Pages

Oct 28, 2013

Bir çift Ayakkabı - Sunay Akın

Belki hiç dűşűnmemişizdir ne kadar őnemli olduğunu ya da olabileceğini bir çift ayakkabının. Sunay Akın’ın Bir çift Ayakkabı adlı kitabını okurken bu geldi aklıma; yoksul çocukların ayakkabı dűşleri soğuk karlı bir kış sabahlarında, sultanların ayakkabıları, prenseslerin ayakkabıları, prenses olma dűşű gőren kűlkedilerinin ayakkabıları, ayakkabıları boyayan ayakkabısı yırtık çocuklar, nice ayakkabılara paspas olmuş boyacı sandıkları, sarı çizmeli mehmet ağalar, vesaire vesaire.

Yani bu ayakkabı meselesi őyle kolayca papucu dama atılabilecek meselelerden biri değilmiş. Kitaptan ayakkabıya dair bir çok şey őğreniyorusunuz (bu bilgilerin doğru ya da yanlış olduğuna dair yazarın sőzlerinden ve iddialarından başka hiç bir delil olmadan); őrneğin Hűseyin Inan’ın apar topar ayakkabısını bile giymesine izin verilmeden idam sehabasına getirildiğini, Yılmaz Gűney’in 1973 Kasım’inda o her tarafı beton Selimiye Kışlası’ndan eşi Fatoş’a mektup yazıp altı kauçuklu 42 numara siyah bir ayakkabı istediğini, ya da şarlo’nun o ekonomik krizin en dibinde annesinin iskarpinlerini giyerek dışarda ekmek bulmaya çıktığını ve kendisine sinemada ilk fırsat çıktığında bűtűn riski gőze alıp hayat kadar çelişik bir kostűm (başında kűçűcűk bir şapka ama ayağında bosbol bir ayakkabı gibi) ile şansını denediğini őğreniyoruz.

Ama bakmayın bőyle gűzel şeylerden sőz ettiğime. Kitapda bir sűrű problem var. En bűyűk problem kitabın tűrű ile ilgili. Kitabın ne mene bir kitap olduğunu anlayamıyorsunuz. Bu çok sinir bozucu bir şey. Neyi nasıl okuduğunu bilmek çok őnemli bir okuyucu için. Kitap bir őykű kitabı mı? Değil. Deneme mi? O da değil? Roman mı, şiir mi? Onlar da değil. Belki kitap iyi bir ayakkabıya dair ansiklopedi olabilir ama o da olmamış. Kitapta ayakkabılara dair iddiaların gerçekliği de pek belli olmadığı için tarihsel veya olgusal bir şey olduğunu da iddia edemiyorsunuz. Yani ne idűğű belirsiz bir şey. Hani siz nasıl okursanız işte őyle bir kitap bile diyemedim doğrusu. Çűnkű kitabın bir bőlűmű bir şeye benzerken diğer bőlűmű bir başka şeye benziyor. Yani sanki kitap Sunay Akın’ın uzun bir zaman aralığı boyunca içinde şőyle ya da bőyle ayakkabı geçen hikaye, olay ve benzeri şeylerin rastgele darmadağınık toplanmış notlarının yine darmadağınık bir biçimde bir araya getirilmiş hali. Ha peki bőylesi bir şey nasıl yayınlandı? Onun da yanıtı o bildik eski klişe olsa gerek diye dűşűnűyorum: “Yavrucuğum űnlű olunca yayınlarsın” . Okuyucu salaktır ya, “aaa Sunay Akın’sa yazan, yazılan mutlaka iyidir” diye okur ve boktan da olsa beğenir.

Bir diğer kőtű yanı da, kitabın arkasında yazılan pazarlama gűdűmlű sőzűn tűmden kıçından uydurulmuş olduğu: Kitabın arkasındaki tanıtım yazısında diyor ki; “Kıvrak hareketlerle oynatıyor kalemini Sunay Akın ve izini sűrdűğű hikayelerin her birini ustaca yerleştiriyor yerli yerine." Valla yalan, billahi yalan. Őylesine çala kalem yazılmış ki aptala dőnűyorsunuz bir parçayı ya da bőlűmű (hikaye diyemiyorum) bitirene kadar. Diğer yandan bazı parçalarda korkunç derecede bir zorlanılmışlık var. Sanki içinde ayakkabı sőzcűğű geçsin diye kırk dereden su getirilmiş. Işte Tutuklular çemberi denen bőlűm: Ilk őnce Japon bir doktor olan Sugita Genpaku ile karşılaşıyoruz. Adam insan organlarının çizili olduğu flemenkçede yazılmış bir anatomi kitabına bakıyor. Yıl 1770li yıllardır ve Japonya dűnyaya kapalıdır ve Dr. Genpaku kadavra dersinde organlar ile kitaptaki çizimleri karşılaştırıp çizimlerin ne kadar da gerçeğe yakın olduğunu gőrűyor. Sonra doktorun őnűndeki en őnemli sorunun kitabın Japoncaya çevrilişi olduğunu őğreniyoruz. Ve koca uzun bir paragrafta da Flemenkçeden Japoncaya çeviriden sőz ediliyor. Daha sonra da Japonya’nın 1800’lű yılların ikinci yarısında dűnyaya seramiklerle açıldığını őğreniriz. Sonra bu seramiklerin yollarda gemilerde taşınırken kırılmaması için Japonyada resim yapmakta kullanılan kağıtlara sarıldığını ve kağıtlardaki resimlerin sonra bir şekilde sanat sever tűccarların ilgisini çektiğini őğreniriz. Kağıtlar paketler açıldıktan sonra yırtılıp atılmaktadır da. (Ha? Ne oldu ya falan diyorsunuz burda. Sonra geriye dőnűp yine okuyorsunuz) Bununla ilgilenenler őyle çoktur ki der Sunay Akın. Eeeee daha niye yırtılıp atılıyorlar o zaman? Valla bilmiyoruz. Sonra devam ediyor yazar; bu ilgilenenlerden birisi Vincent van Gogh’tur ve Anvers Limanında porselen takımlarını koruma gőrevi bittikden sonra atılan bu japon resimlerini toplamaktadır. Ve bizim Van Gogh bőylece japon resim sanatından etkilenmiştir. Burda yazar işte bűyűk bağlantıyı kurar; Flemenkçe bilip Japonca bilmeyen van Gogh ile Japonca bilip Flemenkçe bilmeyen Dr. Genpaku ile. Sonra da Van Gogh’un Three Pairs of Shoes (űç çift ayakkabı) adlı sergisinden sőz edilir, ardından da A pair of Shoes (bir çift ayyakkabı) adlı tablosundan ve o tabloda ayakkabının ters dőnműş olduğunu gősterir bize. Sonra yazar diğer tablolardan sőz eder falan filan.

Eeee şimdi Muhamet Isa aşkına bu nedir? Derdin nedir ey Sunay Akın, sayfa sayısı arttırmak mı? Van Gogh’a gelmek için taaa Japonyadaki Flemenkçe bilmeyen bir doktordan başlamak zorunda mısın kardeşim? Sonra çeviri zorluklarından, sonra Japonya’nın dűnyaya açılışından, seramiklerden, ve daha nice ıvır zıvırdan sőz etmek zorunda mısın? Eee yani zıkkımın kőkű. 3 sayfalık yazıda 20 farklı konudan sőz ederek kitap yazılmaz benim bildiğim.

Ha bu arada gerçekten Van Gogh japon resim sanatından etkilenmiş midir? Valla kitapta Sunay Akın’ın kendi sőzűnden başka herhangi bir bilgi yok, meraklısı gitsin baksın. Yani diyeceğim o ki, korkunç kőtű ve akıcı olmayan bir yazım ve zorlamalarla dolu bir kitap var. Yani buna kalkıp yazar kalemini ustaca oynatıyor demeniz için ya kitabı okumamış olmanız gerekir ya da kıç yalayıcı bir editor olmanız gerekir...

Bu zorlamalardan bir kısmı da slogan vari Atatűrkçűlűğe ővgűler dizen bir kaç bőlűmdű, ki onlara girmeyeceğim, midem kaldırmıyor…

Bir diğer kőtű ya da bağlantısız yazı da Yilmaz Gűney için olanıdır. Yılmaz Gűney’in karısından bir mektupta ayakkabı istediğinden ve Gűney’in diğer ihtiyacı olanlara da yardım etmek isteyen iyi yűrekli bir insan olduğundan sőz etmeyi amaclayan bu yazı, Gűney’in őlűm haberinin eve gelişi ve bu haberin Gűney’in annesinden saklanışı ile başlar. Bu őlűműn anneden saklanışı ile Gűney’in karısından ayakkabı istemesi arasında hiç bir bağ yokken yazının sonunda hatta yeni bir konuyla da karşılaşırsınız. Konu da şu: 12 Mart dőneminde Mahirler kapı kapı aranırken, Levent’deki evine gelip ihbar var Mahirler burda saklanıyormuş diyen polislere Gűney’in “filmlerdeki o şakacı tebessűmű” ile “yukardalar” demesi ve polisi gűldűrűp evi aramadan terk etmesi olayıdır. Gerçekte de Mahirler yukardadırlar.. Peki bu olayın ayakkabıyla ilişkisi var mı? Valla yok. Billahi yok. Ha belki Mahirler kapı eşiğinde unutmuşlardır ayakkabılarını ama onu da Sunay Akın o bőlűme eklemeyi unutmuş olmalı ... :-)

Neyse bunca yazmama değer mi bu kitap bilmiyorum ama en son eleştirim de Sunay Akın’ın nasıl olup da őldűrűldűğűnde ayakkabılarının altı delik olan Hrant Dink’e dair hiç bir şey yazmayışıdır. Neden acaba? Baskıya mı yetişmeyecekti? Hiç bilemiyorum.

Neyse eğer almış ve okumuşsanız bu kitabı sorun yok. Ucunda őlűm yok ya. Ama almadıysanız dert etmeyin hiç bir şey kaçırmadınız…

Sunay Akın yine de şunu bil ki “şiirlerini seviyorum…”

Oct 24, 2013

YÜREĞİM SIZLADIĞI ZAMAN

yüreğim sızladığı zaman
geceyarılarından sonra şafaktan önce
bilmediğim bir istasyondan bilmediğim bir müzik geliyor kulağıma
 uzak
vahşi
karanlık
 gece denizleri gibi bir müzik
batık gemilerli gece denizleri gibi bir müzik
çağırıyor çağırıyor beni durmadan
 ve belki de işte o zaman başlıyor sızlamağa yüreğim

 yüreğim sızladığı zaman
duvarları banka afişli çok eski bir kentin cumhuri­yet caddesinden iki tüfek bir kelepçe
 tüfekler garip garip, kelepçe garip
 öyle çamur öyle beter!
bir yaprak
 döne çevrile
 bir akarsu
 bata çıka
 koşuyor koşuyor bir kadın
 düşe kalka
 kelepçenin ardından
 ve belki de işte o zaman başlıyor sızlamağa yüreğim

yüreğim sızladığı zaman
bir kara tank yürüyor bir ağıttan bir filimden bir savaş romanından çıkıp
geçiyor sevgilerin özlemlerin üzerinden, aşkların umutların oyuncukların, küçük ekmeklerin
 [büyük kayguların üzerinden geçip gi­diyor çığlıkçığlığa
su gibi ilerliyor yangın
 işliyor kıtlık karanlığı ölüler bir anda şarkılaşıp­ virüsler bakteriler
 bütün dilleri birden konuşuyor herşey
çırpınıyor yaşlı yerde bir damlacık kan
 ve belki de işte o zaman başlıyor sızlamağa yüreğim

yüreğim sızladığı zaman
kör bir çeşme başında kör bir kadın geliyor gözleri­min önüne
 bütün iplikleri bütün iğnelere takıyor da ne iplik bitiyor ne iğne
 götürülmüş oğluna mı
kaçırılmış kızına, mı .
geçen günlerine mi
 unutmuş neye ağladığını
ağlıyor aranıyor .
aranıyor bilmeden
bıkmadan
 usanmadan
 ve belki de işte o zaman başlıyor sızlamağa yüreğim

yüreğim sızladığı zaman
ciğerlerime çekerken kötülüğü
 ellerimle dokunurken kötülüğe
 ayaklarıma dolaşırken kötülük
şu taşı şurdan alıp şuraya koyamamanın pis bu­naltısı geçiriyor tırnaklarını gırtlağıma
 kokuyor işyerleri
kokuyor günaydınlar
ne varsa verilmemiş
alınmamıs ne varsa
edilmemiş söz
 patlamamış öfke
uyutulmuş ne varsa
 ne varsa birdenbire kokuyor
ve kayıyor birşeyler parmaklarımdan
 ve belki de işte o zaman başlıyor sızlamağa yüreğim

 yâni ben
dört mevsime bölerek bu yürek sızısını
 günlere saatlara dakikalara
anlara bölerek bu, yürek sızısını
sakağım kentim vatanım sanarak bu yürek sızısını
yaşamanın kendisi sanarak bu yürek sızısını
 bir yaprağı durmadan işliyorum bu ölümsüz ağaca

Hasan Hüseyin, Oğlak İsimli Kitabından