin ya ötekinden. Orta yoktur. Diğer bir deyişle bu aşama toplumdaki tarafsızların da taraf tutmaya itildiği bir aşamadır.

    • Önleyici Tedbirler: Soykırımı tek önleyici gűce sahip görűnenler nefret gurubunun içinden çıkabilecek arabuluculardır ama genelde ilk öldűrűlen ya da tutuklananlar da bu arabucular olur. Bu evrede bu arabucuların korunması ve insan hakları örgűtlerinin desteklenmesi çok önemlidir. Askeri darbe girişimleri de genelde bu aşamada görűlűr bu nendele olası darbe girişimlerine karşı alarmda olunmalıdır, ulusal ve uluslararsı gűçlerin yardımı sağlanmalıdır.

  6. Hazırlık: Hedefteki etniğine, dinine, kűltűrűne göre seçilmiş dűşman gurup iyice belirginleşmiş, toplumun diğer unsurlarından ayrımlaştırılmıştır. Sanki soykırımcılar gizli bir seferberlik içindedirler. Kara listeler –ölűm listeleri- hazırlanmış, adresler, mahalleler, sokaklar belirlenmiştir. Görevler dağıtılmıştır. Űyeler silahlandırılmıştır. Kurban listesindekilerin soykırım kargaşsında daha bir ayırd edici olması için bűtűn hazırlıklar tamamlanmıştır: örneğin hedefteki gurup űyeleri belli bir sembol taşımak zorundadırlar: Yahudilere yakalarına sarı yıldız takmaları bu nedenle istenmiştir. Işyerleri işaretlenmiştir. Kahraman Maraşta alevilerin evleri de tebeşirlerle işaretlenmişti. Toplama kampları, işkence tezgahları, ve hapishaneler belirlenir.

    • Önleyici Tedbirler: Bu durumda United Nation gibi uluslararası gűçlerin, silahlı gűçleriyle birlikte duruma el koymasından başka birşey yoktur. Bunun yanısıra műmkűnse hedefteki kurban seçilmiş gurupların kendilerini koruyacak (silah ve benzeri) yardımları alması gereklidir.

  7. Imha: Imha bir saman ateşi gibi başlar ve toplu kıyımlar bir anda gerçekleştirilir. Hedef gurubun űyelerinin vahşice, canice öldűrűlmesi soykırımı gerçekleştirecek gurup űyeleri için çok doğaldır. Yaptıklarının bir soykırım, bir insanlık suçu olduğunu dűşűnmezler, algılamazlar. Bu gurup űyeleri de bir tűr insanlıktan çıkmış, hayvanlaşmıştır. Öldűrdűklerinin insan olduklarını dűşűnmemektedirler. Insan benzeri yaratıktır öldűrdűkleri. Imha aşamasında develt gűçleri ve paramiliter gűçler arasında fark silinmiştir, herkes soykırıma aktif bir biçimde katılmaktadır artık. Bu aşamada bazan da hedef seçilmiş gurubun dışında birbirleriyle çelişkisi olan guruplar bu kaotik ortamın yarattığı fırsattan yararlanıp o gurup űyelerinden intikam almaya çalışırlar ki, bu kaotik durumu, tam bir girdaba dönűştűrűr.

    • Önleyici Tedbirler: Bu evrede ancak ve ancak acil ve etkili bir silahlı műdahale önleyici olabilir. Bu műdahale de ancak eğitilmiş (uluslararası ve tarafsız) silahlı gűçler tarafından uygulanabilinir. Bu aşamada gűvenli bölgelerin bu bölgelere giriş çıkışı sağlayacak gűvenlik gűçlerince kontrol altında tutulan koridorların kurulması bir zorunluluktur.

  8. Inkar: Hemen hemen her soykırımın ardından görűlen aşama inkar aşamasıdır. Inkar yakın ve uzak gelecekteki diğer gerçekleştirelecek olası soykırımlara karşı gűvenilir bir garanti belgesi niteliğini taşır. Çűnkű ilkinden paçayı sıyırınca diğerlerinden de paçayı sıyırma şansı ya da tecrűbesi artacaktır. Soykırımcılar eşgűdűmlű olarak bűtűn yazılı ve görsel her tűr belgenin imha etmeye, toplu mezarlar yaratarak, cesetleri yakarak soykırımı örtpas etmeye yeltenirler. Sonuna kadar inkar sökonusudur. Bir suç işlendiğini kesinlikle red ederler ve en önemlisi kurbanı suçlama çabasına ve kampanyasına girişirler. Bunlara ek olarak olası bűtűn legal yolların ve soruşturmaların önűnű tıkamaya çalışırlar. Liderler ve elebaşıları daha çok dokunulmazlıklarını korumanın yollarını ararlar. Hiç bir seçeneğin kalmadığı durumlarda da kendilerince gűvenli bir bölge ya da űlkeye kaçmayı denerler.

    • Inkarla başetme: Bunun en etkili yollarından biri tanıkların, delillerin dokűmanlaştırılmasını olanaklı kılacak tarafsız uluslararası mahkemelerdir.

Aug 19, 2015

İşkencenin Sınırsızlığı

Serpil Odabasi
Sıradan bir Ağustos sabahı. Kalkıp, elinizi ve yüzünüzü yıkadınız, ve evden çıktınız. Henüz uyanmamışsınız bile; yüreğiniz uykuda daha, Mahmur adımlarla giderken birden bire yolun kenarında bir şey dikkatinizi çekiyor. Bir şeye benzetiyorsunuz, aklınıza milyon türlü şey geliyor, sanki biliyorsunuz onun ne olduğunu ama yok olasılık vermiyorsunuz. Ama yok. Evet genç bir insan cesedi; çırılçıplak; kan içinde; yaralar, morluklar, yanıklar teninde.  Soluğunuz kesiliyor. Ayaklarınızda bir ağırlık. Sonra da dizleriniz. Dizleriniz sizi taşımaz olacak gibi oluyor. Sonra midenizde bir kramp ve engellenemez bir deprem içinizde ve mide bulantısı.  Ve belki de bu andan sonra hiç bir insan bedenine hiç bir daha eskiden baktığınız gibi bakamayabileceksiniz.

camnitzer.jpg
Luis Camnitzer
İşkence edilmiş bedenlerin ulu orta yerlere bırakılması yeni bir şey değil, Yakın tarihte Güney Amerika'da sıkça uygulanan bir yönetemdi bu ( Bunun en sistematik olarak uygulandığı operasyonlardan biri Operasyon Kondor'du.) Bu yöntem işkencenin işkence-hanenin dışına çıktığı bir andır; sıradan gündelik yaşamın korku ve kaygıya transformasyonunu içeren bir form olmasıyla diğer baskıya dayalı sosyal kontrol yöntemlerinden ayrılır. Bunu daha iyi anlamak için işkencenin ne mene bir şey olduğunu bilmeli.

İşkence genelde kapalı ve gizli mekanlarda yapılır. İşkence yaygın olarak inanıldığının aksine bir cezalandırma yöntemi değildir aslında. Bilgi almak için yapıldığı iddia edilse de alınan bilginin güvenirliliği hakkında elde bilimsel bir veri de yoktur.  İşkence bir sosyal kontrol aracıdır aslında. İnsanın ve toplumun bütünlüğünü hedef alır. Amaçlanan kurbanın bedenine acı vererek, değerlerlerini aşağılayarak  bireyin ve bireyin ait olduğu topluluğun psikolojik, ideolojik, ahlaksal, ve spiritüel bütünlüğün parçalanmasıdır. Bunun içindir işkencenin her aşamsi bu bütünlüğü bozmaya yöneliktir.

Bu bütünlüğün en zayıf halkalarından biri de cinselliğe ve cinselliğe dayalı ahlaka yönelik olanıdır çünkü en sorgulanmadan bilinçaltında yer etmiş değerler bunlarla ilgilidir, Ve bu değerler rasyonel değildir. Rasyonel olsalardı herhangi bir değersizleştirme durumunda sorunla baş edebilmek daha kolay olabilirdi. İrrasyoneldir ve irrasyonellik düzeyi kadar da güçlüdür bunlar. Yani irrasyonalitenin gücü ile bireyin direnç ilişkisi ters orantılıdır. Bu nedenle en büyük dayakta gıkını çıkarmayan biri jopun makatına sokulması tehtidinde kolayca çözülebilmektedir Burda bireyin direncini çözenin fiziksel acı değil, değerlerine dayalı olan utancı olduğunu bilmek çok da zor değildir.
Luis Camnitzer
Toplumsal değerlere özellikle cinselliğe dayalı olan değerlere yönelen her şiddet kurbanın insanlığına ve toplumsallığının yapı taşlarına da yönelmiştir.Kurbanın yakınlarından birisinin (çocuk ya da eş) taciz edilmesi birey için kolay kolay baş edilesi bir şey değildir. Örneğin toplumsal yapıda kurbana verilmiş yakınlarını ya da çocuklarını koruma kollama görevi ve bu göreve bağlı bütün duygusal bağlar böylesi bir işkence karşısında bireyin bütünlüğünü sağlayan onur, saygı, kendilik değeri ve benzerlerinde onulmaz yaralar açabilecektir. Bunun bir üst aşaması da, ki belki de sistematik işkencenin en önemli hedefi budur, bu yöntemleri duyan, gözleyen henüz işkencehaneye düşmemişlerin  (ideolojik grup ya da etnik grup üyelerinin) üzerinde oluşturulacak kaygı ve korkuya dayalı travma ve toplumsal bellekte açılacak utanç dolu yaralardır. Bunun beklenen sonucu da kendine ve grubuna ihanet, boyun eğmislik, sessizlik, gözlerini uzağa kaçırmalar sonucunda oluşturalack toplumsal körlük ve nihayetinde de toplumsal duyarsızlıktır.

İşte bundan dolayıdır ki işkence edilmiş bedenler kolayca görülecek yerlere bırakılır. Bunun içindir ki bedenler çıplaktırlar. Bunun içindir ki tecavüz edilmişlerdir. Bunun içindir ki işkencecilerin patronları yapılan insanlık dışı saldırıyı değil, çıplaklığı ve bunun medyada paylaşılmasına vurgu yaparak toplumsal dokuda istendik zararı yaratmaya hizmet etmektedir. Burdaki ince ayrımı görebilmek bir zorunluluktur.

Bilinmelidir ki kadın bedenine, bedenin çıplaklığına, ve utanca dem vurarark toplumsal tepkiler yaratmalar bu sistematik işkencenin ekmeğine yağ ve bal sürme riskini içerse de aynı zamanda işkenceciyi ve bunu onaylayanları aynı değerleri kullanarak aşağılamak ve etkiyi tersine çevirmek de mümkündür.

Örneğin Nazan Üstündağın "Kadınlar olarak Kevser Wan direnişimizin çırılçıplak halidir onurumuzdur bizdir her şeyimizdir devleti ifşa eden bedenimizdir" ifadesi bu paralelde bir değerlendirmedir.

Bu onların utancıdır. Bu duruma sessiz ve kör kalanların utancıdır.

Feb 27, 2015

Biz ne zorlu yangınlar ve yiğit kadınlar gördük


Biz ne zorlu yangınlar ve yiğit kadınlar gördük

Yangınlar:
Yaktılar
Kırdılar
Ve bıraktılar
Sesimizi sessizliğe gömdük

Bozkırın, dağın ve zorun kadını kadın-lar
Soframıza aş taşıdılar
Yılan gibi kıvrılıp yün yataklarda
Sevişip terlediler & yaban gülü koktular

Biz ne güzel kadınlar gördük

Yılmaz Odabaş - Reşo (Talan İklimi)

Feb 15, 2015

Kadınların Cehennemi


#Özgecan’ın katliamı kadına yönelik şiddetin boyutlarını bütün çıplaklığıyla ortaya sermeye devam ediyor. Bu arada bir çok erkeğin bilmediği, bilmek istemediği, bilmeye gerek duymadığı başka boyutlar da tartışıldı çeşitli yerlerde. Bunlardan biri de FriendFeed’i. Biri şunu sordu:

“(....) Kadınların taciz ve daha fazlasından korktukları için çekindikleri veya değistirdikleri şeyler neler? Sadece erkeklerde farklı algı yaratmamak için?” http://ff.im/1kRXZu

Verilen yanıtlar kayda geçsin diye (FriendFeed’in feedleri içinde kaybolup gitmesin diye) buraya da alayım dedim. NOT: Daha anlamlı ve akıcı olsun diye bazı küçük düzeltmeler yaptım- affola.


  • Kadının yemek sipariş ederken evde başka biri varmış gibi bir algı yaratmaya çalışması. 
  • Kadının gece geç saatte bindiği taksinin plakasina bakmak ve birine çaktırmadan haber vermesi
  • Kadının taciz edilmekten korktuğu için boşandığını iş yerinde kimseye söylememesi.
  • Kadının fabrikada çalışırken kimse sarkmasın diye uzun deniz gezmiş parkalarından giymesi ve erkek gibi davranması. Böylece ekip lideri olması ve kendi ekibiyle kahvede okey oynamaya gitmesi ve en sonunda yine de evli bir o.ç nun tacizleri yüzünden işinden ayrılmak zorunda kalması
  • Kadının boşandıktan sonra hala yüzük takmaya devam etmesi
  • Kadının babasızsa yakın takipte olması ve silik yaşaması; süslenememesi, erkek gibi büyümesi.
  • Evin erkeğinin şehir dışına çıktığında kadının kapının önüne erkeğin ayakkabısını koymaya devam etmesi.
  • Baba ölünce eve gitme saatlerinin değişmesi; Etraf ne der baskısı yüzünden daha erken eve gitmek zorunda hissetmesi
  • Mağazada çalışan kadının işe giderken laf atılmasın diye pantalon giymesi işyerinde etek giymesi.
  • Kadının istemediği adama seni istemiyorum demek yerine olmadığı halde sevgilim var demek zorunda kalması.
  • Kadının mümkün olduğunca göze batmayaya çalışması
  • Kadının eve gelen tamirciye kibar (değer vererek) davranınca tamircinin potensiyel tacize başlaması.
Ve kimbilir daha neler neler yapıyordur kadınlar erkeklerin zulmundan korunmak için.

Feb 4, 2015

Aşk'a Engel olarak Gelenekler




Müslüman Kürtler, Ezidi Kürtler ile hep kirve olurlarmış. Ezidiler kirvelerini müslüman kürtlerden seçerlermiş, Müslümanlar da Ezidiler den çünkü kirvelik beraberinde evlilik yasağını getirir. Kirveler birbirinden kız alıp vermezler. Böylece müslüman ve Ezidi kürtler arasında doğan aşklar meşruiyet kazanamaz Töreler devreye girer ve kavuşmak imkansızlaşır.
Gola Hemo gölü beyaz balıklarıyla ünlüdür.
Aşklara tanıklığıyla almıştır adını çünkü. Ezidi ve Müslüman Kürtler in ortasındadır. Göldeki beyaz balıklar aşıkların yaşadığı bütün duygulara tanıktırlar. Aşıklar ölünce bu gölde birer balık olup rivayete göre birleşirler mi bilinmez, ancak her balık birer aşk vurgunu yemiş gibi gölün içinde yüzer.İşte bir sünnet düğünü : Sinanın kirvesi, Sakina nin babası. Aynı gün doğmuş iki bebek Sinan ve Sakina.Aynı gölde su içmekteler.Gola Hemo aşkı tattırır, ama aşıkları kavuşturmaz.Suyundaki tılsım , toprakla buluşunca sabır Eyüp taşı olur ve insanlar o taşta kalplerini bilerler.Gola Hemo'da başlayan çocuklukları yerini gençliğe bırakmıştır. Sakina'nın kirpiklerinin gölgesi, ceviz ağaçlarını utandırır. Ama o kirpikler yalnız Sinan'a bakmak içindir .Sinan'ın da yiğitliği yakışıklılığı dillere destandır.
Ama bu yiğitlik ve yakışıklılık yalnız Sakina içindir.Gola Hemo'da ki her buluşma artık bir aşk ayinidir ve kirvelikten ikisinin de haberi yoktur.
Artık onlar için Gola Hemo'ya her geliş bir dünya , her dünya bir gelişten ibarettir.İki sevgili değil sanki iki mısradır. Biri olmadan diğerini okumak mümkün değildir.Sinan ile Sakina arasındaki aşk çok geçmeden yayılır,üstelik böylesi aşklar olmasın diye daha onlar doğmadan kaderlerini çizen bir kirvelik geleneği vardır. Ayrılık iki sevgili için ölümdür.Sinan hergün Gola Hemo ya gidip Sakina yı beklemeye başlar.Ancak Sakina gidemez .
Günlerden birgün yine Sinan Gola Hemo ya gitmiştir.Bekler...Beklemek zaten beklediğine benzemektir ve Sinan bu bekleyişle Sakina olmuştur.Sinan bu bekleyişin sonunda Gola Hemo ile söyleşmeye başlamıştır bile.Sakina Gola Hemo olmuştur,Gola Hemo Sakina...
Sinan konuştukça Gola Hemo da ki beyaz balıklar kıyıya yanaşır, Sinan'ı duyabilme umuduyla kıyıya yaklaşan her balık ölüme atlar. Gün ışıyınca Gola Hemon'un kıyılarınavurdu balık ölüleri,onları topladı çocuklar.
Sinan bir gece Gola hemo'nun kıyısında oturup yine onunla söyleşirken birden Sakina'nın köyünden büyük alevlerin yükseldiğini gördü.Ateş sanki Sakina'nın köyünde değil de Sinan ın içinde tutuşmuştu.Ki birazdan Sinan gerçeği anlayacaktı Davul sesleri silah seslerine, dewrêşlerin defleri dengbêjlerin seslerine karışınca gerçek bir göl gibi Sinan ın içinde uğuldamaya başladı. Sakina günde beş vakit göğe dönen ve arapça dualar eden komşu köyden birine verilmişti. Sinan o sesleri duydu.O sesler bir kuyu gibi Sinan ın göl olan kalbine doldu. Artık Gola Hemo ile söyleşmiyordu,susmuştu...
Balıklar yanına,yöresine geldi ama Sinan bir kavalın sustuğu gibi susmuştu,hiç kıpırdamadan duruyordu öylece.Üzerinden kaç yağmur geçti kimse bilemedi.
Sakina gelin olup giderken Sinan yollara düştü.Ama buna rağmen Sakina ile sürekli buluştukları Gola Hemo ya ara sırada olsa gelip bakmayı ihmal etmedi.Balıklar onu ayak seslerinden tanıdı her seferinde. Sinan ın üstü başı perişandı, artık insanların gözünde o bir deliydi.Zaten herkesin aklından memnun olduğu bir yerde akıl neydi ki... Bunu hiç kimse hiç bir zaman sormadı .Deliydi Sinan ve herkes bu deliliğe kanıt olarak ana babasına Sakina diye seslenmesini kanıt gösterdi .Gördüğü her şeye aşkını seslendi... Sakina diye inleyen diwane bir sevgiliye verilecek tek ödül belki de delilikti . Sinan uzun bir zaman sonra ortadan kayboldu.
onu en son görenin sözleri şöyleydi;Sinan'ı Gola Hemo 'nun kıyısında gördüm. Balıklarla konuşuyordu,sonra balık oldu göle bıraktı kendini...
Sakina ise iki yıl dayanabildi . Bir gün öksürürken ağzından kan geldi . Kaynanası," ciğerleri ağzından geliyor" diye yorumladı hastalığını . Ancak Sakina nın öldüğü gün Gola Hemo nun suları üzerinde iki beyaz balığın yüzdüğünü gören çoban, gördüklerine kimseyi inandıramıyacağını anlayınca kavalını eline alıp , Sakina nin ağzından gelecek nesillere ibret olsun diye bu ağıtı yaktı...

Çıme u barkerdış: Nergiz Kahraman
__________________
www.facebook.com/bajarcolig

Jan 27, 2015

Ölü mü denir


Ölü mü denir şimdi onlara
Durmuş kalbleri çoktan
Ölü mü denir şimdi onlara
Kımıldamıyor gözbebekleri
Ölü mü denir peki
En büyük limanlara demirlemiş
En büyük gemiler gibi
Kımıldamıyor gözbebekleri
Ölü mü denir şimdi onlara.

Suratları gergin
Suratları kararlı
Belli ki çok beklemişler
Kabuğundan çıkan bir portakal gibi gelen sabahı
Suratları gergin
Bir savaş alanına benziyor suratları
Dudakları nemli
Son defa kendi etini öpüp
Yani son defa gerçek bir insan etini
Hazla kapanmışlar öyle
Geçirmiyor gövdeleri soğuğu
Geçirmiyor sıcağı da
Ve ikiye ayrılmış bir nehir gibi bacakları
Akıyorlar sonsuza
Ölü mü denir şimdi onlara.

Kimse hüzünlü olmasın
Sırası değil hüznün daha
Bir gün bir şehrin alanında
Bir mermer yığınının gözlerine
Omuzlarına düşerse bir çınar yaprağı
Hüzünlensin yaşayanlar o zaman
Sırası değil hüznün daha.

Öylesine sıkılmış ki yumrukları
İyice sıkılsın yumruklar
Saklansın diye bir armağan gibi bu katılık
Öylesine sıkılmış ki yumrukları
Kimse hüzünlü olmasın
Kimse hüzünlü olmasın diye
Sırası değil hüznün daha.

Unutulsun bir gövdeye duyulan hasret
Unutulsun bu alışılmış duyarlık
O kadar sade, o kadar kalabalık ki
Unutulmaya değer onların insan gövdeleri
Ve unutulmalı mutlaka
Dolsunlar diye yüreklere
Dolsunlar damarlara.

Ölü mü denir
Ölü mü denir şimdi onlara.

(1974)
Ölü mü Denir, Edip Cansever
Kaynak: Sonrası Kalır

Jan 19, 2015

Murathan Mungan -- Hrant Dink’in katlediliş üzerine



Hrant Dink’in katledilişinin sekizinci yılında, Agos Gazetesi’nden kalabalığa seslenen Murathan Mungan'ın okuduğu metnin tamamı şöyle:

"Merhaba arkadaşlar, Hrant Dink’in değerli ailesi ve dostları, hakikat ve adaleti kıymet bilenler, hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Sekiz yıldır her 19 Ocak’ta olduğu gibi, bugün gene burada Hrant Dink için toplanmış bulunuyoruz. Ölümünden sonra milyonlarca kalbin evladı olan Hrant Dink için... 2007 yılında onun öld

ürülmesinin hemen ardından yazdığım “Cinayetin arkasındaki en büyük örgüt” başlıklı yazım şöyle başlıyor:

Söylenecek sözün çokluğu bazen insanı dilsiz bırakır. Tıkanır, kalırsınız. Haklılığın suskunluğu, diğer suskunluklara benzemez; düğümü zor çözülür.(...) Tek başına zaten yeterince trajik ve yaralayıcı olan bu ölüm, aynı zamanda yakın tarihi ürperterek çağrıştırdıkları, hafızadan geri çağırdıklarıyla da kavurucuydu. Her yeni ölüm, diğer ölümleri de ilk gün acısıyla diriltir.

Kaç kitap yazarsanız yazın, bazen böyle dilsiz kalırsınız.”

Bugün sözlerimi, o gün kaldığım yerden sürdüreceğim: dilsizliğin her çeşidinin yaşandığı bu ülkede ölenler, öldürülenler, katledilenler biz onlardan sonra birkaç kelime daha fazla söyleyebilelim, diye öldüler. Dilimizdeki kilitler çözülsün diye, dilsizi olduğumuz hakikatler içimizi daha fazla kavurup yakmasın diye... Onca zaman, bunca kayıp, bunca ölümle hem tarih içinde kilitli kalmış, hem zaman içinde yol almış o fazladan birkaç kelimeyi bugün en azından onlara, onların hatırasına borçluyuz. Baskıcı iktidarlar korkunun bulaşıcı olduğunu bilir, bu yüzden toplumun korkularını sürekli diri tutmaya çalışırlar; onların bilmediği cesaretin de bulaşıcı olduğudur. Bu yüzden hayatın ve dünyanın gözlerinin içine bakarak cesaretle konuşmalıyız. O kelimelerin bizden başka sahibi yok! Bunu hiç unutmamalıyız.

Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından sekiz koca yıl geçti. O yıl doğan çocuklar dillendi; okuma yazmayı söktü. Oysa Hrant Dink’in ölüsü, gerçek hikâyesi aydınlatılmamış bir cinayetin kurbanı olarak hâlâ bu kaldırımda yatıyor. Dünyayı kaybıyla ıssızlaştıranlar hatıraları ve emanetleriyle çoğaltırlar... Ve emanetin başını bekleyen bizler sekiz yıldır burada toplanıp adalet ve hakikat arayışımızı dillendiriyor, Hrant’ın ölüsünü unutkanlığın zalim ellerine teslim etmeyeceğimizi haykırıyoruz. Ayrıca Hrant Dink cinayetini, kendi siyasi projeleri için araçsallaştırmaya çalışanların emellerine terk etmeyeceğimizi de belirtmek istiyoruz. Bu sekiz yıl boyunca adalet yerinde sayarken pek çok şey söylendi, yazılıp çizildi. Bugüne, bana varıncaya dek sözler seyrelip azaldı belki, ama acılar azalıp seyrelmiyor. Yerini bulmamış bir adaletin sancısı yüreklerde zonklamasını sürdürüyor; vicdanları sızlatmayı, aklımızı acıtmayı sürdürüyor. Dahası, o günden bu yana adlarını tek tek sayamayacağım her yeni kurban ve her yeni ölümle birlikte, Hrant Dink bir kez daha burada, bu kaldırımda vurulup öldürülüyor. Yerini bulmamış adalet, katillerini ve kurbanlarını çoğaltır. Gene öyle oluyor. Çünkü tetiği çeken parmaklar değişse de, cinayetin arkasındaki en büyük örgüt aynı. Adı “faili meçhul”, ama kendisi “faili belli” onca cinayetin işlendiği bu ülkenin değişmeyen kara gerçeği, bizi her seferinde aynı sözleri tekrara mahkûm ediyor. İktidarlar ve koltuk sahiplerinin maskeleri değişse de hiç değişmeden süren merkezi despot devlet geleneğinin elleri her seferinde gene aynı karanlık oyunu tezgâhlıyor. 1938’te Dersim kıyımını, 1978’te Maraş katliamını yapanlar, 1955’te 6-7 Eylül olaylarını başlatanlar, 1993’te Madımak Oteli’ne sığınan canları yakanlar, 2011’de Roboski’yi bombalayan kişiler ve zihniyetler aynı. 500’ü aşkın haftadır Galatasaray’da diz çürüten cumartesi annelerinin bağırlarını yakanlar da aynı. Adında “adalet” sözcüğünü taşıyan bir partinin on iki yıldır iktidarda olduğu bir ülkede yıllardır adalet bekliyoruz. Gelmiyor!

Arkadaşlar, bu ülkede insanlar yalnızca dostlarının değil, düşmanlarının da kendilerine benzemesini isterler. Kendisine benzesin ki, kiminle mücadele ettiğini, neyle savaştığını tanıyıp bilsin isterler. Birbirlerine benzeyenler birbirlerinin silahlarını, yaralarını, oyunlarını ve nefretlerini tanırlar. Sevginin sahtesi olur, ama nefretin olmaz. Oysa Hrant Dink onlara benzemiyordu. Çünkü onların bilmediği bir Türkçeyle konuşuyordu, onların bilmediği bir Ermeniceyle konuşuyordu. O, tüm halkların eşitliğine ve kardeşliğine inanmış biri olarak, barışın diliyle konuşuyordu. Laf olsun diye edilmiş temenni türünden bir barışın değil, sahici, hakiki, kalıcı ve sürekli kılınmasını istediği bir barışın diliyle... Kan kamaştıran savaş sözcükleri yoktu onun sözlüğünde, kin tazelemek için değil, hafıza tazelemek için söz alıyordu; insanları hınç bilemeye, ödeşmeye, intikam almaya değil, geçmişiyle, şimdisiyle ve kendiyle yüzleşmeye çağırıyordu. Türkleri ve Ermenileri “ebedi düşman” rolüne kapatıp kindarlığa kilitleyen tüm politikalara karşı çıkıyordu. Ötekileştirmenin dışlayıcı, düşmanlaştırıcı, şeytanlaştırıcı dilinden çok uzak bir dille konuşuyordu. Onların hiçbir zaman bilmediği; bilmek, öğrenmek istemediği yabancı bir dildi bu. Bu nedenle Hrant Dink Ermeniliğiyle “öteki”, diliyle “yabancı”ydı onlara. Hrant’la birlikte öldürülmek istenen işte bu dildi. Bir türlü hazmedemedikleri bu barış dili, dünyayı kardeşliğe çağıran bu insancıl dil... Bugün belki de her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bir dil.

Arkadaşlar, katillerin her infazla birlikte tabancalarına çentik attıkları İkinci Meşrutiyet öncesinden bugüne, örgütlü, tasarlanarak işlenen gazeteci cinayetlerinin uzun listesinde Hrant Dink, siyasal bir cinayete kurban giden 62. kişiymiş. Ülkemizin hemen her güne siyasal bir cinayetin, bir katliamın, bir toplu kıyımın düştüğü “Resmi Tarih Ajandası”nda, kaderi 19 Ocak 2007’ye düşen, sözünün bedelini, vicdanının maliyetini canıyla ödeyen 62. kişi...

Bu yüzden aradan geçen sekiz yıl boyunca yetişen yeni kuşaklar ve sislenen hafızalar için belki de Hrant Dink’i yeniden anlatmak, yeniden hatırlatmak gerekiyor: O, sadece Ermeni halkının bir sözcüsü değil, tüm Türkiye’nin sesiydi. Ezilen, dışlanan, sömürülen tüm kesimlerin sesi. Bugün aramızda olsaydı, Gezi Parkı Direnişi’nde bizlerle saf tutacak, tarih boyunca 76 kez kıyıma uğramış, Ortadoğu’nun en kimsesiz, en sahipsiz halkı olan Ezidilerin yanında yer alacaktı. Hrant Dink yaşamı boyunca kendine ve değerlerine sadık kalmış biri olarak uzlaşmacı ama ödünsüz tutumuyla bu ülkede pek çok şeyi değiştirdi. Hatta ölümü bile çok şey öğretti bize. Hiçbir çevrenin, hiçbir iktidar odağının hoşuna gitmeye, gözüne girmeye çalışmadan, doğru bildiklerini söyleyip inandıklarını savundu. Onun ve benzerlerinin verdiği mücadele, onların ölümleriyle birlikte kesintiye uğrayacak bir mücadele değildir. Burada ve meydanlarda toplanan kalabalıklar da zaten bunu gösteriyor.

Bu coğrafyanın halkları düzayak yapılmış çözümlemeler, üstünkörü saptamalarla ışıklandırılamayacak kadar karmaşık, çok katmanlı bir geçmişten, tarihin labirentinde kaybolmuş pek çok hikâyenin içinden geçip geliyor. Bu nedenle Hrant Dink de, Ermeni sorununun çözümü için yeni bir dil ve her iki tarafın da ezberlerinin dışına çıkan yeni bir yaklaşım gerektiğini düşünüyordu. Bu topraklarda yaşayan insanların bu konuyu her yönüyle konuşarak, birbirlerini tanıyarak, birbirlerinin hikâyelerini dinleyerek, birbirlerinin acılarını anlayarak, birbirlerine değerek, dokunarak, zamanla bu sorunu barışçıl bir çözüme kavuşturabileceğine inanıyordu. Her iki topluluğun da hatıraları ve hafızaları arasında bir diyalog kurulması gerektiğine inanıyordu. Böylelikle resmi hafızaların yerini artık sivil hafızaların alacağını ümit ediyordu. Ermeni sorununu, emperyal güçlerin uluslararası masalarda Türkiye’ye karşı elinde tuttuğu bir koz olmaktan çıkaracak olan şeyin, halkların kendi arasında geliştireceği bu diyalog zemini olacağına inanıyordu. Bu yüzden Hrant Dink’in bu konuyla ilgili rüyalarından biri, iki halkın birbiriyle kaynaşmasını sağlayacak Ermenistan-Türkiye sınır kapısının açılmasıydı. Dostlar, arkadaşlar, ölülerimizin sadece hatıralarına değil, rüyalarına da sahip çıkmamız gerekir. İşte bugün o kapının açılması, pek çok şeyin kapısının da açılması demek olacaktır. O kapının açılması, yüzyıldır Ararat dağının doruğuna çöken sisin dağılması olacaktır. O kapının açılması 2015 yılına çok yakışacaktır.

Dostlar, arkadaşlar, çoğunuzun bildiği gibi bu topraklarda her inkârın ardında yakın ya da uzak tarihli toplu mezarlar yatar. Hrant Dink’in öldürülüşünün sekizinci yılı, gene bildiğiniz gibi aynı zamanda 1915 Ermeni soykırımının yüzüncü yılıdır. Ermeni soykırımının reddi, inkârı Türkiye’nin yüzyıllık yalnızlığıdır. Tarihte, hafızada, akılda, vicdanda ve dünyadaki yalnızlığıdır. Türkiye’nin bu yüzyıllık yalnızlığı artık son bulmalıdır. Bu ülke geçmişin hayaletlerinden korkmayarak tarihiyle yüzleşmeli, geçmişte yaşananlara ilişkin sorumluluklarını üstlenmeli ve bu karanlık mirasın kahredici ağırlığından kurtulmalıdır. Bunu, dünyanın azarlayan bakışları ya da başkalarının onayları için değil, kendisi için istemelidir. Geçmişten günümüze işlenen bunca cinayetin seyircisi bir toplum olmaktan kurtulmanın bir yolu da budur. Çünkü biliyoruz ki, mücadele edilmesi gereken halklar, uluslar değil, zihniyetlerdir. Uzun bir süredir bu ülkede sistemli olarak ve giderek tırmanan bir biçimde toplumsal kutuplaşmalar yaratılıyor, düşmanlıklar körükleniyor, bizzat devleti yönetenler şiddet amigoluğu yapıyor. Oluşturulan bu alacakaranlık kuşağını andıran siyasal iklimle, Türkiye adeta adım adım Enver Paşalarla, Talat Paşalarla gecikmiş randevusuna sürükleniyor. “Edirne’den Ardahan’a bölünmez,” dedikleri vatan, Susurluk’tan Roboski’ye parça parça edildi, ediliyor.

İşte bu yüzden biz Hrant için, adalet için sekiz yıldır haykıranlar artık demokrasinin karikatürünü değil, kendisini istiyoruz. Acilen demokrasi ve koşulsuz ifade özgürlüğü istiyoruz. Kapalı kapılar ardında tezgâhlanan karanlık oyunların göstermelik demokrasisini değil, günışığı demokrasisi istiyoruz. Laiklikten ödün vermemiş bir demokrasi istiyoruz. Kimsenin kimsenin kanına, canına susamadığı bir toplumda, kurban almadan ve kurban vermeden yaşamak istiyoruz. Hemen her gün bir kadın cinayetinin işlenmediği, transların, eşcinsellerin öldürülmediği, çocukların devlet kurşunlarıyla katledilmediği bir ülkede yaşamak istiyoruz. Etnik, kültürel, dinsel, cinsel her çeşit ayrımcılığın ortadan kalktığı, kimsenin kimsenin yaşam biçimine, diline, dinine, mezhebine, inancına ya da inançsızlığına karışmadığı, herkesin eşit haklara sahip yurttaşlar olduğu, demokratik olgunluğa erişmiş bir toplumda barış, kardeşlik ve dayanışma içinde yaşamak istiyoruz. Ağaca, suya, parka, koruya, ormana, herkesin ve her canlının yaşam hakkına saygılı çok dilli, çokkültürlü, çok renkli bir toplum olarak yaşamak istiyoruz. Vesayet biçimlerinin tümüne kayıtsız şartsız karşı çıkıyor, 12 Martların, 12 Eylüllerin apoletleriyle ılımlı kindarlık, kravat takmış yobazlık arasında seçim yapmak istemiyoruz.

Bugün burada basın özgürlüğünü savunmak için “Je suis Charlie Hebdo” diyorsak, kimilerinden farklı olarak 1994’te Istanbul’da “Özgür Ülke” gazetesi bombalandığında sokaklara çıkmış olmanın gönül rahatlığıyla diyoruz.

Arkadaşlar, Hrant Dink’in ölümüyle bu ülke sadece kıymetli bir evladını kaybetmedi, aynı zamanda önemli bir gazetecisini de kaybetti. Gazetecilik mesleğinin çok büyük ölçüde haysiyet kaybına uğradığı böyle bir dönemde, onun ve onun gibi gazetecilerin yokluğu daha çok hissediliyor. Sırf bunun için bile, Hrant Dink’in dördüncü çocuğu olan “Agos” gazetesine, onun emanetine de sahip çıkmamız gerekiyor.

Dilerim, Hrant Dink ve benzerlerinin uğruna öldükleri doğrular, çok uzak olmayan bir gelecekte, günışığı görmüş bir demokraside, barış içinde bir arada yaşayan bir toplumda gündelik hayatın sözü bile edilmeye değmeyecek sıradan gerçekleri olur!

Gene dilerim, yakın bir gelecekte adalet yerini bulur, sonraki yıllarda burada toplanacak olanlar, hâlâ sonuçlanmamış bir hak ve adalet arayışı için değil, sadece Hrant’ı ve hatıralarını yâd etmek için bir araya gelirler.

Sözlerimi sonlandırırken, Dink ailesini muhabbetle kucaklar, hepinizi yeniden sevgi ve saygıyla selamlarım."