Pages

Aug 30, 2010

Ramazan amca öldü

YILDIRIM TÜRKER, Radikal, 30 Ağustos 2010, Pazartesi

Ramazan amcayı tanımıyordunuz büyük ihtimalle.
Ramazan Doğan, Seyhan Doğan’ın babasıydı. Asiye Doğan’ın da eşiydi.
Ama siz onları da tanımıyordunuz zaten.
Belki Seyhan’ın hikâyesini bir yerlerden hatırlar gibisiniz.
Kayıp edilenlerin hikâyeleri birbirine benzer. Birini okumuşluğunuz varsa hepsini hayal meyal de olsa hatırlarsınız.
Ramazan amca, 5 yıldır küçük oğlunun, böcük gözlü kuzusunun peşinde her Cumartesi, diğer kayıp yakınlarıyla birlikte Galatasaray’da oturma eylemindeydi.
Yolunuz oradan geçiyorduysa, o yoksul ve acılı kalabalık arasında onu görmüşsünüzdür. Ama acılı yoksulların yüzlerini ayırdedebilmek çok zordur.
Bu yazının armağanı Ramazan amcanın yüzü olacak. Ölmeden birkaç ay önce çekilmiş bir fotografı.
Yanındaki, Leman Yurtsever. Kendisini birkaç kez anmışlığım vardır. Aydınlık yüzüyle kayıp yakınlarının, işkence, tecavüz mağdurlarının hep yanıbaşındadır.
1995 yılını hatırlayın. Henüz açılımdan söz etmiyor, Kürtlerle en ufak yakınlık kurmaktan çekiniyorduk. Seyhan Doğan 13 yaşındaydı. Mardin Dargeçitliydi. Zaten anılarımızda hep o yaşta kaldı. 1995 yılının 29 Ekim gecesi, askerler evlerini bastı. 13 yaşındaki Seyhan, 9 yaşındaki kardeşiyle birlikte gözaltına alındı. Askerin hükmünden sual olunmazdı elbet.
Ama anası Asiye Doğan askeri tabura gitti. Oğulcuklarını sormaya. “Merak etme, çocukların gelir” deyip yolladılar evine.
Birkaç gün sonra Hazni’yi serbest bıraktılar. Tekrarlıyorum, Hazni 9 yaşındaydı. Benim oğlumla yaşıtmış o zaman. Uzun tatilini oyundan oyuna koşarak geçiren nazlı oğlumla.
Hazni, eve döndüğünde artık tanıdıkları çocukları değil. Büyüyüvermiş bir çırpıda. İşkence gördüklerini anlatıyor ailesine. Filistin askısını tarif ediyor. Tekrar ediyorum, 13 yaşındaki ağabeyi Seyhan’ı askıya ters astıklarını anlatıyor 9 yaşındaki Hazni. Ona çok ağır işkence ettiklerini anlatıyor.
Seyhan, yok ortalarda. Akıbetini öğrenmeye çalışan ailesi çaresiz. İtilip kakılıyor. Ellerinden tutan, başlarını okşayan kimseleri yok. Kime başvursalar, nafile. Oğullarından haber yok.
Bunun üstüne Asiye Doğan MED TV’ye çıkıyor. “Ben devletten davacıyım” diyor. “Oğlumu istiyorum” diyor.
13 yaşındaki Seyhan’ı kaybeden devlet Asiye’yi de kaybediveriyor. Anacık da oğlunun peşinden o zifiri karanlığa dalıyor. Ailenin başvurduğu resmi makamlar, Asiye’nin gözaltına alındığını inkar ediyorlar.
Ama aile yılmıyor. Hepsi aynı zifiri karanlığa gönderilmeye razı. “Haydi, kaybedin hepimizi.”
11 gün sonra Asiye de o kanlı araftan dönüyor. Serbest bırakılıyor. Oğlunun peşinden ateşe dalan ana çok ağır işkenceden geçmiş. Sağlığı bozulmuş. Perişan halde. 11 günde kocamış.
Asiye Doğan, Seyhan’ını kaybetmenin kahrı ve gördüğü işkencelerin yardımıyla hayatını kaybetti.
Bu arada Seyhan’ın hesabını vermeyen, akıbetini bilmezden gelen, işlediği cinayeti inkar eden devlet, ailesinin bilgisi dışında, Seyhan’ı öldü diye nüfus kütüğünden düştü.
Anası ölünce Ramazan Doğan tek başına sürdürdü mücadelesini. Seyhan’ın izini sürdü. O da gözaltına alındı. O da gözaltında devletin şefkatinden nasibini aldı. Gördüğü ağır işkenceler sonucu ellerini kullanamaz hale geldi.
Ama kar kış demeden, her Cumartesi Galatasaray meydanındaydı. Kucağında oğlu Seyhan’ın fotografıyla.
Bu ailenin başına gelenlerin yegane nedeni, korucu olmayı reddetmişlikleriydi. Silahlanmayı reddetmenin bedelini hayatlarıyla ödediler.
Ramazan amcanın da 24 Ağustos günü kalbi dayanamayıp çatladı.
Ananın da babanın da oğullarının hiç değilse mezarına kavuşabilmeye ömürleri yetmedi.
Şefkat küpü Başbakanımız Cumartesi Anneleri kendisine sorulduğunda, “Ne iş yaptıklarını bilmiyorum, Cumartesi anneleri birileri tarafından kullanılıyor” buyurmuştu, hatırlarsınız.
Ramazan Doğan da 31.07.2010’da Galatasaray’daki 279. Oturmada Başbakan’a şöyle sesleniyordu:
“Ben Ramazan Doğan. Gözaltında kaybedilen Seyhan Doğan’ın babasıyım.
29 Ekim 1995’te, gece saat 03.00 sıralarında Mardin-Dargeçit’teki evimize askerler tarafından düzenlenen baskın esnasında 13 yaşındaki oğlum Seyhan Doğan 9 yaşındaki kardeşi Hazni ile birlikte gözaltına alındı. Olayın hemen ardından eşim Asiye Doğan, Dargeçit’deki Tabur’a giderek “çocuklarım nerede?” diye sordu. “Merak etme, gelirler” diye cevap verdiler. Eşim ertesi gün tekrar Tabur’a gitti bu sefer “ senin çocuklarını bıraktık, eve gittiler, bir daha gelme” dediler. Birkaç gün sonra 9 yaşındaki oğlum Hazni’yi serbest bıraktılar. Hazni bütün olanları bize anlattı. Çocuklara işkence yapmışlar, filistin askısına asmışlar... Ama Seyhan’dan bir daha haber alamadık. Annesi her gün Seyhan’ı soruyor , dilekçeler veriyordu. Aramaktan vazgeçmeyince onu da gözaltına aldılar 11 gün kendisinden haber alamadık. Gözaltındayken ağır işkence gördü ve sağlığı bozuldu. Seyhan diye diye öldü. Eskiden Galatasaray’a o gelirdi. Şimdi onun yerine ben geliyorum.
Bizim bilgimiz dışında nüfus kütüğümüze Seyhan’ın öldüğünü yazmışlar. Başbakan bizi suçlayacağına bu kaydı düşenleri araştırsın. Benim oğlum daha çocuktu onu benim kucağımdan alıp götürdüler. Başbakan ne yaptığımı bilmiyorsa söyleyeyim; ben oğlumun kemiklerini arıyorum...”

Aug 28, 2010

Uçurtma Avcısı

Gözlerinin pınarında bir bulut
Boşandı boşanacak nerdeyse
Aklımdan geçenleri okuyorsun su gibi
Dünya gördü
Bizi boğazladılar.

Uçurtma Avcısı (The Kite Runner) romanının yazari Khaled Hosseini, filmin yőnetmeni, Marc Forster, ve filimle ilgili őtekiler belki de hiç duymamıştır Ahmed Arif’in adını ve yukarıdaki dizelerini. Duymuş olsalardı kullanırlar mıydı acaba?

Filmi izlerken bu dizeler bir türlü çıkmadı aklımdan. Yankılanıp durdu; “Dünya gőrdü / Bizi boğazladılar”. Ardından bir pas tadı dilimde ve acı, zehir-zıkkım bir düğüm boğazımda.

Filmde (Romanı okumadım) bir çok tema var; baba-oğul, iki-arkadaş, iç-savaş, sőmürgecilik, neo-colonyalizm, gőçmenlik, yoksulluk, sınıf-ilişkileri, ve kültürel yapı, ve cinsel roller ve diğerleri. Buna rağmen filmde zengin bir iş adamının oğlu Amir ile hizmetçilerinin oğlu Hassan arasındaki arkadaşlık ilişkisi ana temayı oluşturuyor. Her ne kadar bazıları bu arkadaşlığı cocukça sevgi, karşılıksız dostluk gibi idealist terimlerle anlasa da aslında bu iki çocuk arasındaki iliskide dahi bütün sosyo ekonomik ve külturel yapının çeliskilerin izlerini gőrebiliyoruz. Őrnegin Hassan’ın Amir’i dışardan gelen tehliklere karşı koruyup kollamasından tutun da, kőr bir itaatle Amir’e hizmetkarlığına kadar varan sınıfsal dinamikler bu iki çocuğun yalınmış gibi gőrünen arkadaşlıklarını belirleyen faktőrlerdir. Őzellikle Hassan’ın dayak ve tecavüz pahasına Amir’e ait olan uçurtmayı diğer çocuklara vermeyişindeki itaati ve bunu gőrüp de hiç bir şey yap(a)mayan Amir’in suçluluk hissetse de hiç bir şey yapmayan hatta üstüne üstlük Hassan’i daha da taçiz eden tutumu (anti-hero) çok őnemlidir.

Marc Forster Afganistan’ın 70’lerde yaşadığı sosyal anomi (Durkheim) ile başlayan sonra da uluslararası ilişkilerle karmaşıklaşan Afgan insanının trajedilerinin ortak paydası olarak işte bu tecavüz kavramını alıyor ve işliyor. Hassan’ın sokaktaki büyük çocuklarca, ideolojik bir gerekçeye de büründürülen, tecavüzü Afganistan’ın kendi içindeki ideolojik çatışkılarını, Sovyet işgalini, Talaban'ın kendi insanına yaşattığı terőrünü (ki uçurtma uçurmayı bile yasaklayan) metaforlaştırıken, Amir’in gőrüp de hiç bir şey yapmayan tavrı dünya kamuoyu’nun tepki(siz)liğini simgeliyor. Kendisiyle yapılan sőyleşide de Forster “kimle konuşsam ülkelerinin içinde bulunduğu durumu hep tecavüz edilme benzetmesiyle anlatıyorlardı” diyor. Afganistan’ın feodal kültür yapısını düşününce (ki bu bize de pek uzak değil) tecavüz metaforunun nasıl da konunun can alıcı noktasını oluşturduğunu gőrüyoruz.

Ve daha nice şeyler var film hakkında sőylenecek ama beni en çok etkileyen yan burasıydı. Çünkü

Dünya gördü
Bizi boğazladılar

Izlemediyseniz mutlaka izleyin derim.

Aug 26, 2010

Yaşamak

Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın..Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın..Peki o ne yaptı deme..Herkes kendinden sorumludur aşkta..Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu..Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için..? Hayatı ıskalama lüksün yok senin..Onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın..Her zamanki gibi yaşayacaksın sen..Acılara tutunarak yaşamayı ; Öğreneli çok oldu.. Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil..Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki..Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor..Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu..? Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana..Yine içeceksin rakını balığın yanında..Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası..Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun asolan yürektir..Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma ; Yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte..Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu..Elbet bitecek güneşe hasret günler..Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini...

Not: Nazım'a ait oldugu söylenir ama ben kime ait olduğunu bilmiyorum.

Aug 22, 2010

Őzdeyişlerin Tehlikeli Bir Yanı


To say “I love you” one must first be able to say the “I."
"Seni seviyorum" diyebilmek için kisi őncelikle "Ben" demeyi bilmek zorundadır! – Ayn Rand
Bu tür őzdeyişlerin ve sőzlerin tehlikeli bir yanı vardır. O da bazan sőzü sőyleyenin, sőzün sőylendiği zamanın nesnel ve őznel koşullarınn gőzardı edilme olasılığıdır.

Ayn Rand’ın yukarıdaki sőzünü ilk okuduğumda hiç kimin tarafından sőylendiğine dikkat etmeden, seviverdim. Sevmenin őtesinde arkadaş ve dostlara da gőnderdim. Sonra onlardan gelen tepki ve yanıtlar beni iyi bir sarstı. Biri “bunu Ayn Rand değil de bir başkası sőyleseydi birey olmanın (ben olmanın), bağımsız, kişilikli, kendine yeterli olan bir “Ben” olmanın őnemini vurguluyor derdim ama Ayn Rand girince işin içine durum değişiyor” dedi. Bir diğeri “He is quoting the ultimate capitalist--will wonders never cease? :)” diyerek şaşkınlığını dile getiriyordu.

Bi dakika yahu ne dağlar devirmişim demeye kalmadan farkettim ne halt ettiğimi; sőzü sőyleyenin hesaba katılmayışı. Rand’ın felsefesinden bakınca bu sőzün nasıl da bencil bir “ben”e işaret ettiği anlaşılıyor tabii.

Arkadaşlardan biri o güzel kıvrak zekasının ürünu olan bir dil analizi de yapıyordu: Diyordu ki, bazı dillere baktığımızda “seni seviyorum” sőzünde “ben” gizli őznedir. Őrneğin “Seni seviyorum” (Türkçe), te amo (Ispanyolca), j taime (Fransızca), ti amo (Italyanca). Ama Ingilizce ve Almanca’da “Ben” őn plana çıkıyor “I love you” ve “Ich liebe dich”. Bunun őtesinde sevmekte “ben”in őn plana çıkartılması sanki sağlıklı bir sevgi ilişkisi yaşamyı sorunsallaştırabilir, hatta sevilen “sen”in değer verilişi ve őn plana çıkarıtılması daha sağlıklı gőrünüyor.

Hatta hatta bir başka arkadaş da bundan bőyle “I love you” demek yerine “You I love” diyeceğini ilan etti. Ve ben bir kez daha güzel arkadaşlarım olduğu için çok mutlu oldum.

Siz çok dostyaşayın e mi!

Aug 18, 2010

Welcome

Nasıl da seviyorum Hollywood dışı bir film seyretmeyi! Bir yanım sinemanın estetik yanından doyum bulurken, diğer yanım sinemanın sosyo-politik yanından doyum bulabiliyor. Bir diğer yanım sinemanın insan yanımı uyardığını hissederken bir diğer yanım da evrensellik duygusu yaşatıyor bana.

Biraz evvel izledim Fransız yönetmen Philippe Lioret’in Welcome adlı filmini. Film işlediği konuların karmaşıklığına inat alabildiğine sade ve yalın. Ana temayı 17 yaşındaki Irak’lı bir kürt genci olan Bilal’ın Ingiltere’deki sevgilisine kavuşmak için Ingiltere’ye gitme çabaları oluşturuyor. Bilal Irak Kurdistan’ından yola koyulmuş, Türkiye’de işkenceden geçmiş (Bilal Türk ordusu tarafından yakalamış ve sekiz gün boyunca başına bir plastik torba geçirilmiş), en sonda da Fransa’nın Calais adlı küçük bir kasabasında Fransız polisince yakalanmıştır. Türkiye’de gördüğü işkencenin sonucu geçirdiği travma yüzünden kaçak bindikleri kamyonun sınır kapısındaki incelemden başına plastic torba geçirip belli bir süre bekleyemediği için kendiyle birlikte diğer kaçakların yakalanmasına da sebep olmuştur Bilal. Şimdi tek seçeneği vardır; Ingiliz Kanal’ını yüzerek geçmek. Kasabanın havuzunda yüzme dersi veren Simon’la tanışması böyle gerçekleşir.

Simon karısından boşanmak üzre olan eski bir yüzücüdür. Simon aman aman duyarlı falan bir insan değildir; Süpermarkete illegal yabancıların alınmayışını protesto eden karısının yanında alabildiğine sıradan bir vatandaş tipidir Simon. Bilal’in kararlılığı ve direngenliği etkiler Simon’u. Bilal’ın hikayesini ögrenince daha da bi sarsılır. Karısına “çocuk sadece sevgilisine kavuşmak için binlerce kilometreyi aşmış buraya kadar gelmiş ve şimdi de kanalı yüzerek geçmeyi deneyecek, ben ise seni yeniden elde etmek için yolun karşı tarafına bile gidemiyorum” deyişi filmin güçlü yanlarından birini oluşturuyor.

Öte yandan ikinci dünya savaşı Almanya’sını andıran Fransız polisinin göçmenlere karşı giriştiği alabildiğine faşizan tutum filmin bir diğer omurgasını oluşturmakta. Hatta biri kalkıp filmin ana teması asıl bu bile diyebilir ve ben buna pek itiraz da etmem. Ve film bunu bir kere bile “politika” ya da politika yüklü herhangi bir jargon bulaşmadan kotarıyor. Ve bizim apolitik, kendi mutsuzluğu ile meşgul Simon tutuklanmayı ve hapse girmeyi göze alıp Bilal’e elinden gelen yardımı yapıyor.

Film bittiğinde yüreğinizde bir karmaşık, bir duygusal yoğunluk bırakıyor. Ve iyi ki Hollywood dışında film yapanlar/yapabilenler var diyorsunuz…


Bazı iligili linkler

Aug 14, 2010

Bilinç ve Mutluluk

“Oysa herkes bilinçsiz bir mutluluk içinde. Yapıntı bir mutluluk bu. Gülümseyişleri bile yüzlerine yapıştırılmış gibi. Hak edilmemiş bir neşeyi yaşıyor bu insanlar. Ya da neşeye benzeyen o şeyi. O arsızlığı, o umarsızlığı. Kim bilir belki bu da bir unutma biçmidir. Bir bezginlik biçmi.” (Murathan Mungan, Lal Masallar, Âzer ile Yadigâr, sayfa 8)


Bir zamanlar sevip altını çizdiğim bu satırları yeniden okuyunca bilinçle mutluluk arasındaki ilişkiyi yeniden düşündüm. Mutluluk sadece bilinçle mi mümkün? Ben bazan hiç bir sebep yokken (bilince direkt bir gönderme yapamayacağım) kendimi mutlu ve hatta kuş gibi hissedebiliyorum. Ve bu anlarda bilincin çok fazla bir rolü olduğunu pek sanmıyorum. Hatta bilincin rolu ne kadar azsa sanki mutluluğu daha yoğun hissediyorum.

Aug 12, 2010

İNSAN ÜSTÜNE SORULAR – YANITLAR

I.
İnsan ne zaman insandır?
En güçsüz yanlarını gizleyemediğinde

İki insan arasında diyalog ne zaman kurulur?
Bir insan en güçsüz yanlarını sergileyip, öteki de onu anladığında

Bir insan ne zaman sevmeye başlar?
Karşısındaki de onu sevmeye başlayınca

Sevgi ne zaman biter?
Hiçbir zaman

Peki insan ne zaman biter?
Artık sevmediğinde

Turgay Fisekci
Devami >>>

Aug 2, 2010

Gűç Sizde!

Cűneyt blog yazımının başlangıcında kullandığı sloganı “Hepiniz Hikayesiniz!” açıklamış. Gűzel de açıklamış. Hatırlıyorum bu sloganı. Ben farklı algılamıştım. Taa o zamanlarda bolca kullanılan bu tűr sőzde ővgű dolu gőndermelerden biri sanmıştım.
En çok Time dergisinin kapağı bana kűfűr gibi gelmişti. Ayna koymuştu kapağa; tiyatral bir teknikle bize ayna tutmuyordu kendimizi kritik bir gőzle irdelememiz için. Kapağa bakacak olan insanı, yani sıradan insanı (okuyucuyu, tűketiciyi, sistemin edilgen bir nesnesi haline getirilmiş insanı), yılın insanı seçiyordu. Bu içi boşaltılmış ődűl mekanizması ile global ve neo-liberal ideolojinin amaçlarına uygun oluşturulagelen istendik davranış ve tutumları pekiştiriyordu. Adına bir de “empowerment” diyorlardı. Yani devlet ve sistem karşısındaki “zavallı” ve “gűçsűz” bireye gűç veriyorlardı. Sen şőylesin, sen bőylesin, sen bunu, şunu yapabilirsin. Artık őnűnde hiç bir engelin yok deniyordu. Őrneğin gizil mesajlardan biri şőyledi: Bakın artık siz de web sayfası yaratbilirsiniz. Artık bir otoriteye onay mekanizmasına ihtiyacınız yok yazı yazmak için. Hem istediğinizi de yazabilirsiniz. Yazılarınızla da miliyonlara ulaşabilirsiniz. Artık herkes şair olmuştu, yazar olmuştu, fotoğrafçı olmuştu, gazeteci olmuştu. Ve hele hele bilgiye ulaşma bazında korkun bir gűç verilmişti sıradan insana. Bilgi gűçdű, erkdi. Ve artık sıradan insan istediği bilgiye anında ulasabilirdi. Artık hem gűçlű hem de őzgűrdű sıradan insan. Takma isimler, lakaplar (nick) yaratarak kendi kimliğinizi saklayabileceğiniz gibi alter-egolarınızı da tatmin edebilirdiniz. “Gűç Sizde!” deniyordu kısacası.

Dőrt yıl oldu Time o kapağı yayınlayalı. Herhalde Internet teknolojisinin bizi (etkili olarak) “empowerment” yapması da en az bir 10-15 yıl oluyor. Sahi daha bir őzgűr műyűz? Daha bir gűçlű műyűz? Yoksa bu da kapitalizmin illizyonu sıradan insanın algısında illizyon olmaktan çıkarıp gerçekliğe dőnűştűrme bab-ında yeni bir başarısı mı?