Pages

Dec 23, 2008

Kıyametin Alamet Suresi


"Teşkilatımızı arslanlarla kuracağız. Genel seçime kendimizi hazırlayacağız. Allah, devleti dilediğine verir, dilediğinden alır. Dilediğini aziz, dileğinin zelil kılar. Eğer Allah nasip ederse, adalet kılıcını masanın üstüne koyacağız ve keseceğiz, asacağız. Hani korktukları bir şey vardı ya, ‘kesip, asacaklar bunlar’ evet keseceğiz, asacağız. Osmanlı ruhu ile kesip, asacağız." Hurriyet'ten ve Milliyet'ten
Evet durum böyle.

Ne yapar bu űlkenin siyasal bilimciler allah aşkına? Ne yapar bu űlkenin hukuk bilimcileri? Ne yapar bu űlkenin sosyologları, sosyal psikologları? Çoktan vazgeçtik politikacılardan medet ummaları. Aydınlarımız vardı, şairlerimiz, hikayecilerimiz, romancılarımız, tiyatrocularımız, bir de gözű kara idealist, “bana dűnyanın bűtűn çiçeklerini getirin” diyen öğretmenlerimiz. Soyları tűkendi bu űlkenin karanlığında siz bilimsel kariyerlerinizde kıç yalayıp, suya sabuna dokunmayan bilimsel (!) çalışmalar yaparken.

Ne yapar bu űlkenin siyasal bilimciler allah aşkına? Ne yapar bu űlkenin sosyologları, sosyal psikologları? Yetmedi mi “boş zamanları değerlendirme” anketleri? Şimdi olsa hangi partiye oy verirdiniz kamuoyu yoklamaları yetmedi mi? Oysaki çok zengin bu űlke alanınıza ilişkin veriler bakımından. Hazine burası hani biraz kıçınızı kaldırsanız yerinden. Hani biraz ahlaklı olsanız. Hani biraz kendinize saygınız olsa. Hani biraz çocuklarınız için yapsanız. Kariyerinize kariyer katacak kadar veri var bu űlkede. Nerde bulursunuz her 10 yılda bir siyasal kimlik değiştiren bir űlkeyi allah aşkına (her on yilda bir bir Kemalist, bir Marksist, bir Militarist, bir Islamist) . Nerde bulursunuz bunca işkenceciyi? Bunca işkence kurbanını (siyasisi, adi suçlusu, suçsuzu). Nerde bulursunuz bunca provakatorű? Bunca linç girişimini? Bunca soykırımları, soykırımcıları?

Bakın yukarıdaki habere? Ne geçti aklınızdan: Durun ben söyleyeyim. Dediniz ki “dűpedűz provakasyon” ya da “bunlardan nefret ediyorum” ya da “daha neler!” dediniz. Kaçınızın aklından niye insanlar “asacağız keseceğiz” der ve taraftar bulur bunu araştırmalı diye geçti? Kaçınız Maraş’a, Malatya’ya, Çorum’a, Sivas’a gidip görgű tanıklarıyla bilimsel bir araştırma yaptı? O kalabalığa bilinçli-bilinçsiz katılanlarla, kalabalığı sűrűkleyenlerle, kalabalığı seyredenlerle (asker, polis, itifaye, doktor, hemşire, hastabakıcı, imam vb.) görűştű? Kim dönemin sorumlularıyla (başbakan, cumhurbaşkanı, içişleri bakanı, emniyet műdűrű, genel kurmay başkanı, kolordu komutanı, vb) araştırma yaptı? Kim merak etti o normal görűnűmlű insanların nasıl da canavara dönűştűğűnű? Yoksa Frankfurt Okulu bilginleri nasıl olsa bunu araştırdılar diye siz gerek duymadınız mi böylesi bir çabaya?

Bu toplum geçmişinden ders almıyorsa, bir tűrlű insanlaşmıyorsa sizin de payınız var bu suçta. Bu toplum hala böyle yabansa, ilkelse, kan akıtmayı, kan dökmeyi hala en kűçűk çelişkenin dahi çözűmű diye görűyorsa bunda siz de suçlusunuz. Bu insanlara yönelik bilgilerimiz yok işte. Bu nedenle anlamıyoruz nasıl olur böyle ağzı kan kokan biri lider olur, etrafına insan toplar diye. Sakın ola bu kűçűcűk olayı çok bűyűttűğűmű söylemeden önce şunu dűşűnűn. Sivas’ın, Maraş’ın hazırlıkları kaç gűn sűrdű? Kaç provakatöre ihtiyaç duyuldu? Maraş’a bir gűn önce gelen dört Milli Piyango Satıcısından söz ediliyor? Dört? Planlayan da dört MIT görevlisi varmış herhalde. Ya Sivas’da? Maraş'da hazirligin tarihi bir hafta bile değil yahu. Sivas'da bir ya da iki gűn. Sizi rahatsız etmiyor mu bunu anlayamamak? Bu kadar az bir çaba ve planla katliamların gerçekleştirilmesi; insanların (o sıradan gűnahsız, masum gorűnűmlű insanın) bu vahşete katılması? Insanların gözlerini dahi kırpmadan insan yasamına kastedebilcek kadar ilkel oluşları siyasal görűşlerinden daha korkunç değil mi? Korkutmuyor da mı? Çűnkű, bir tek yanlış bir zamanda yanlış bir yerde olmaya bağlı herşey. Pamuk ipliğine…

Insanımızı bilmeden, anlamadan bu sorunların űstesinden gelmek çok zor. Bu işler űç bűyűk şehrin penceresinden bakarak anlaşılmıyor ne yazık ki.Yada Batı’da yapılmış benzer araştırmaların sonuçlarından. Öncelikle hastalığın tanısını koymak gerekiyor. Bunun için de çıkmamız gerekiyor gűvenli kovuklarımızdan. Görmediğimiz, görmek istemediğimiz, inanmadığımız, inanmak istemediğimiz bir gerçekliğimiz bu insanlar. Karabasan gibi bir gerçeklik. Çözűműne yönelik hiç bir girişimde bulunmadığımız hastalığımız. Yűzűműzű ötelere çevirerek kurtulacağımız bir şey değil bu. Onları yok saymakla da halledeceğimiz bir şey değil. Ya da daha da marjinele iterek kurtulabileceğimiz bir şey. Bunları dışladıkça, bunları marjine ittikçe başka bir şey beklemek gerçekçi değil.

ilk defa Anadolu'ya (űç bűyűk şehrin dışına) çıktığımda kendimi 1923'lerde hissetmiştim. Gördűğűm kokunçtu. Bűtűn sosyalizasyon ve politizasyon sűrecinde hiç kimse ve hiç bir şey hazırlamamıştı beni böylesi bir gerçekliğe. Hiç böyle bir mental şemam oluşmamıştı. Beyin yıkama böyle birşeydi herhalde. Oralar hala Osmanlıyı yaşıyorlardı. insanlar 15inci yűzyılı. Biz kendi kendimizi Batının bűyűlű aynasında görűp doyum buluyormuşuz, hepsi bu. Hani Anadoluya açılma dönemindeki aydınların izlenimlerini bize okutmuşlardı ya, işte bűtűn okuduklarım gelip geçmişti aklımdan: Han Duvarları, Yaban, Çoban Çesmesi, Çalıkuşu, ve adını hatırlayamadıklarım. Yakup Kadri’ler ve Halide Edip’ler, Reşat Nuri’ler, Sabahattin Ali’ler, Ömer Seyfettin’ler, vb. Sonra ne oldu sahi? Neden durdu bu iyi niyetli toplumsal eğitim çalışmaları sahi? Anadolu insanı itildi, itelendi, hiç mi hiç efendisi olamadı ne űlkenin, ne kendi yaşamının. Ite uğursuza karşı yapa yalnızdılar. Bi ağaları vardı bir de Allahları. Sonra hocaları, imamları, öcűleri, böcűleri oldu. Devlet 19 ya da 20 sinde memleketinden koparılıp 18 aylığına oraya gönderilmiş eline bir G3 verilmiş gencecik Jandarma eriydi, 10 kasımlardı, 19 Mayıslardı, darbelerdi, idamlar, işkenceler, başka bir şey değil. Uygarlık ders kitaplarında yaz tatilinde deniz kıyısına giden babası avukat ya da doktor annesi ev hanımı olan Ali’nin kumdan yaptığı kalelerdi. Bu nedenle bi şehirli görűnce utanır, yerin dibine girerdiler.

Ite uğursuza karşı yalnız bırakılmışlar yabancılaştılar, yabanlaştılar. Oylarını bir kilo una şekere sattılar. Askere gittiklerinde onurlarını sattılar. Daha ilk gűnden gűn yűzű görmemiş kűfűrleri duydular. Ne anaları kalmıştı ne avratları. Dayak yediler disiplin adına. Ilk orada intiharı dűşűndűler. Sonra içindeki hayvanı tanıdılar. O da aynısını yapacaktı kendinden sonra gelene. Askerlik yaptığı yerin adi “Amına koyduğumun yeri”idi artık. Vatan teskere denen bir kağıt idi. Artık ne kendilerini seviyorlardı, ne vatanı, ne de insanı. Sehirliden de nefret etmeyi ögrenmişlerdi. Ne kendilerine saygıları vardı ne başkalarına. Ama yine de o hayvanın bir yerlerinde bir mekanizma kurulmuştu. Otoriteye itaat.

Ama bunları hiç bilmediler bilemediler. Ben de bilmiyorum. Bildiğim nasıl da canavara dönűşebilecekleri olasılığı. Bildiğim hiç bir şey bilmeyişimiz bu insanlar hakkında. Bu insanların bilgisine ihtiyaç var. Dört tane provakatörűn peşine dűşűp insanlıktan nasıl da çıktıklarının bilgisine.

Bilmediğim icin korkuyorum. Korkuyorum "Ya bu adamlar KANLA iktidara gelirlerse" diye. Ve asıl kıyamet ondan sonra kopacak.

Dec 19, 2008

Soykırımın 8 Evresi

Herkes şu özűr meselesi ile meşgulken ben de kalkıp soykırım kavramı ile uğraştım. Aslında soykırım kavramına da Maraş ve Sivas Katliamı için bakmak istemiştim. Sivas, Maraş ve daha niceleri sadece katliam mıydılar? Katliam nedir sahi? Soykırımdan farklı birşey midir? Katliam bir gurubun uyelerini toplu olarak öldűrmek anlamına geliyor. TDK’ye göre eş anlamlısı kırım da oluyor. Katliamın tanımında gerekçe yok sanki. Yani herhangi bir nedenle de olabilir. Biri cinnet geçirip de bir topluluk űyelerini de katledebilir. Ama soykırım kavramında daha özel nitelikler var; soy var, topluluk űyelerinin rengi, dili, dini var. Nefret var, dűşmanlık, plan var, devletin parmağı var.
Ya 12 Eylűl. O da bir katliam değil miydi? Belli bir gurubun űyelerini imhaya yönelik planlı programlı bir soykırım değil miydi?

Tarihimiz saoykırımın adından arınmış ama kendisinden geçilmiyor sanki. Buyrun size Soykırıma Giriş 101. Gerisini siz değerlendirin.

Aşağıdaki yazı Genocide Watch organizasyonunun genel műdűrű Gregory H. Stanton’un bir brifing olarak yazdığı Soykırımın 8 Evresi adlı makaleye dayalı olarak yazılmıştır. http://www.genocidewatch.org/images/8StagesBriefingpaper.pdf

Soykırım durdurulabilecek ya da yönű ve hızı değiştirilebilecek dolayısıyla gelişi kolayca tahmin edilebilien bir sűreçtir. Bu sűrecin de sekiz evreden oluştuğu gözlenmiştir.

Her evrede uygulanabilecek önleyici tedbirler soykırımı durdurabilir. Sűreç tek-dűze ya da dizgesel (çizgi halinde ilerleyen ) bir sűreç değildir. Yani sonraki bir aşamada bulunan bir evre pekala daha önce de gerçekleşebilir. Ancak şurası önemlidir ki bűtűn sűreçler soykırımın oluşmasına katkıda bulunan örgűn bir bűtűnű oluşturur. Bu evreler şöyledir.

  1. Kategorileştirme: Hemen hemen bűtűn kűltűrlerde görűlen kűltűrűn űyelerine ulusal dinsel, ve ırksal bir aidiyet ve kimlik kazandıran dolayısıyla kendilerini diğer kűltűre ait olanlardan ayırd etmede kullanılan dilsel, kűltűrel, ve mental edimlerdir. Sosyo-ekonomik, politik, etnik, ve benzeri analizleri ve akıl yűrűtmeleri de içeren kűmeleme, dereceleme, sıralama, sınıflandırmaları da içerir. En yaygın formu “biz ve onlar” şekilinde ifade edilen formudur. Ilk elde oldukça doğal ve hatta nerdeyse kaçınılmaz görűlen bu tip eylemlilikler guruplar arasında çelişkilerin kutuplaştığı ya da kutuplaşma eğilimi gösterdiği toplumlarda soykırımın meydana gelmesini sağlayacak ortamı yaratır ve besler.
    Önleyici Tedbirler: Bu erken aşamada alınması gereken en önemli tedbir evrensel değer ve kurumların geliştirilmesi ve bunlar aracılığı ile de toplumda var olan etnik, ırksal, ve dinsel farklılıkların bir problemden öte bir zenginlik diye algılanmasını sağlamak ve bu tűr farklılıkların kutuplaşmalara gitmesinin önűnű kesmektir. Sűrekli olarak oluşturulacak ve desteklenecek karşılıklı hoşgörű ve saygı ortamı toplumsal barışa hizmet edecek ve daha bűyűk toplumsal felaketleri önleyecektir. Dűşmanlığı kışkırtacak eylem ve söylemlerin hoşgörűlmemesi (sosyal bir norm olarak), desteklenmemesi, ve en önemlisi net bir dille kınanması önemlidir. Bu aşamada toplumsal adalet duygusunun yaratılıp korunması en kaçınılmaz ve en etkili önlemlerden biridir. Ortak paydalarda (adalet, hukuk, anayasal özgűrlűkler, insan hakları gibi) hemfikir olma ve birliktelik duygusunun yaşanıyor olması önemlidir.
  2. Sembolleştirme: Daha iyi iletişmek için herşeye bir isim veririz; nesnelere, guruplara, sembollere, sınıflamalarımıza, kategorilerimize. Renklerine, etnik kökenlerine ve benzeri özelliklerine göre insanlara da isim verip guruplarız; Kűrt, Tűrk, Yahudi, Ermeni, Zenci gibi. Bunun yanısıra bazan da insanlara ya da bir gurubun űyelerine semboller de atfederiz, ya da kendileri kendilerine bir sembol seçerler. Görűldűğű gibi aslında sembolleştirme, kategorileştirme, sınıflamalar çok insanca edimlerdir. Bu ve benzeri edimlerin ve eylemlerin problem olması bunların kin, nefret, ve dűşmanlık duygularıyla birleşmesiyle oluşur. Sembollerin bu duygu ve dűşűncelerle birleşmesi ideolojik bir form alması en klasik anlamda bir tehlike çanıdır. Sembollerin duygularla karışması bir tűr ilkel rituale geri dönűştűr. Örneğin sarı yıldız sembolűnűn yahudileri ayırd eden bir anlama bűrűnmesi. Kamboçya’da da doğu bölgelerinden getirilenler mavi bir atkı ile tanımlanıyordu. Űlkűcűlerin Tűrklűğű ve kendilerini uluyan kurt, űç hilal, ve uzak Asya’dan alınmış bıyık biçimleriyle tanımlamaları ve özdeşleştirmeleri buna örnek gösterilebilir.
    Önleyici Tedbirler: Bu aşamada ırkçı, kin ve nefret içeren sembolleştirmelerin legal olaral yasaklanması oldukça etkili olabilir. Gurup simgeleri, çete giysileri, amblemleri vs. ler de yasaklanabilir. Yasaklamanın ötesinde aslında bu tűr oluşumlara karşı yaygın eğitimsel kampanyaların baslatılması ve desteklenmesi daha uygundur. Bu eğitim çalışmaları eğitim kurumları (okullar, kurslar, halk eğitim merkezleri, vb.) ve her tűr medya’nin yardımlarıyla daha etkili kılınabilir. Hatta bunun için toplumdaki rol modellerinin de desteği alınabilinir. Yani asıl başarı bu tűr nefret ve ırkçı söylemlere karşı yaygın kűltűrűn (sokaktaki adamın) desteğini alamaya bağlıdır.
  3. Insan-Dışılaştırma: Insan-dışılaştırma bir gurubun (ki özellikle egemen gurubun ya da siyasal ve ekonomik erki elinde bulunduran gurubun) kendisine ait olan veya kendilerine sağlanmış olan insanca yaşama koşullarının, hak ve özgűrlűklerin diğer guruplara sağlanmasının inkarı sűrecidir. Bu sűreç git gide hedef olarak seçilen gurup űyelerine insana ait olmayan sıfatların atfedilmesine kadar gider. Sanki o gurup űyeleri insan değilmiş gibi, acı çekmezlermiş gibi, anaları ağlamazmış gibi anlatılır insandışılaştırılır. Örneğin hedef guruptan birine yapılan işkence rkçı gurup űyleri tarafından insanlık dışı bir muamele gibi görűnmez. Kenan Evren’in asmayalım da besleyelim mi sözű böyle bir oluşuma gűzel bir örnektir. Sanki hayvan besliyor. Sanki insanlardan söz etmiyordu Kenan Evren. Ya da işkencede joplarla tecavűz konusu gűndeme geldiğinde bir devlet yekilisi “”Bizim koç gibi delikanlılarımız var, ne diye cop kullanalım...” diyordu. Görűleceği gibi bu yetkili tecavűzű nerdeyse bir zevk, doyum ve şehvet meselesine dönűştűrerek bir insanlık suçunu normalleştirmektedir. Tabi bu söylemi en etkili kılan ögelerden biri de Tűrkiye toplumunda her zaman pohpohlanan erkekliğe yapılan göndermedir. Bu ve benzeri nefret ve kin propagandaları kınanmadan ya da çok ustaca kelime oyunlarıyla gűndeme sığıp yaygınlık kazanır, medyada ve yazılı basında çokça görűlmeye başlanır ve çok kısa sűrede sokaktaki insanın diline ve beynine bulaşır. Bu ve benzeri insandışılaştırmaya karşı çıkanların ise vatan hainliği ve işbirlikçilik gibi suçlamalarla susturulmaya çalışıldığı bu evrede ivme kazanamaya başlar. Korku politikaları yaygınlaşır, insanların özgűrlűkleri, yasal hakları sınırlandırlır ya da askıya alınır. Insan hakları ihlallleri yaygınlaşır, suçlular korunur ve gerektiğinde yurt-dişına kaçırılır, hapishaneden kaçırilir, ve saklanır. Özellikle anayasal hakların sağlanamıyor olması insanların kendini gűvende hissetmelerine olanak vermez. Kendini gűvende hissetmeyen insanlar da bir guruba (çoğunlukla gűçlű olan bir guruba) ait olma eğilimi gösterirler.
    Önleyici Tedbirler: Bu aşamada anayasal hakların ve gűvenliğin sağlanması çok önemlidir. Nefret, dűşmanlık ve kin içeren konuşma, yayın ve benzerlerinin iç ve dış otoritelerce kınanması önemlidir. Bu tűr dűşmanlık yayıcı her eyleme karşı kesin net bir tavır alınmalıdır. Bu kınama eyleminin toplumda yaygınlaştırılması ve kűltűre yerleştirilmesi can alıcı bir öneme sahiptir. Bu tűr propaganda yapanların yurt dışı ve yurt içi hesapları dondurulmalı, ve yurt dışına çıkışları engellenmelidir.
  4. Örgűtlenme: Soykırım herzaman örgűtlűdűr. Soykırımda genelde devletin parmağı vardır. Devletin organlarının rol almadığı durumlarda soykırım girişiminin başarılı olması nerdeyse olanaksızdır. Ancak devlet kendini korumak için diğer suç unsurlarını kullanır. Örneğin Darfur’ da Janjaweedlerin kullanılması, ya da diğer paramiliter gűçlerin kullanılması (Gűney Amerika’da ve Tűrkiye’deki gibi) Jitem, űlkűcűler, Mafya, Ergenekon, Hizbullah, ve hatta özel gűvenlik gűçleri vb.
    Önleyici Tedbirler: Bu aşamada yapılacaklar oldukça sınırlıdır çűnkű sorumlular otoritelerce korunmaktadır. Eğer korunmuyorsa bu sorumlu gurupların, guruplara űyeliğin ve gurupların liderlerinin yasa dışı kılınması şarttır. Műmkűnse uluslararası organizasyonlardan (United Nation gibi) yardım istenmelidir. Űlkeye silah satışları durdurulmalı veya control edilmelidir. Suçları inceleyecek ve araştırılacak bağımsız komisyonların kurulması da bu aşamada gereklidir.
  5. Kutuplaşma: Ayrımcılık, nefret, kin ve dűşmanlığın en űst aşamaya ulaşması kutuplaşmayı işaret eder. Bu aşamada radyolar, gazetler, televizyonlar bűyűk bir propagandanın ve kıyım politikalarının aracı haline gelmişlerdir. Sosyal iletişimler bile tanımlanmış ve sınırlanmıştır. Örneğin hedef gurubun űyesiyle sokakta yűrűrken bile görűnmek tehlikelidir. Hedef gurubun űyelerinden biriyle evlenmek de, aile sahibi olmak da insanların dűşman gibi algılanmasına yeterli bir gerekeçedir. Hatta hatta biraz da ilerlemiş bir durumda tarafsız kalmak da dűşman gibi algılanmak için yeterli bir sebeptir. Dolayısıyla artık iki kutup vardır: beyaz ve siyah. Ya bizdensin ya ötekinden. Orta yoktur. Diğer bir deyişle bu aşama toplumdaki tarafsızların da taraf tutmaya itildiği bir aşamadır.
    Önleyici Tedbirler: Soykırımı tek önleyici gűce sahip görűnenler nefret gurubunun içinden çıkabilecek arabuluculardır ama genelde ilk öldűrűlen ya da tutuklananlar da bu arabucular olur. Bu evrede bu arabucuların korunması ve insan hakları örgűtlerinin desteklenmesi çok önemlidir. Askeri darbe girişimleri de genelde bu aşamada görűlűr bu nendele olası darbe girişimlerine karşı alarmda olunmalıdır, ulusal ve uluslararsı gűçlerin yardımı sağlanmalıdır.
  6. Hazırlık: Hedefteki etniğine, dinine, kűltűrűne göre seçilmiş dűşman gurup iyice belirginleşmiş, toplumun diğer unsurlarından ayrımlaştırılmıştır. Sanki soykırımcılar gizli bir seferberlik içindedirler. Kara listeler –ölűm listeleri- hazırlanmış, adresler, mahalleler, sokaklar belirlenmiştir. Görevler dağıtılmıştır. Űyeler silahlandırılmıştır. Kurban listesindekilerin soykırım kargaşsında daha bir ayırd edici olması için bűtűn hazırlıklar tamamlanmıştır: örneğin hedefteki gurup űyeleri belli bir sembol taşımak zorundadırlar: Yahudilere yakalarına sarı yıldız takmaları bu nedenle istenmiştir. Işyerleri işaretlenmiştir. Kahraman Maraşta alevilerin evleri de tebeşirlerle işaretlenmişti. Toplama kampları, işkence tezgahları, ve hapishaneler belirlenir.
    Önleyici Tedbirler: Bu durumda United Nation gibi uluslararası gűçlerin, silahlı gűçleriyle birlikte duruma el koymasından başka birşey yoktur. Bunun yanısıra műmkűnse hedefteki kurban seçilmiş gurupların kendilerini koruyacak (silah ve benzeri) yardımları alması gereklidir.
  7. Imha: Imha bir saman ateşi gibi başlar ve toplu kıyımlar bir anda gerçekleştirilir. Hedef gurubun űyelerinin vahşice, canice öldűrűlmesi soykırımı gerçekleştirecek gurup űyeleri için çok doğaldır. Yaptıklarının bir soykırım, bir insanlık suçu olduğunu dűşűnmezler, algılamazlar. Bu gurup űyeleri de bir tűr insanlıktan çıkmış, hayvanlaşmıştır. Öldűrdűklerinin insan olduklarını dűşűnmemektedirler. Insan benzeri yaratıktır öldűrdűkleri. Imha aşamasında develt gűçleri ve paramiliter gűçler arasında fark silinmiştir, herkes soykırıma aktif bir biçimde katılmaktadır artık. Bu aşamada bazan da hedef seçilmiş gurubun dışında birbirleriyle çelişkisi olan guruplar bu kaotik ortamın yarattığı fırsattan yararlanıp o gurup űyelerinden intikam almaya çalışırlar ki, bu kaotik durumu, tam bir girdaba dönűştűrűr.
    Önleyici Tedbirler: Bu evrede ancak ve ancak acil ve etkili bir silahlı műdahale önleyici olabilir. Bu műdahale de ancak eğitilmiş (uluslararası ve tarafsız) silahlı gűçler tarafından uygulanabilinir. Bu aşamada gűvenli bölgelerin bu bölgelere giriş çıkışı sağlayacak gűvenlik gűçlerince kontrol altında tutulan koridorların kurulması bir zorunluluktur.
  8. Inkar: Hemen hemen her soykırımın ardından görűlen aşama inkar aşamasıdır. Inkar yakın ve uzak gelecekteki diğer gerçekleştirelecek olası soykırımlara karşı gűvenilir bir garanti belgesi niteliğini taşır. Çűnkű ilkinden paçayı sıyırınca diğerlerinden de paçayı sıyırma şansı ya da tecrűbesi artacaktır. Soykırımcılar eşgűdűmlű olarak bűtűn yazılı ve görsel her tűr belgenin imha etmeye, toplu mezarlar yaratarak, cesetleri yakarak soykırımı örtpas etmeye yeltenirler. Sonuna kadar inkar sökonusudur. Bir suç işlendiğini kesinlikle red ederler ve en önemlisi kurbanı suçlama çabasına ve kampanyasına girişirler. Bunlara ek olarak olası bűtűn legal yolların ve soruşturmaların önűnű tıkamaya çalışırlar. Liderler ve elebaşıları daha çok dokunulmazlıklarını korumanın yollarını ararlar. Hiç bir seçeneğin kalmadığı durumlarda da kendilerince gűvenli bir bölge ya da űlkeye kaçmayı denerler.
    Inkarla başetme: Bunun en etkili yollarından biri tanıkların, delillerin dokűmanlaştırılmasını olanaklı kılacak tarafsız uluslararası mahkemelerdir.

Dec 8, 2008

Korkağım Ben

Teyzen Teyfik son yazısında gündelik yaşantımızda küçük ekleme çıkarmaları yaparken nasıl da yaşanası şeyleri kaçırdığımıza bir örnek veriyor.

Bunu, yani küçük hesaplar yüzünden neleri kaçırdığımızı, herkes kadar ben de biliyorum. Yine de, bütün bu bilmelerime rağmen nedir beni bu küçük hesaplamalardan vazgeçirmeyen? Kaybedeceklerimin kazanacaklarımdan daha fazla olması mı? Hem de neyin kazanç ya da neyin kayıp hanesine yazılacağına dair hiç bir garanti yokken. Yarının garantisi yokken.

Kapitalist de değilim, iyi bir cimri de çok iyi gider-gelir hesabı yapan. Bir şey kalıyor geriye: Korku. Korkağım ben. Korkak olmasaydım, küçük hesaplarda bulmasaydım göreli güvenliği ve mutlulukları durmazdım hiç. Durulmazdım, durdurulamazdım…

Hesaplamadan yaşasayadım, (hesaplamadan aklıma geldiği gibi):
  • Daha çok sevgilim olurdu.
  • Daha çok çocuğum.
  • Daha çok dostum.
  • Daha çok düşmanım.
  • Sigarayı bırakmazdım.
  • Kesin anarşist olurdum (eylemlerim, molotof kokteyllerim, kara listem, tek kişilik illegal bir örgütüm, illegal bağlantılarım)
  • Hiç evim olmazdı ama sayısını bilemeyeceğim kadar bana yardım ve yataklık yapacak hücre-evlerim olurdu.
  • Kesin katil olurdum bir de.
  • Leşlerim olurdu (ulan bi tane leşim bile yok!). ve
  • Kısa ama öz bir yaşamım olurdu…
Duydunuz mu Yunanistan’ı ateşe vermiş çoçuklar, Tolga Orhan Veli’yi hatırlatarak demiş ki artık ne su ne have bedava ama arzulayıp komşudaki o gűzel ateşin dörtbiryana sıçramasını dilemek bedava.

Hesap kitap da gerektirmiyor, bari bunu dileyelim…


Dűnyanın bűtűn korkakları birleşin ve ateş hırsızı çocukları destekleyin!

Bilginin Kara Deliği 2

Arkadaşlar öncelikle gerçekten bu tartışmadan zevk aldığımı söyleyeyim. Öğrenmek icin bir yandan sorgularken bir yandan da kendimce problematik gördüğüm konuya yönelik çözüm arıyorum. Bu öylesine bir sorun ki problemi net olarak ortaya koymak dahi zor. Kaçakkova’nin dedii gibi mesele birden fazla kategoriye sahip bir epistemoloji sorunu. Kuşkusuz bu epistemolojik sorunu diğer kategorilerden izole etmek hem imkansiz hem de stratejik olarak da olsa zor. En azından sadece irdelemek için diğer şeylerden arındırmak bile sorunsal olarak karşımıza çıkıyor.

Şimdi tek tek sizin sunduklarınıza yanit vererek tartışmayı perifere dağıtmaktansa (eğer konusu geçen herşeylere yanıt versem bu nerdeyse kaçınılmaz gibi görünüyor. Ki Kacakkova da haklı olarak birçok konunun varlığından ve ayrı bir başlık altında tartışılması gerektiğinden de sözetmisti) ben yeni bir blog girişi yapıp önceki bulanıklığı gidermeye ve problemi netleştirmeye çalışacağım. Umarım kaldığımız yerden öylece devam ederiz.

Problemi toparlamak için öncelikle şu “doğru” dediğim şeyi açıklığa kavuşturmam gerekiyor. Doğru’dan kast ettiğim metafizik anlamiyla bir “mutlak doğru” değil. “Doğru”dan kast etmeye calıştığım göreli bir evreselliğe sahip doğruydu (bulanıklık için özür dilerim). Geldigimiz noktada da böyle bir evrensel doğrunun olmayışı, dolayısıyla böyle bir doğruyu aramanın da, aramak için kullanılan yöntem(ler)in de iflasıydı. (Göreli-mutlak doğruyu da tarihsel materialismin epistemolojik anlayışı gibi anlıyorum: ‘bilinç beyinin foksiyonlarının ürünüdür ve dış dünyayı yansıtır.’ Hatta bunun için Marxist epistemolojik anlayışa geri dönülmesi gerektiğini de düşünuyorum). Tolga Kant’ın kendisi-için-şey’den sözediyor. Yani şeylerin bize oldukları gibi görünmediğinden. Belki Kant burada transendal bilgiye yer açıyor. Yine de bunun Marxist göreli-mutlaklıkla çelismedigini düşünüyorum. Cünkü göreli-mutlaklık nesnenin metafiziksel anlamdaki gerçek mutlak bilgisi ile ilgili değil. Eğer böyle ontolojik ve mutlak bilgiye vardığımıza inansak, bilimsel araştırmayı, bilimsel şüpheyi, ve hatta merakı da durdurmamız gerekecektir. Bu anlamda da evrensel-geçerli bilgi verili an'a ve tarhisel koşullara göre mutlaktır, süreç bağlamında da görelidir. Çünkü koşullar değiştiğinde bugünün doğrusu da değişebilecektir. Yani bu bilgi, bilginin nesnesi ve bilen (özne) arasındaki açıklık hep olacaktır. Işte benim bu tür bir belirsilikle bir problemim yok. Bu belirsizlikle yaşayabilirim ama bu postmodernist kısırdöngüsel muğlaklık beni rahatsız ediyor.

FarukAhmed haklı olarak bir bilgi otoritesi aradığımın sebebini soruyor. Aslinda aradigimin bir bilgi “otoritesi” olduğundan (da) emin değilim. Geleneksel anlamda ya da sözlük karşılığı anlamında bir otorite (baskıyı, hegemonyayı, zulmu içinde kaçınılmaz olarak taşıyan bir otorite kavramı) düşünmüyorum kuşkusuz. Otorite yerine belki başka terimler ya da kavramlar üretebiliriz. Ama ne üretirsem üreteyim postmodern ve postyaypısalcı yapısökümsel mantığın (deconstruction) yine olasılıkları ortadan kaldıracağına ve denemeye dahi izin vermeyecegini görüyorum. Örneğin buna XYZ desem, bu XYZ’nin kim tarafından üretildiği, kime hizmet ettiği, kim tarafından tanımlandığı sorunu yine iktidar sorununa dönüşecek (ah sevgili Fuko) ve benim XYZ yine geleneksel otorite kavramina geri dönecektir. Görüyor musunuz bu mantığı irdelemek istememin bir sebebi de bu? Bir kısır döngü sunuyor bize bu postmodern post yapısalcı mantık (gerçekleştirdiği bir sürü güzel şeyin yanı sıra). Yani bir yere götürmüyor bizi bu. Ben “tamam güzel ama ‘ya simdi ne olacak?’” diye soruyorum ve sorum yanıtsız kalyor. Biliyorum bir çoğu “bu iş böyle. Böyle bir muğlaklık ve kısır döngüyle yaşamaya calışmalısın” diyor. Kacakkova “buna hayıflanma” diyor. FarukAhmet “arkana yaslan kaosun keyfini çıkar” diyor. Birileri “bunu kutlamalı” diyor. Ben de tam da sorun burda diyorum. Işte sorun burda. Sorun kral öldü yaşasın yeni kral meselesi değil. Yaşasın yeni kralsızlık da değil. Mesele çözümün basit bir ikilemde ya da ikisizlemde olması da değil. Mesele ilerlemenin (bilgide, bilimde, siyasalda, vs.) durmasında. Bir kısırdöngünün egemenliğinde (bakin bu ‘muğlaklık’ da otorite olmaya başladı şimdiden). Bu bir tıkanıklık. Bir kaos. Işte burada bilginin “göreli-mutlak” oluşu sorunsallaşmak zorundadır. Yani sorun bulanıklığın ilerlemenin önünde engel olmasıdır. Bunun böyle kendi tarihsel akışına bırakılması ya da bilişsel-duygusal müdehalelerle transformasyonunun sağlanmasıdır.

Bilgiyi bu tıkanıklıktan çıkaracak şey de her bilgi iddiasında olan bilginin belli kriterlere göre “geçerli” (valid) olması, bunun da rasyonel olması gerekliliğinden başka birşey gelmiyor aklıma (sanırım bu Habermas tarafından daha da detaylı sorunsallaştırılmıştı). Mesele bu kriterlerin neler olması gerektiğidir. Postmodernistler ya da postyapısalcılar böyle birşey sundular mı bilmiyorum. Böyle bir çabayı da nasıl deconstruct ederlerdi onu da bilmiyorum. Bildiğim, “ee ezilenlere ne öneriyorsunuz” diye sordugumda Fuko’nun “abı güç heryerde vardır ve olacaktır, bilginin neliğini ve geçerliliğini de belirleyen bu güçtür, yersen (dilimi bağışlayın)” deyip korkunç bir umutsuzluk ideolojisinin temellerini attığıdır. Yani hapishanenin tarihini, cinselliğin tarihini ve deliliğin tarihini nasıl da siyasal erk ve egemen söylemin belirlediğini ortaya çıkarıp bu egemen ideolojinin dayanaklarının temeli olan mantıkları sarsması güzel de bunun ötesinde hiç bir şey sunmaması kötü.

Fazla dağılmadan toparlamaya çalışıp yeniden tartışmaya açayım yazdıklarımı. Kaçakkova’nın da dediği gibi “bilimin kendi içinde bir krizi” hep vardı ve olacak da. Bu krizlerdir ki bilimin (hem sosyal hem doğa bilimlerinin) gelişmesini sağlamaktadır. Ve Kaçakkova’ya katılıyorum evet positivism özellikle mantıksal pozitivizmin önceden tanımlanmış “bilimmsel bilgi”nin tek bilgi ve kendi deneye dayalı (empiric) yönteminin de tek yöntem olduğuna dair hegemonyada payı olmuştur. Ancak bu modernitenin, rasyonalitenin, ve pozitivizmin bitip tükendiği ve yıkılıp atılması gerektiğinin zorunlu bir çıkarım olmasını zorunlu kılmadığını düşünuyorum. Bütün eksik, oppressive yanlarına rağmen özellikle doğa olayları hakkında pozitivizmin sunduğu bilgiler birçok şeyi olanaklı kılmıştır ve git gide de bu bilgiler ve bilgilerin elde edilme yöntemlerinin geçerliliğine ilişkin güvenim hergün daha da pekişmektedir. Eğer daha geçerli bir bilgi yöntemi yoksa, yanlış ve eksikliklerinden dolayı terkedilmesi gerekli midir? Gerekli ise alternatifi var mıdır? Yoksa niçin yoktur? Allternatifinin olmaMAsının (yöntemsizliğin) gerekçesi nedir? Tarhisel önemi nedir? Yöntemsel önemi nedir?

Umarım bu defa daha derli toplu oldu.

Dec 3, 2008

Bilginin Kara Deliği

Aydınlanma Ortaçağ karanlığının kilise (incil) merkezli dogmatik bilgisi karşısında dimdik durdu. Aklı, deneyimi ve duyuları savundu. Bu doğa bilimlerinin motoru oldu. (Uzun uzadıya bilim tarihi ve felsefesini anlatmaya yer yok. Bu nedenle kısa kesip konuya geliyorum). Frankfurt okulu ile başlayan aklı, bilimi, kűltűrű, ve “doğru”yu sorgulama en son doruğuna post modernist ve post yapısalcıların katkılarıyla ulaştı. Darrida, örneğin, dedi ki “doğru çoğuldur”. Sonra dendi ki, bűtűn bilgimiz ideolojik olarak yeniden yapalındırılmıştır. Hani “dogru” yoktu ya, bu sosyal yapılandırmaya verilen destekle birlikte artık objektif bilgi de yok dendi. Ve daha bir sűrű şey daha oldu(şimdilik hatırlamıyorum). Öyle bir yere geldik ki; durum nerdeyse bir boşluk, koca bir boşluk. Birileri dedi ki bu boşluk ve muğlaklığa alışsanız iyi olur çűnkű netlik denen bir şey de yoktur. Muğlaklıktır artık egemen olan.


Dilsel olarak baktığımızda bűtűn bu iddialar söze başlar başlamaz kendiyle çeliştiğini görűyoruz. “Doğru yoktur” sözű doğru ise bu sözűn kendisi de doğru olmamak zorunda. Yanlış ise ben niye inanayım buna? Yani durum nerdeyse “söze” bile olanak tanımaz duruma geldi.
Şimdi her söylenen kendi mutlak doğruluğunu içinde barındırır gibi oldu. (Herkese ‘send de haklısın’ diyen Nasraddin hoca bile gűlűyordur halimize şimdi).
Doğru (mutlak doğrudan sözetmiyorum) yoksa, doğrunun olasılığı dahi yoksa biz ne bok yiyoruz sahi? Ne arıyoruz? Neyi arıyoruz?

Eğer objektif bilgi de yoksa, biz bazı űzerinde hem fikir olduğumuz, göreli bir mutlaklığa sahip doğruları nasıl biliyoruz? Bildiğimizi ya da bilmedigimizi nasıl biliyoruz?

Eğer kimse doğru değilse, kimse haklı değilse, bűtűn bilgiler sosyal ve ideolojik olarak yapılandırılmışsa ben şu Neo Nazi’ye, şu Fenerbahçeli űlkűcűye, şu islamcıya “saçmalama” nasıl diyeceğim?

Nov 30, 2008

Nov 24, 2008

Nada Mas Nada Menos!
Ne bir Eksik Ne bir Fazla!

Hector Julio Simon’u tanır mıydınız? Ben de tanımazdım. Ama kod adını duydum bir çok defalar. Arjantin’li űnlű bir işkencecidir kendisi. Kod adi Tűrk Julian (ispanyolcası “El Turco”, Ingilizcesi “Julian the Turk”). Çok aradım ama bir ize rastlamadım kod adını nerden aldığına dair.

Tűrk Julian dönemin gizli işkencehanelerinde ( Club Atletico, El Banco, and El Olimpo) sadistliğiyle űn salmış. Kıllı göğsűnde gamalı haç taşımanın yanısıra kurbanlarına işkence ederken Hiter’in konuşmalarını dinletmekle de biliniyor. Ayrıca dönemin en önemli silahı, tecavűz, ve Milliyetçi bir Arjantin yaratma projesi olan çocuk kaçırma ve çocukları gerçek Arjantin’li ailelere verme işinde de oldukça etkin bir rol oynamıştı Tűrk Julian.

1995 yılındaki TV’deki röportajında hiç bir pişmanlık duymadığını söylűyor, bugűn olsa yine aynı şeyleri yapardım diyordu. Elinden sağ kurtulmuş bűtűn kurbanlarının ya da elinde kocasını, oğlunu, babasını yitirmiş bűtűn Arjantinlilerin hayatlarına yine giriyor uykularını kaçırıyordu Tűrk Julian.

Insan hakları savunucuları ve Plaza de Mayo anneleri (Madres de Plaza de Mayo) bırakmadılar Tűrk Julian. Yılmadılar. Taa ki 25 yıl hapse mahkum olana kadar. Tam tutuklanacağı gűn, TV kameralarının önűnde, çıkarıp pistolűnű kendi kafasına sıkıp intihar etti Tűrk Julian.

Nov 21, 2008

Hatırladınız mı?


Beni hatırladınız mı?
Ben Uğur Kaymaz.
Hani 12 Yaşındayken 13 kurşunla öldűrűlen.
Bu gűn tam 4 yıl oluyor ben öldűrűleli.
Tam 1462 gün oluyor!

Katillerime ne oldu sahi?

Nov 7, 2008

Obama

Bir de Ece Temelkuran yaşarttı gözlerimi. Şöyle diyordu Temelkuran
Hayatımda ilk kez bir Amerikalının yerinde olmak istedim. Muhtemelen Jessie Jackson gibi zırıl zırıl ağlar, Oprah Winfrey gibi bas bas bağırırdım. Ve en çok ülkeme yeniden inandığım için sevinçten çıldırırdım. Biri gelse. Bu ülkeye de biri gelse ve yeniden inandırsa bizi iyi insanlar olabileceğimize diyorum şimdi. Biri gelse ve biz de desek ki: ‘Evet, yapabiliriz!’
Eklemek istedim, unutlmaması gereken bir yanı var Obama’nin Mr. President olmasında. O da beyazlar. Evet, hem de egitimli, ortasınıfın çoğunluğunu oluşturduğu beyazlar.

Iki yıl sűren seçim sűrecinde siyahlar çok mu çok dengeli bir sessizlik sergilediler. Bu sessizliklerini görűnmez gizil bir sınır içinde tuttular. Obama’yı desteklediklerini gizlemediler ama hiç mi hiç o gizil-görűnmez sınırı aşmadılar. Niye mi? çűnkű en kűçűk bir aykırı ses de dahi biliniyordu ki “IRKCILIK YAPIYORSUN” suçlaması altında yok olup gideceklerdi. Űlkenin kűltűrűnden tarihine, politikasından ekonomisine kadar, en ince dokusuna kadar işlemiş bir ırkçılığın varlığına rağmen kazandı Obama. O denli kirli, çamur, çirkef bir kampanyaya rağmen kazandı Obama. “He is playing the race card” dediler (yani ırkçılığı Joker gibi kullanıyor anlamında dolaylı bir yolla ırkçılık yaptığını iddia ettiler), terrorist dediler, yeterince zenci değil dediler, ayrıcalıklı bűyűdű dediler, ve daha akla hayale gelmez nice yöntemler denendi. Ne Obama oyuna geldi, ne de zenciler. Sessizce beklediler. Gűvenle beklediler. Sabırla beklediler.

Bu sabır , bu gűven nerden geliyordu ki? Zencilerin bayazlara gűveninden geliyordu. Beyazlar yazılı olmayan bir anlaşmayla sanki demişlerdi, “siz hiç kaygılanmayın biz göğűsleriz yeleken fırtınaları”. Çűnkű sosyal haklar műcadelesi yıllarında da beyazlardı gögsűnű geren kurşunlara, Gűney Eyaletlerinin o ırkçı halkına, yasasına, hakimine, polisine, ve hatta ilkokuldaki beyni yıkanmış cocuklarına kadar. Derin, karanlik Gűney illerinde zenci aktivistlerin KKK tarafından öldűrűlűşű hiç bir şey ifade etmiyordu sıradan Amerikalı’ya, Amerikan ekonomik sistemine, Amerikan yargı sistemine taa ki beyaz aktivist ögrenciler Mississippi’ye gelip zencilere destek vermeye başlayana kadar. Beyazlar öldűrűlűrse artık hiç bir politikacı gűvende olmayacaktı. Işte 1964 yazında beyazlarin başlattığı özgűrlűk Yazı adlı hareket ve kampanya değişimin ateşleyicisi değilse de körűkleyicisi oldu.

Zenciler o kadar da sabırlı, Batı Aydınlanmasının duyguyu irrasynel sayan rasyonel dűşűnűrleri falan da değillerdi. Hatta çok kolay bir isyana da bulaşabilirlerdi. Hatta hatta her isyanda da yerden göğe kadar da haklıda olabilirlerdi, çűnkű kolay değildir 400 yıllık köleliğin zincirlerini ve zincirlerden arda kalan yaralarını taşımak. Sabırlıydılar çűnkű dűşman-beyazlara rağmen dost- beyazlar hiç kaypaklık etmemişlerdi. En zor gűnlerde dahi yanlarındaydılar.

Niye mi yazıyorum bunları. Çűnkű ben de Temelkuran gibi hissediyorum. Birilerinin çıkıp beni űlkeme ve onun barışçıl geleceğine yeniden inandırmasına ihtiyac duyuyorum. Benim űlkemin “Evet yapabiliriz!” demesini istiyorum. Daha őnce de yazdım, Kűrtler , zenciler gibi, vermesi gereken kavgayı verdiler, veriyorlar, hem de kanlarıyla, canlarıyla. Ancak kan seviciler kan dökmeyi hiç bir şeye değişmiyorlar. Bűtűn köşe başlarını tutmuşlar. Yollar tıkanmış. Çűnkű beyazlar ya sűrűye katılmışlar ya da eve kapanmışlar. Beyazların Kűrtűn sesi olması gerekiyor artık. Artık öyle bir hale geldi ki Kűrt’űn canı sıkılıp “off” çekse ırkçılık sayılıyor. Bağırsalar linçe sebep doğuyor.

Barışın Tűrkiye’nin beyazına ihtiyacı var. Yoksa ne dağa çıkacak çocuklar tűkenecek ne de anaların gözyaşları.

Nov 4, 2008

Sosyal Kaos ve Yöneticilerin Görevleri

Önce Çiller dedi ki “Bu vatan için kurşun yiyen de kurşun atan da kahramdır”. Sonra Genel Kurmay başkanı sokaktaki adamın “demokratik tepki” göstermesini istedi. Hatta nerdeyse biz yapamıyoruz siz yapın der gibi vahşete çağrı yaptı. Sonra mahkemeler “Kürtlerin katliamına çağrıya” konuşma özgürlüğü dedi. 10 Yıllardır katiller kahraman olmuştur bu ülkede. Işkenceciler promosyon alıp yükselmiştir. Şimdi de Başbakan eline pompalı silahı alıp ateş eden hakkında diyor ki “vatandaş kendini savunacaktır”. Yarın birileri kalkıp bu adamlar ramazanda oruç tutmuyorum diye hayat güvenliğimi tehdit ediyorlar diye eline silahı alıp müslümanları katletse de aynı mantığı mı kullanacaksın? Bir başbakan olarak sen bütün bir adalet sistemi yok sayıp adaleti sokaktaki adamın ellerine veremezsin.

Bu adamlar hiç mi bilmezler toplumun ne mene birşey olduğunu. Ilkokul snıflarında ögretilen bir bilgi bu yahu zor değil. Siz toplumda yaşayan herkesten sorumlusunuz beyler. Herkesten. Katilinden, sapığından, pezevenginden mafyacı tetikçisine kadar. Anarşistinden (her nasil tanmlıyorsanız), teröristinden, vatan haininden daha vatan denen cenderenin içinde her ne türerse işte ona kadar herkesten sorumlusunuz. Onların güvenliginden, yaşam koşullarından, mululuklarından, sağlıklarından, eğitimlerinden sorumlusunuz. Bunun için maaş alırsınız. Bunun için mahkemeler vardır, asker vardır, polis vardır, hapishaneler vardır, timarhaneler vardır. Hastaneler vardır. Bunları organize ve yasalara uygun biçimde fonksiyonlarını yerine getirsinler diye atanmış ya da seçilmişsinizdir. Maaşınızdan öte bir de bütçe denilen milletin paralarından oluşan bir melba da sunulmuştur size. Onlara maaş veresiniz, ihtiyaçları olan gereksinimleri karşılayasanız diye. Yani sizin işiniz bu.
  • Sizin işiniz güvenliği sağlamaktır.
  • Sizin işiniz huzuru sağlamaktır.
  • Sizin işiniz adaleti sağlamaktır.
  • Sizin işiniz başedemediğinizin kellesini vurmak ya da katli vaciptir gibi fetvalar vermek değildir.
  • Bu sorunları nasıl barışçıl bir yöntemle, anayasal sınırlar içinde çözümleneceğinin yollarını bulmaktır sizin işiniz.

Ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel koşulları insanca yaşanır bir hale getiremediyseniz, bu sizin başarısızlığınızdır. Hakiminden savcısına, Bakanından Başbakanına, ondan da Genel Kurmay Başkanlığına kadar hepinizin başarısızlığınızdır.

  • Kabadayı tavırlarla millete kızamazsınız, çatamazsınız.
  • Öz vatandaş ve sözde vatandaş diye ayrım yapamazsınız.
  • Sevmeyen terkedip gitsin diyemezsiniz.
  • Milletin sabrını taşırıyorlar diyemezsin. Milletin sabrını zorlayanlar kim? Uzaylı mı?

Beceksizliğinizin suçunu örtpas etmek için kaos yaratamazsınız. Her ölen askerden siz sorumlusunuz. Her dağa giden insandan da siz sorumlusunuz. Yani eğer bu ülkede anarşi bitmiyorsa bu asıl sizin suçunuzdur.

Terrör bitmiyorsa bunun sebebi sizin terrörü bir develet aracı gibi kullanmanızdandır. Barış ve huzur bozucuları asıl sizsiniz, çünkü işinin gereğini yerine getirmeyerek ülkeyi kaosa sürükleyen sizlersiniz. Kaosun yoğunluğunu yükseltmek kimseye yararlı olmayacaktır. En önemlisi yarattığınız kaos sizi de yutabilir. Masum seyircileri de.

Bok yığınını yaratıp üstüne bok bulaşmadan o yığından çıkmak mümkün değildir.

Ilgili Yazilar:

Oct 31, 2008

Tanya


zoe’ydi adı
ismim tanya dedi onlara
(tanya;
bursa cezaevinde karşımda resmin
bursa cezaevinde,
belki duymamışsındır bile bursa’nın ismini
bursa’m yeşil ve yumuşak bir memlekettir.
bursa cezaevinde karşımda resmin
sene 1941 değil artık, sene 1945
moskova kapılarında değil artık
berlin kapılarında dövüşüyor artık seninkiler
bizimkiler
bütün namuslu dünyanınkiler..
tanya;
senin memleketini sevdiğin kadar ben de seviyorum memleketimi
seni astılar memleketini sevdiğin için
ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim
ama ben yaşıyorum
ama sen öldün
sen çoktan dünyada yoksun
zaten ne kadar az kaldın orada
on sekiz senecik...
doyamadın güneşin sıcaklığına bile...
tanya;
sen asılan partizan, ben hapiste şair
sen kızım, sen yoldaşım
resmin üstüne eğiliyor başım
kaşların incecik, gözlerin badem gibi
renklerini fotoğraftan anlamam mümkün değil
fakat yazıldığına göre koyu kestaneymişler.
bu renk gözler çok çıkar benim memleketimde de...
tanya;
saçların ne kadar kısa kesilmiş
oğlum memet’inkinden farkı yok
alnın ne kadar geniş, ay ışığı gibi
rahatlık ve rüya veriyor insanın içine.
yüzün ince uzun, kulakladır büyücek biraz,
henüz çocuk boynu boynun
henüz hiçbir erkek kolu sarılmamış anlıyor insan.
ve püsküllü bir şey sarkıyor yakandan
süsünü sevsinler mini mini kadın.
arkadaşları çağırdım bakıyorlar resmine;
_tanya
senin yaşında bir kızım var.
_tanya
kız kardeşim senin yaşında
_tanya
senin yaşında sevdiğim kız
bizim memleket sıcaktır
bizde kıslar tez kadınlaşır..
_tanya
senin yaşında kızlarla
okulda, fabrikada, tarlada arkadaşız
tanya;
sen öldün ne kadar namuslu insan öldü
ve öldürülmekte
ama ben,
söylemesi ayıpmış gibi geliyor bana
ama ben yedi yıldır kavgada
hayatımı tehlikeye koymadan
hapiste de olsa da yaşıyorum)
sabah oldu tanya’yı giydirdiler
ama çizmeleri, şapkası, gocuğu yoktu
iç etmişlerdi onları
torbasını giydirdiler
torbada benzin şişelesi, kibrit,
kurşun, tuz, şeker....
şişelesi boynuna astılar
torbasını verdiler sırtına
göğsüne bir de yazı yazdılar
“partizan”
köyün meydanına kuruldu darağacı
atlılar çekmiş kılıcı
halka olmuş piyade askeri
zorla seyre getirdiler köylüleri
iki sandık üst üste
iki makarna sandığı
sandıkların üstüne yağlı urgan sallanır
urganın ucunda ilmik
partizan kaldırılıp çıkarıldı tahtına
partizan
kolları bağlı arkadan
durdu urganın altında dimdik..
nazlı boynuna ilmiği geçirdiler
bir subay fotoğrafa meraklı
bir subay elinde makine; kodak
bir subay resim alacak
tanya seslendi kolhozlulara ilmiğin içinden
“ _ kardeşler üzülmeyin gün yiğitlik günüdür.
soluk aldırmayın faşistlere
yakın, yıkın, öldürün....”
bir alman vurdu ağzına partizanın
genç kızın beyaz, yumuk çenesine aktı kan
fakat askerlere dönüp devam etti partizan:
“_ biz iki yüz milyonuz
iki yüz milyon asılır mı?
gidebilirim ben
ama bizimkiler gelecekler
teslim olun vakit varken...”
kolhozlular kan ağlıyorlardı,
cellat çekti ipi
boğuluyor nazlı boynu kuğu kuşunun
fakat dikildi ayaklarının ucunda partizan
ve hayata seslendi insan
“_ kardeşler
hoşça kalın
kardeşler
kavga sonuna kadar
duyuyorum nal seslerini geliyor bizimkiler...”
cellat bir tekme attı makarna sandıklarına
sandıklar yuvarlandılar
ve tanya sallandı ipin ucunda...

Nazım Hikmet Ran
Memleketimden Insan Manzaralari'ndan

Oct 26, 2008

Polis Devleti Cetelesi

Cetele tutup taniklik yapabilmek icin bir blog olusturulmus ve herkesin duydugu polis siddetine iliskin haberleri linkleriyle beraber yorum olarak eklemenizi istiyor.

Burada: http://polisdevleti.blogspot.com/

Oct 25, 2008

Banned in Turkey

Access to this website [and all other Blogger and Blogspot.com sites] have been suspended in accordance with decision no. 2008/2761 of the TR Diyarbakir First Criminal Court of Peace.


In other words, all blogs have been hacked in accordance with a Turkish court.

Oct 23, 2008

Polis Devleti & őzellikleri

Ben politik bilimler okumadım. Bu nedenle politik bilimler literatürüne tanıdık değilim. Literatüre bakmadan aklıma geldiği gibi, bakalım, Polis devleti őzelliklerini sıralayabilecek miyim? Ya da ne kadar iyi sıralayabileceğim…


I. Ülke her zaman bir savaș durumundadır.

II. Devlet, hükümet, yasa, güvenlik arasında belirli bir sınır yoktur. Neyin nerde bașlayıp nerde bittiği belli değildir.

III. Bütün basılı, sessel, gőrsel yayın bir propaganda aracıdır. Őnceden belirlenmis çerçeveye uymayan yayınlar sansürlenir, toplatılır, yakılır.

IV. Bayrak ve Istiklal Marșı en yüce değerlerdir. Ardından din ve kutsal kitap gelir.

V. Otoriteye ve üniformaya saygı, korku, ve koșulsuz itaat mutlak bir gerekliliktir.

VI. Bütün bir yașam gőz-altındadır. Herkesin telefonu dinlenebilir, mektupları açılabilir, kimlikleri rastgele sorlabilir. Bireysel őzgürlükler duruma dayalı olarak her an askıya alınabilir. Őzel yașamın tanımı belirsizleșir. Duruma gőre değișir.

VII. Polis hem çok güçlü hem de bașarılıdır. Ancak o derecede de hassas ve zavallıdır. Bu nedenle en küçük bir olayda incinebilirler. Dolayısıyla polisin yetkileri her fırsatta arttırılır.

VIII. Sayıları 18 de olsa 180 de olsa gőzaltında őlen biri için verilecek ifadede bütün polisler kelime ve virgülüne kadar aynı ifadeyi verir. Aynı gramer ve imla hataları yapar.

IX. Polisin (tanimlanmamıș) bir dokunulmazlığı vardır.
  • 12 yașındaki çocuklar őldürebilir

  • Yargısız infaz da bulunabilir - Infazdan sonra havaya ateș ederek kutlar. Halk da Istiklal Marșı okur.

  • Ulusal güvenlik sőz konusu ise yetki de sınır bütünüyle ortadan kalkar

  • Ulusal güvenliğin tanımı polisin o an içinde bulunduğu halatı hassasiyete gőre ya da genel Kurmay’ın tanımla(ma)dığı toplumsal reflekse gőre belirlenir

X. Hiç bir polis-șiddeti kurbanı terőr ve bőlücü őrgüt elemanı olma potensiyelinden uzak değildir. Iș bu potensiyel polis memurunun așağıdaki ifadeleri ezberleyip sőylemesiyle kolayca somutlanabilir

  • tanık benim üniformama küfür etti

  • tanık “Ben PKK’lıyım dedi” dedi

  • Sanığa kimlik sorduğumda, sanık “Dağ adamıyım, azılı gerillayım” dedi

  • Sanığa kimlik sorduğumda, sanık “Ben Kürdistanyılım. Başkalarının polisine kimlik vermem, dağ adamıyım, azılı gerillayım” dedi

  • Sanık zafer işareti yaparak ‘Biji Apo” dedi

XI. Polisin rasyonel değil, duygusal olarak ișini en iyi biçimde yapması teșvik ve telkin edilir. Őrneğin ișkencede kurbanın direnci polisin kișiliğine, onuruna, ve üniformasına yőneltilmiș bir hakaret gibi algilanır.

XII. Așağıdaki durumlarda polisin müdehalesi kesinlikle yasal sınırlılıklar içerisindedir

  • Polis memurundan sevgilisinin őnünde içtiği çayın parasını istedi diye messai arakadașlarının yardımı ile vatandaș dővmek

  • "Dur' ihtarına uymayan sürücü, açılan ateş sonucu hayatını kaybedebilir
Medyadan sadece son gunlerdeki Ornekler

Oct 22, 2008

Kış Bitti

"Vedalaşmaların ilmini yaptım ben,"
Sürgünlerin uzmanlığını.
Bir vapur nasıl kalkar bir limandan.
Tren nasıl acı acı öter, öğrendim.

Yıllarca mektuplarla yaşadım
Kaçak tütün, yasak yayın
Larla beslendim
Unutmadım. Unutmadım.

En çok yelkenleri özledim
Bozkırın buzlu yalnızlığında
Dağlar yoktu, dağlar yoktu,
Rüzgarlara yaslandım.

Çılgın mıydım, tutsak mıydım
Yüreğinde karanlığın?
Kan kurudu-
Ben gül oldum açıldım


Cevat Çapan

Oct 17, 2008

Bir Insan: Alexandros Panagoulis

Tolga’nın hatırlatmasıyla anımsadım Panagoulis'i büyük bir saygıyla.

Şiirleri Türkçe’ye çevrildi mi bilmiyorum ama birini ıngılizce’den çevirmeye cürret bile ettim. Valla Panagoulis amca kızmaz bana çok kötü çevirmişsem de. O sadece namussuza, işkenceciye acımasız, insafsızdır. Bana hoşgörülü olurdu eminim…

Gerçi , Panagoulis amca işkencecesine de insaflıdır (!) .

“Bir gün seni işkence suçundan yargı önüne çikaracağım ve bana senin hakkında bildiklerimi sorduklarında herşeyi anlatacağım ama sonra da hakimlere dönüp diyeceğim ki ‘sayın hakimler, bu sanık sandelyesinde oturan adam bir zavallıdır’ affedin gitsin”

diyecek kadar insaflıdır. Ve, Bir Insan romanına göre, parlemontaya seçildikten sonra mahkemede işkencecisinin bir zavallı olduğunu söylemiş ve berat etmesini talep etmistir…

Panagoulis amca lafını da hiç sakınmaz sanki hiç sosyal filitreleri yokmuş gibi. Ağzına geleni söyler yeri geldiğinde. Korkmaz, çekinmez! Ayıp olur , uygun olmaz, yakışık kaçmaz gibi değer yargıları hakketmeyenlere karşı hiç kullanmaz. Örneğin, milletvekili seçildikten sonra bir süneppe, yılışık, ve çıkarcı milletvekilinin elini sıkmak zorunda kaldığında adamın yüzüne
“Neyse, ilk defa boka değişi değil bu elimin!”

diyecek kadar devlet erkanlarının protokol ahlakının içine edecek bir adamdır.

Neyse firsat bulursanız okuyun Bir Insan’ı.

Işte Panagoulis amca’nın Ingilizce’den çevirdiğim şiiri.


Boya
Yaşam Hayat verdim duvarlara
Ses verdim
Ki yoldaşım olsunlar
Gardianlar bilmek istiyorlardi boya nerden diye
Sır vermedi hücremin duvarları
Askerler de bulamadı
Her yeri didik didik ettiler de
Bir an bile olsun akıl edemediler ama
Damarlarımda da arama yapmayi

Bu da Ingilizcesi

The Paint
I gave life to the walls
a voice I gave them
more friendly so that would become my company
and the guards asked
to know where they could find the paint
The walls of the cell
kept the secret
and the mercenaries searched everywhere
but paint they could not find
Because they did not think for one moment
that they should search into my veins
Vi scrivo da un carcere in Grecia, 1974

Oct 16, 2008

Ahmet Altan: Genelkurmay başkanına...


Siz, böyle saygısız, nezaketsiz, tehditkâr bir konuşma üslubunu benimseme cüretini nereden buluyorsunuz? Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu sizin? Siz kimi korkutmaya çalışıyorsunuz? Korkutabileceğinize inanıyor musunuz gerçekten? Bakın ben size dostça bir şey söyleyeyim general, vazgeçin bu kaba tehditlerden, öfkeli jestlerden, asabi mimiklerden. Bunlar bizi korkutmaya yetmez.
Ha, sanmayın ki bu ülkede “derin devlet” dendiğinde kimin kastedildiğini bilmiyoruz, sanmayın ki patlayan arabalardan, ensesinden vurulan adamlardan haberimiz yok.
Sadece umurumuzda değil.
Bunu anlayabiliyor musunuz?

Bazı insanların, ülkeleri özgür ve mutlu olsun diye her şeyi göze alabileceğini kavrayabiliyor musunuz?
Bunu kavramaya çalışın.
Bırakın bu korkutma çabalarını.
Bunlar yakışıksız işler.
Üstelik gerçeği ortaya çıkarma çabasından bizi vazgeçirmeye de yetmez.

Siz bir şeyler söylediniz dün.
“Herkesi dikkatli olmaya ve doğru yerde bulunmaya” davet ettiniz galiba.

Siz, “doğru yerin” neresi olduğunu biliyor musunuz?
“Doğru yer” neresidir biliyor musunuz?
Doğru yer, insanın mesleğini dürüstçe ve gereklerini yerine getirerek yaptığı yerdir.
Biz, “doğru yerde” duruyoruz.
Mesleğimizin gereğini dürüstçe yerine getiriyor ve gerçekleri, yıllardır yalanlarla kandırılan bu halka açıklıyoruz.
Siz doğru yerde durmuyorsunuz.
Kendi mesleğinizin gereklerini yerine getirmiyorsunuz.

Sizin mesleğinizin gereği, size emanet edilen o genç askerleri korumaktır.

Karakol baskınını an be an gösteren kamera kayıtlarına rağmen gerekli tedbirleri almamak, istihbarat raporlarına aldırmamak, çatışma başladıktan sonra yeterince yardım göndermemek ve o çocukları ölüme terk etmek sizin suçunuzdur.

Görevinizi yerine getirmediniz.
Neden?
Niye o çocukları korumadınız?

Bunun için yargılanmanız gerektiğini biliyorsunuz değil mi?

Tabii savcıların sizi mahkemeye çağıramayacağına, sizi yargılayacak bir merci olmadığına güveniyorsunuz.
Ama bu, yargılanmanız gerektiği gerçeğini değiştirmiyor.
Tabii, bir de istifa müessesesi denilen bir şey var.
Sanırım sizin o müesseseden pek haberiniz bulunmuyor.
Başbakanın, hükümetin, parlamentonun sizden hesap sormaması da sizi cesaretlendiriyor.

Ama bir de halk var bu ülkede.
Gerçekleri duymak isteyen bir halk.

Ve, o sizin peşinizi bırakmaz.
Biz de bırakmayız.

Arkanıza kuvvet komutanlarını alıp kameraların önüne geçerek asabi bir şekilde medyaya verdiğiniz “muhtıra” bu gerçeği değiştirmez.

Siz bize Aktütün’ü anlatın.
O çocuklar niye öldü?
Niye baskını önlemediniz?
Bir de pek anlayamadığımız bir sözünüz var.
“Bu tip saldırılar karşısında her ordunun vereceği cevap ve tepki bellidir.”

Ne demek bu?

Birincisi bir saldırı yok, saldırmıyoruz, gerçekleri açıklıyoruz.
Ikincisi, “her ordu” böyle eleştiriler karşısında nasıl tepki veriyor?

Siz nasıl tepki verdiklerini bilmiyorsunuz.
Gelişmiş ülkelerde böyle bir facianın sorumlusu olanlar derhal görevlerinden alınıp yargılanırlar.

Ama sizin aklınızdaki bu değil, açıkça anlaşılıyor.
O zaman, nedir o “ordunun vereceği tepki”?

Ordular, kendilerine saldıran “düşmanı” yok etmek için eğitilirler.
Bizim gerçekleri açıklamamızı bir “saldırı” olarak nitelediğinize göre bizi de “düşman” olarak görüyorsunuz.

Eee, ne yapacaksınız?
Saldıracak mısınız, gazeteyi mi bombalayacaksınız, F-16’ları mı göndereceksiniz?
Siz ne dediğinizin farkında mısınız?

Baskını daha önceden bildiğiniz halde o çocukları korumayacaksınız, bunu açıklayan gazeteleri de, “ordu tepkisiyle” korkutmaya çalışacaksınız.
General, “doğru yerde” durun.
Haddinizi aşmayın.

Bizim ülkemizde, yetmiş milyon insanın boğazından kesip verdiği paralarla ayakta duran bizim ordumuzla, bizi tehdit edemezsiniz.

Ordu, sizin hatalarınızı kapatmak için kullanacağınız bir tehdit aracı değildir.
Haa, bir de “bölücü terör örgütünün eylemlerini başarılı gibi gösterenler, akan ve akacak olan her damla kanın sorumlusu olurlar” sözünüz var.

Bakın bunu doğru söylüyorsunuz.
Ama “başarılı gösteren” kim?
Baskının önlenmediğini açılayan gazeteler mi yoksa baskını bile bile önlemeyenler mi?
O kandan kimin sorumlu olduğunu şimdi anladınız mı?
Sorumluluğu hissediyor musunuz?
Hissetmelisiniz.

Ve tehditleri bırakıp gerçekleri açıklamalısınız.
Tehditlerinizden ve üslubunuzdan hoşlanmadık.
Gerçekleri söyleyin bize.
Gerçekleri.

Biraz cesaret yeter buna.
Cesaretiniz de öfkeniz kadar büyük olduğunda bize gerçekleri söyleyeceğinize eminiz.
O günü bekliyoruz.



Ahmet Altan Taraf Gazetesi, 16 Ekim 2008

Oct 15, 2008

Akademik Militarizm

Aşağıda Çukurova Üniversitesi Senatosunun 13 Ekim 2008 tarihli duyurusunu okuyacaksınız.Okuyacaklarına inanamayanlar űniversitenin web sayfasına gidip bakabilirler.

Okurken ister istemez sorularım oldu. Onları da parantez içinde yazdım. Bir de şunu haykırmak istiyorum.
Barış ve huzur yerine kan ve intikam isteyen siz insanlığın ve bilimin yűzkaraları Tűrkiye sizinle gurur duymuyor çűnkű Tűrkiye sadece sizingibigillerden oluşmuyor!


Çukurova Üniversitesi Senatosu Duyurusu

Türkiye-Irak sınırında bulunan Aktütün karakolu-Bayraktepe'deki askeri birliklerimize yapılan hain saldırıyı şiddetle kınıyoruz. Bu sınır karakolumuza bugüne kadar PKK'lıların düzenlediği 5 saldırıda, 15 şehidimiz ile birlikte, toplam 44 askerimiz şehit olmuştur. Kahraman vatan evlatlarımıza karşı 350 terörist ile yapılan saldırı sonucunda çok ciddi bir karşılık verilmiş ve en az 23 terörist öldürülmüştür. Sınırlarımızda ve yurt içinde PKK terör örgütünün saldırılarına karşı, Türk Silahlı Kuvvetlerimizin her zaman yanında olduğumuzu belirtiyor ( Niçin TSK’nın her zaman yanında olduğunuzu belirtme ihtiyacı duyuyorsunuz sahi? Daha önce yanında değildiniz öyle mi! Şimdi yalan söylemediğinizi nerden bilelim? Belki siz birer boksevicisinizdir? Belki göt yalamak űzerine doktoranızı yaptınız?) ve Çukurova Üniversitesi mensuplarının, (Yani bűtűn mensuplar mı? Kimler dahil bu mensuplara – Senato űyeleri, fakűlte elemenları, sekreterler, işçiler, memurlar, öğrenciler, sivil polisler, űlkűcű kiralık katiller- Yani herkes, öyle mi?) üstlerine düşen görevi her zaman yapmaya hazır olduğunu bildiriyoruz.

Bu son hain saldırıdan sorumlu bulunanlara en sert bir biçimde karşılık verilmesinin bir vatan görevi, şehitlerimize karşı borcumuz olduğu düşüncesindeyiz. (Ne demek “düşüncesindeyiz”! Dűşűnce yetmez! Saplantılı bir biçimde hergűn bu konuyla içli dışlı olmak zorundasınız.) Buna yataklık edenler, kolaylık sağlayanlar sonuna kadar araştırılmalı, görünen ve gizlenen vatan hainlerine karşı gereken ders verilmelidir. Bu saldırılar Türk milletinin sabrını zorlamaktadır. Bu sabrı zorlayanlar, tarih boyunca gereken cevabı almıştır. (Milletin sabrını ölçen bir gösterge mi yaptınız? Bu milletin sabrını nasıl ölçűyorsunuz? Bűyűk Tűrk milletinin bűyűk saygın bilim adamları olarak hangi ölçekleri kullanarak halkın sabrını ölçtűnűz? Boş zamanlari değerlendirme anketiyle mi yaptınız bunu? Boş zamanlarında halkı linçe zorlama ve teşvik etmeyi nasıl bir değişken olarak kullandınız? Bağımlı mı bağımsiz mi? Peki verileri hangi analiz modelleri ile yorumladınız? Umarım hemen en kısa yoldan mod medyan falan bulup sonuçlandırmadınız! Ya da kaykare (Pearson Chi-square) - hep gavurlardan yararlanıyorsunuz yahu!- Bir tane istatiksel Tűrk modeli yapmadınız gitti. Peki korelasyona (yine gavurca!) baktınız mı? Milletin sabrı ne ile doğrudan korelasyon gösteriyor? Anova uyguladınız mı, ANOVA? MANOVA’ya da bi baksanız fena olmaz hani.)

Şehitlerimize tanrıdan rahmet (Tanrının rahmet etme gibi duygusal bir yetisi mi varmış? Tanrı insan mı ki? Ya da rahmet etme yetkisi olan bir mahkeme mi? Bu mahkeme rasyonel mi karar veriyor? Duygusal mı? Ideolojik mi? Yoksa transcendental mi? ), sınırda çarpışan yüreği mertlik ve sevgi ile dolu kahraman askerlerimize, vatan size minnettardır diyerek, en içten minnet ve şükran duygularımızı iletiyoruz. Şehitlerimizin kederli ailelerine, silah arkadaşlarına, Türk Silahlı Kuvvetlerimize ve Türk milletine, sabır ve başsağlığı diliyor, hain saldırıyı tekrar nefretle kınadığımızı, kamuoyuna saygı ile duyuruyoruz.

Çukurova Üniversitesi Senatosu (Doğru adınızı söyleyin artık, saklamaya gerek yok. Çukurova Üniversitesi Senatosu Psikolojik Savaş Birimi…)

Oct 8, 2008

Ben iyiyim, iyiyim...


Bir dost sormuş niye yazmıyorum diye.

Bu linç, bu şiddet, bu kan susamışlığında yazacak bir şey bulamıyorum.

Dilim(iz)de tűy bitti.

Halim şu resimdeki gibi…

Murathan’in dizeleri dilimde nicedir

demek ki ne denli dirensek de
tarihle yüzleşsek de
bitmeyecek bu kavga, bu feodal kasırga
demek ki
hükmü sürmektedir dağların coğrafyada
üzgün müyüm dedin?
yoo, hayır merak etme sen beni

iyiyim, iyiyim..

Oct 2, 2008

Hukuk Eliyle Cinnete Cinayete ve Linçe Davetiye

Hani olur da arşivlerde tozlarda kaybolur, veritabanı tablolarından kazara silinir diye, Milliyet’te yayınlanan bu haberi aynen bloğuma alayım dedim. Bir de bir kaç okuyucu yorumu tabii ki.

DTP’liyi öldürün çağrısı suç sayılmadı


Bolu 2. Komando Tugayı’nda vatani görevini yapan 13 askerin 7 Ekim 2007’de şehit düşmesinin ardından Bolu Express gazetesindeki köşesinde “Türk, işte karşında düşmanın” başlıklı bir yazı kaleme alan I.E., terörle mücadeleyi anlattı. I.E., yazısının devamında DTP milletvekillerinin, DTP yöneticilerinin ve DTP’li belediye başkanlarının isimlerini tek tek sıraladı. I.E., yazısında şu ifadelere yer verdi:
Yüce Türk Ulusu, işte karşında düşmanın. ‘PKK bölücü terör örgütüdür onun mensupları da vatan hainidir’ demedikten sonra bunların topu Türk düşmanı olarak bundan sonra ‘sivil yurtsever’ unsurların hedefi olacaktır. Kahpece pusu kuran, dağdaki teröristin peşinde koşmaktansa üç-beş mikrobu temizleyip bundan sonra ‘Bir bizden beş sizden tamam mı, devam mı?’ demek gerekir. Bunu yapacak ve diyebilecek yurtsever unsurlar da çıkar elbet. Toplumun arzusu, yoğun olarak bu yöndedir. Bundan böyle şehit edilen her güvenlik görevlisine karşın, bunlardan birinin aynı kaderi paylaması toplumun çoğunluğunun isteği haline gelmiştir. Artık kangren olmuş uzuv veya uzuvların kesilip atılma zamanı gelip geçmiştir.


‘Düşünce özgürlüğü’ sayıldı
DTP Diyarbakır Milletvekili ve Grup Başkan Vekili Selahattin Demirtaş, yazının yayımlanmasının ardından avukatı Duran aracılığıyla Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Savcılığın, ifade alıp duyuruyu karara bağlamak dışında araştırma gerektirmeyen soruşturması altı ay sürdü.

Savcılık, soruşturma da sonunda yazıyı hukuka uygun bularak takipsizlik kararı verdi. Kararda, yazının düşünce özgürlüğü kapsamında olduğu vurgulandı.

Mahkeme de uydu
Duran, takipsizlik kararının kaldırılarak dava açılması için Düzce Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvurdu. Dilekçede, yazının halkın bütününde suç işlemeye alenen tahrik eylemini oluşturduğu ifade edilerek şöyle denildi:
İçinde açıkça infaza ve öldürmeye davet ve tahrik ifadeleri taşıyan bir yazının, savcı tarafından aklanmış olması kamu vicdanını ve toplumun adalet duygusunu derin biçimde yaralamıştır. Savcılığın takipsizlik kararına karşı verilen genel tepki ‘bu da suç değilse suç ne’ biçimindedir.

‘Karar isabetli’
Mahkeme de savcılığın isabetli bir karar verdiğine işaret ederek itirazı reddetti. Mahkemenin kararında, savcılığın verdiği kararda isabetsizlik bulunmadığı vurgulandı.
Duran da kararı AİHM’ye taşımaya karar verdi. Bu tip kesinleşen kararlara karşı Adalet Bakanlığı’nın “kanun yararına bozma” hakkı bulunuyor. Ancak bakanlık bu yola başvurmazsa iç hukuk yolları tamamen tükenmiş oluyor. Bu durumda savcılığın kesinleşen kararına göre, AİHM aksi bir karar verene kadar DTP’lilerin öldürülmesi için çağrı yaparak isim listesi yayımlamak suç sayılmayacak.

Yorumlardan Seçmeler
  • Gec düsünülmüs bi karar olarak yorumluyorum, Dha erken planlanip uygulamaya gecilmesi lazimdi, yazar kardesimiz üstüne düseni yapti, simdi yurtsever insanlarimizin üstüne düseni yapmasinda
  • bunda kızacak, darılacak, alınacak ve suç sayılacak hiç bir şey yok. bence bu vatandaşımız, susan ama patlamaya hazır milyonlarca TÜRK ün içindekileri kaleme almış ve cesurca hissettiklerini yazmış. kalemini KIRAN ama ASLA SATMAYAN aydınımızı saygıyla selamlıyorum. TANRI TÜRKÜ KORUSUN VE YÜCELTSİN
  • bizim 1 şehidimiz onların 7 ceddine karşılık gelmez. .
  • DTP teror orgutunu destekliyor, bunu acik acik dile getiriyor. Bu teror orgutu ulkemizi bolmeye yonelik saldirilar duzenliyor, bir suru sivil ve askerimizi kaybettik. Ama bu DTP mecliste oturuyor ve bizim hak ve yasalarimizi kullaniyor. Bizim ceplerimizden cikan vergilerle maaslarini aliyorlar. Kose yazari ne guzel soylemis.
  • havada gezen dtplilere duyrulur. Bu ülke sizin at koşturacağınız yer değildir. Türkiye Cumhuriyeti üzerinde yaşıyorsan onun yasalarınada bağlı kalıcaksın. Anayasanın 66. maddesi ne diyor? -Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. -Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz. Bu insanlar vatana ihanet ediyorlar. Vatandaşlıktan çıkartalım bunları.
  • yazarı ve mahkemeyı tebrık edıyorum turkıyede boyle bır partı olamaz bence bır sehıdımıze karsı 10 dtp lı oldurulsun de erken bıtsın
  • az bile söylemiş. 1 değil 5 tane öldürülmeli. . ne istiyorlar neyin peşindeler aynı topraklarda adam gibi yaşamak varken. huzursuzluğu çıkaran onlar. memnun değillerse burda bizimle yaşamaktan her taraf yol ama benim huzurumu kaçırmaya hakları yok. . .
  • Adamın ağzına sağlık. DTP terorist leşinin evine taziyeye gidiyor. Vatan hainidir. Onları hakettikleri cezaya çarptıracak babayiğidin ellerinden öperim.
  • demekki bu ulkeyi unutmayan boyle kardeslerimizde varmis. helal olsun gercek bir dusunce tabi uygulamayada gecmeliyiz. ama su dtp belediye baskani askerleigini yapmayan herifin dilekcesini savcilik nasil kabul ediyor. allah bu ulkeyi seven turk kardeslerimizle olsun. saygilar.
  • BİR ŞEHİDİMİZE en az 10 dtpliyi gömmek artık bizim için farz olmuştur. Nedenmi? BİR TÜRK DÜNYAYA BEDELDİR. Bunlardan bir an önce kurtulmalıyız. . .

Kuşkusuz duyarlı aklı başında yorumlar da vardı
  • şu yorumlar olduğuna inanamıyorum ya. Ne demek insan öldürmek. Olaya artık şu açıdan bakmalı insanlar oradaki askerlerimiz gerçekten ne için oradalar? Ya da o kandırılan gençler neden kendi askerlerine ateş açıyor?
  • balıkesirden sonra şimdide böyle bir olayla karşıkarşıyayız, mutlaka iki taraftanda destek görecek bi karar ama gerek yok bunlara. . . NEREYE GİDİYORUZ?. . .
  • Yazı insanlık dışı, utanç verici. Ama bazı yorumları okuyunca kanım dondu, bunları yazanlar insan olamaz. Hiçbirşey masum insanların öldürülmesi için neden olamaz. Bu kafayla gidersek sonumuz iç savaş. Yazıklar olsun.
  • yakında başını örtmeyenleri, oruç tutmayanları da öldürün diyen biri çıkacak, o da mı fikir özgürlüğü olacak? ooooo artık türkiye de kimse kalmaz. .
  • Bazı yorumcular maalesef zıvanadan çıkmış. Potansiyel katillerle yanyana yaşamak çok tehlikeli.
  • her asılan devrimci için bir milliyetçi asalım, her tecavüz için tecavüzcülerin bi kızana tecavüz edelim, hırsızlık için gidip hırsızlık yapalım vs vs. Böyle saçma bir düşünce olamaz. Ölümlerin durdurulması için çaba sarf etmek varken bu şiddet niye. Yaşasın insan hayatı. . . Birisi çıkıp şu çatışmalara ne zaman dur diyecek merak ediyorum.

Sep 29, 2008

Rollo May'den


Cesur olmanın karșıtı korkaklık değil, düzene uyum sağlamaktır.

Sep 18, 2008

Amerikan Kamuoyu Üstüne

Amerika’nin en ünlü talkshow ve politik komediyenlerinden biri olan Bill Maher ile MSNBC’nin spikeri Rachel Maddow arasından geçen bir görüşmeyi dilim döndüğünce çevirip sizinle paylaşmak istedim.


BM: Bush’u ikinci defa seçerken Amerikan kamuoyu düşündü ki ilkinde bu herif beceremedi hadi ikinci bir defa da seçelim. Öyle görünüyor ki kamuoyu hep böyle yapıyor. Bu ülkenin altı çizilecek özelliği şu ki, bu kamuoyu yönetilmek icin gereğinden fazla aptal. Gerçekten![Olup biteni] anlamak için çok salaklar. Terörizm ya da çevrecilik gibi kompleks durumlari nasıl aciklarsınız bunlara. Açıklayamazsınız. Kamuoyu daha çok köpeklere benziyor. Köpekler gibi ancak komuttaki ses tonunun yükselip alçalmasına göre anlayabilir. Şöyle aklı başında rasyonel bir tartışmayı anlama kapasiteleri yok. Bir köpek mükemmel bir biçimde anlayabilir 20 ya da 30 komutu; gel, git, yat, kalk, yakala gibi… Bu ülkedeki insanlar da ancak şu “başınabuyruk” (Maverick) gibi, “saldırı” gibi, “hücum” gibi, “asker yığma” gibi terimleri anlayabiliyor. “Asker yığma herzaman işe yarar. Ancak başınabuyruklar iyi becerir bu asker yığma işini.” Yani sonuçta inanmıyorum bu insanlara. Doğru karar verebileceklerine inanamıyorum.

RM: Ama bu bağlamdaki dinamik daha doğrusu başına buyruk ile derin, ince analiz edilmiş complex düşüncenin karşılaştırılmasi değil de sanki daha çok “zayıf” ile salağın” karşılaştırılmasıyla ilgili gibi. Amerikan kamuoyu diyor ki “bakın biz anlıyoruz seçtiğimizin salak olduğunu ama aptal ve salaklar tarafından yönetilmekten o denli nefret etmiyoruz. Zayıfların [ya da korkak, entel, humanist demokratların] bizi yönetmesi bizi daha çok rahatsız ediyor. Ve seçim hazırlıklarina bakarsanız cumhuriyetçiler (Republicans) hiç zeki oldukları üzerine tartışma yapmıyorlar. Daha çok demokratların zayıf, korkak, entel, ve kavgada güvenilmeyecek birileri olduğunu tartışıyorlar.

BM: Evet ama onların anlamdıkları da şu: McCain (Cumhuriyetçilerin adayı) büyük bir olasılıkla hepimizi ölüme sürükleyecek. Irak’da yüzyıl ikiyüzyil kalacak ama benim inancıma göre bu savaşın en can alıcı noktasını analdığı bile yok. Irak’da ya da Afganistan’da insanlar bizden onların ülkelerini işgal ettiğimiz için nefret ediyorlar. Yoksa Islamcı radikal olduklarından değil. … Biz onların ülkelerinde üssler kurdukça, PizzaHut’lar açtıkça, bizden nefret etmeye devam edecekler ve herzaman kendini havaya uçurarak bizi öldürmeyi göze alacak gençler bulacaklar.


Sep 16, 2008

28 Yıl Sonra -12 Eylűl 2008

28 yıl geçti ulan. 28 yıl.

Bırak 28 yıldır yazıp, çizdiklerimi, anlattıklarımı, bu bloga başlayalı beri de kaç tane yazı yazdım kimbilir 12 Eylűl’e dair. Kaç tane!

Kimbilir daha kaç tane daha yazacağım.

Bu yıl erken bastırdı iç-sıkıntısı 12 Eylűl’un. Kendi gelmeden boğuntusu geldi travmayla bűyűyen çocukların bölűnműş uykularıyla.Sonra yorumsuz bir gazete kűpűrűnű aldım koydum bloga. Cumhuriyet’e ve diğer kaypak, dönek, ve kıç yalayıcı soytarılara dalaşayım dedim. Sonra Kűçűk Iskender’in Kenan Evren’e açık mektubunu biraz gűlűmseyerek, biraz içim burkularak okudum. Rahatlatmıyordu hiç birşey bu yıl. Bir kaç gűn önce de Ece Temelkuran’ın bir yazısını okudum “21 Dakika” adında. “Kenan Paşaaa! Kenan Paşaaa!” diyordu


Bugün 21 dakikalığına öl. Öl. 21 dakika öl ve geri gel, yeniden ve yeniden öl sonra, yeniden ölmek için yeniden diril. Kaç çocuğu katlettiysen o kadar kere, hepsi için öl sen bugün. Kenan efendiiii! Bugün 12 Eylül; bu memleket seni en derin ve en taze intikam hisleriyle selamlar! Bir gün çıkacağın sanık kürsüsünde salya sümük ağlarken korkudan yerlerde süründüğünü görmek dileğiyle...

Ve bunu ne kadar kalpten söylediğimi anlatamam Kenan Paşa!”


Diyarbakır zındanı sayfalarında dolandım sonra. Nasıl direndiler insan kalmak için ordakiler? Ne kadar gűçlűyműş insan. Fikret Bila' nın 07.11.07 Tarihli Milliyet Gazetesindeki söyleşide Kenan Evren diyordu ki biz kimseye işkence et emri vermedik.

Cezaevlerinde o gardiyanlar, 12 Eylül öncesi dönemde çok sıkıntı çektiler. Hatırlarsanız, anarşi döneminde cezaevlerini oradaki suçlular yönetiyordu. İdare onların eline geçmişti. Mahkûmlar, gardiyanları yakalarlar, onları döverler, rehin alırlar... Oraların yönetimi, gardiyanların değil mahkûmların elindeydi. Bu gardiyanlar çok çektiler. 12 Eylül olunca da bunlar mahkumlardan hınç aldılar.

Hele bak bu adamın savunusuna. Aptal mı sanıyor bu adam bizi… Sanki bilmezmişiz gibi 12 Eylűl’űn nasıl da 19 yaşındaki çocukları işkenceciye dönűştűrdűğűnű. Hangi gardiyan kendi insiyatifiyle görev yapacaktı ki 12 Eylűl’űn emir komuta zincirinde. Yok Kenan yok, Bűtűn herşey gibi cinayet ve işkenceler de ast-űst emir komuta zincirinden geçiyordu. Yok yok bizim aptal olmadığımızı biliyordur Kenan. Ama kendisine inanacakları aptal sanıyor, ki burda kısmen de olsa haklıdır. Onca emek sarfetti o milyonları yaratmak için. Buna inanan milyonlar senin eserin…

28 yıl geçti ulan. 28 yıl.

Öylesine – bomboş duvara bakarken yakalıdım kendimi. Aklımda Ahmet Telli’nın Su Çűrűdű şiiri.


Yetmiş iki gündür bir dolapta kilitliyim. Yalnızca anahtar deliğinden hava giriyor ve ölü bir ışık sızıyor içeri. Yalnızlık hiç de tanrısal değil, görkemli değil. O yalnızca geçmişle gelecek, ölümle yaşam arasında kocaman bir karanlık nokta.Geçmişi ve geleceği olmayan, ölümle yaşam arasında irinli bir leke yalnızlık denilen. Şimdi ne varsa, anahtar deliğinden sızan havayla ışıkta... (Farkına varsalar, kapatırlar mıydı onu da?)

Bütün belleğimdekileri yokettim.
Elektrikli bir aygıtla yaktım, jiletle kazıdım. Çığlıkların aralığından uçurdum hepsini, kül edip savurdum.

Adımdan gayrısını bilmiyorum.



Adımızdan gayrısını bilmedik. Bi kimliğimiz vardı bir de kimliğe dönűştűrmeye çalıştığımız benliğimiz.

28 yıl geçti ulan. 28 yıl.

Yok yok! Unutmak istediğimden değil serzenişim. Unutmayacağım. Unutmak onay vermektir. Unutmayacağım.

Hala öfkeliyim. Hala kursağımda birşeyler dűğűmlű. Içimi boşaltamıyorum. Belki yanlış ya da eksik yanında dolanıp duruyorum meselenin…

Kenan Evren’e çatıyoruz hep. Çatacağız da yanlış anlamayın. Ama hatırlayın o sözű. Kenera atılır bir cinsten değildir bu söz:


Hiç bir diktatör kendi gűcűyle ayakta kalamaz!

Ya o diğerleri. Hani o olmasalar Kenan bi bok bile olamazdı’lar! Hani Kenan’ın kanlı elini öpenler! Kanlı ellerinden yiyenler! Hadi listesini yapalım mı?


  • Hani o, iyi adamdır dediğiniz komşunuz, Ahmet efendi var ya? Ya o?
  • Ya o, hani her yargısız infazlarda istiklal marşı okuyan manav Mustafa?
  • Hani oylarınızla sizin, yani milletın, vekili yaptığınız, içerdekilere jopla tecavűz ediliyormus, ne dıyorsunuz diye sorulduğunda koç gibi delikanlılarımız var jopa ne gerek var diyip bıyıklarını buran zeka ozűrlű vekiliniz var ya? Ya o?
  • Hani o kocası ölse bile kendisine maaş bağlanır diye kızınızı verdıiğiniz işkenceci polis, işkenceci yűzbaşı damadınız?
  • Hani o askerliğini yapsın diye adını bile bilmediğiniz diyarlara gönderdiğiniz oglunuz? Hani sonradan uzman çavuş olan?
  • Ya o analar, bacılar, gelinler? Hani sadece ev karısı, sadece subay karısı, sadece polis karısı olan bacılar ablalar, műdire hanımlar, öğretmen hanımlar; ya siz nasıl aldınız koynunuza o sabaha kadar insanlara işkence eden o adamı. Sabaha kadar kadın, erkek, yaşlı, genç, çoçuk demeden işkence yapan o adam size dokunduğunda hiç bir tiksinti, űrperme veya benzeri birşey de mi hissetmediniz. Űrkmediniz mi o adam çoçuğunuzu kucağına aldığında? Çocuğunuz ona baba dediğinde? ….

  • Kızınızı dűşűndűnűz mű hiç? Kızınızın kocanız gibi adamların elinde sabaha kadar işkenceden geçirildiğini ve sabahın erken saatlerinde de cesedinin bir yol kenarına atıldığını.“

  • Babalar, dedeler ya siz? Ya siz nasıl verdiniz elinizi öpsűn diye o ışkenceci oğlunuza? Hakkınızı da helal ettiniz öyle mi? Nasıl ettiniz?


  • Ya o hocalar, profösörler, akademisyenler? Hani o hukuk okuyup, hukuk ve etik okutanından tutun da felsefecilere kadar?

  • Ya o matematikçiler, biolojistler, fizikçiler. Ya bir gecede kıç yalamaktan full profösörlűge yűkselmiş saygın űniversite hocaları. Ya işkencedeki insanlarınasil çözersiniz diye polise danışmanlık yapan psıkologlar? Psikiyatristler? Iskencedekinin nabzını tutan dokotorlar? Iskence görene sağlam raporu veren hekimler?

28 yıl oldu ulan. Bir tek şu “ulan”a sığdırabilseydim keşke öfkelerimi. 28 yıl.

Sorun Kenan Evren falan değil. Sorun 18-19 yaşındaki çocuklara askeri űniforma giydirip, eline jopu verip “bir vuruşta yere yıkmazsan, ananı s…rim” diyen yűzbaşı da değil. Sorun bűtűn kariyerini göt yalamaya adamış bilim, sanat, siyaset insanları da değil.

Sorun insan yaşamına değer vermiyen bu kűltűrde. Şu hiç mi hiç seçme şansı olmadan içine doğduğumuz kűltűrde. Öldűrmeyi, şiddeti her tűr çelişkinin çözűmű olarak gören kűltűrde. Şiddeti kınamayan hatta ödűnleyen kűltűrde. Işte onun içindir ki 1980’den itibaren başlayan şiddet hiç mi hiç zorlanmadı sokaktaki insanın ahlakı olana kadar.

Yani milyonlar işkenceden geçtı, gık yok.

10 binlerın köyű yakıldı, yıkıldı, göçe zorlandı.

Göçe zorlananlar ırkçı bir linç kampanyasının figuranı olarak kullanıldı. Gık yok.

Sıvas’da insanlar yakıldı? Gık yok.

  • Vahşetten – şıddetten utanç duymayan bu kűltűrde sorun. Bűtűn ölűmlere, öldűrmelere, ve şiddetın her tűrlűsűne haklı gerekçeler űreten bu kűltűrde.
  • Vuran ellere “ellerın yesil olsun” diyen kűltűrde.
  • Vurduğun yerde gűl biter diyen kűltűrde.
  • Eti senin kemiği benim diyen kűltűrde.
  • Tohumuna para mı saydık diyen kűltűrde.
  • “Sen mi kaldın kurtaracak, öyle mi” diyen kűltűrde.
  • Vururken, aldırırken, asarken, yakarken, keserken “ya allah!” diyen kűltűrde.
  • Insan öldűrmeyi erkek olmaya denk tutan sosyal değerlerde. Insan öldűrenin yiğit sayıldığı bu kűltűrde.
  • Şiddeti uygulayanın cezasının yanına kar kaldığı bu kűltűrde.
  • Kurşun atan da kurşun yiyen de kahramandır diyen kűltűrde
  • Bu antisosyal, psikotik, bu şizofren kűltűrde.
  • Bireyin varlığını koşulsuz sorgusuz ne olduğunu bile bilmediği ideallere varlığına armağan etiği bu kűltűrde
  • Çocuktaki sűnnetten, kurban bayramına, şenliklerden gerdek gecesine kadar kan görmeyi isteyen bu kan sevici kűltűrde sorun.
  • Bir veba gibi yandakine kanını ve kandan doğan şevheti bulaştıran bu kűltűrde.
  • Tarih derslerinde ya da askerlik anılarında şiddet dolu kahramanlıklarla övűnűldűğű bu kűltűrde.
  • Ölen ölűmű hakkedecek bir şey mutlaka yapmıştır diyen bu kűltűrde.

Eğer insan yaşamına koşulsuz yargısız değer veren bir kűltűrű, bir dini, bir ahlakı, bir hukuku, bir masalı dahi olsaydı bu kűltűrűn belki cuntacılar ve onların işkencecileri yargılanır bir daha böyle şeylerin yaşanmaması için geleceğe yönelik dersler ve önleyici tedbirler çıkarılırdı.

28 yıl sonra belki dinerdi öfkem. Unutmazdım. Unutturmazdım. Bir daha yaşanmasın diye…

Dinerdi ulan bu öfkem. Belki…

Not: Dogramaci ve Evren resmi haric Resimler Serpil'e aittir.