Pages

Jan 30, 2011

Aklın Kimyası ile Aşkın Kimyası

Aklın kimyası ile Aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. ‘Aman sakın kendini’ diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği: ‘Bırak kendini, ko gitsin!’ Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var! (Elif Safak, Ask. p. 95)
The chemistry of mind and the chemistry of heart are just different. The mind is just cautious. It moves with hesitant steps. Always warns ‘Just be careful’. But what about the love? Only thing love advices is ‘Let it go!’  The mind is difficult to demolish. However, love overwears itself, falls into ruins. But the treasury is found among the ruins. A devastated heart worths anything!

Jan 26, 2011

Bu Ne Biçim Hayat

Bu ne biçim Postacı
Üç defa çalıyor kapıyı
Bu ne biçim kel
...Hem merhemi var
Hem sürmüyor başına
Bu ne biçim biçimler
İstediğiniz kadar çoğaltılabilir
Memleket çok müsait buna
Örneğin yeni bir komşu taşındı karşıya
Bir baktım Fahriye Abla!
Kırk yıllık bir rötar yapmış
Erzincan Treni
Ben gelmişim şu yaşıma
O ise şiirdeki yaşından gün almamış daha
Benimki ne biçim hayat
Uymuyor ne gördüklerime
ne duyduklarıma
ne okuduklarıma
Ben ne biçim benim
Ne kendime benziyorum
Ne başkalarına

Murathan MUNGAN

Jan 24, 2011

Ezilenlerin Pedagojisi: Analar bilseydi ne doğuracağını

Tűylerim hala diken diken oluyor aklıma geldikçe.

5 No.lu Cezaevi’nin fragmanını izledim. Orda geçiyor hikaye.

Esat Oktay Yıldıran bir anaya yaklaşıp işkence ettiği çocukları işaret ederek diyor ki “Ana ana keşke bunları doğuracağına taş doğursaydın değil mi?” Ana suratına bakıyor ve diyor ki “Analar bilseydi ne doğuracağını… Senin anan bilseydi doğurduğunun senin gibi olacağını, senin anan da seni doğurmazdı.”

Jan 15, 2011

Avukat Hüseyin Yıldırım

"Ben Diyarbakır cezaevine 1981 yılının kasımında girdim ve on bir ay kaldım. O cehennemden 1982’de çıktım. Zaten ben 10 Kasım 1981’de "Diyarbakır cezaevine götürüldüğümde de ayaklarımın üstünde duramıyordum. Çünkü poliste çok ağır işkence görmüştüm.

Tutuklandığımda avukattım. Türk ve Kürt solundan tutuklananların yüzde sekseninin avuk...atı bendim o dönemde. O sıralarda Diyarbakır rahattı, daha 12 Eylül olmamış, askerî cunta gelmemişti. Ülkede en ağır işkence Elazığ’da yapılıyordu. Naci kod adlı bir MİT görevlisi, 1800 Evler denilen yerde korkunç işkenceler yaptı. Sonra o kişi Diyarbakır’a geldi ve bana da işkence yaptı.

Avukatlık yaptığım sırada mahkemelere çıkarılan tutuklular öyle kötü durumdaydılar ki, işkenceden geçtikleri apaçık ortadaydı ama mahkemeler bu işkencelere seyirci kalıyordu. Ben 12 Eylül 1980 cuntası döneminde sadece Elazığ’da değil, Diyarbakır, Konya, Ankara-Mamak her yerde duruşmalara girdim. O şehirlerarasında gittim geldim. Çok doldum! Gördüğüm feci manzaralara itiraz ettim. Mahkemelere karşı direndim. Ben, Mehdi Zana’dan Şerafettin Kaya’ya, Selim Dindar’a üç bin kişinin avukatıydım. Zaten o yüzden de bir komployla tutuklandım.

Beni, Diyarbakır cezaevine bir müvekkilimi görmeye giderken gözaltına aldılar. Diyarbakır Birinci Şube’ye götürdüler. Uygulama şöyleydi. Önce polis soruşturması yapılıyordu. İşkence orada başlıyordu. Sonra poliste işkence görenler, biraz kendilerine gelsinler diye bir süre bekletiliyordu. Sonra savcılığa gönderiliyor ve tutuklanıp cezaevine konuluyordu.

Yedi günde beni bitirdiler. Gözlerimi bağlayıp, beni önce tavana asıp çarmıha gerdiler ve elektrik şoku verdiler. 16 ya da 17 Ekim 1981 tarihiydi. Polis soruşturma bölümünde her odadan işkence çığlıkları geliyordu ve o sırada radyo açıktı, Evren konuşuyordu. Evren radyoda, “Türklerin karakterinde işkence yoktur” diye bağırıyordu. Evren’in o sözleri işkence çığlıklarına karışıyordu. Bir gün gene gözlerim bağlıydı... Gene işkence görmüştüm ve vücudum ateş içindeydi. Zaten her an işkence yapılıyordu.

Hiçbir şey sormuyorlardı. Sadece konuş diyorlardı ve küfrediyorlardı. Biri odaya geldi ve bana “merhaba Hüseyin Bey” dedi. Anlamıştım, üst düzey biriydi, ya MİT’ti ya da ordudandı. İşkenceden sinirlerim çok gerilmişti. “Neden benimle gözlerim açık konuşmuyorsunuz? Neden korkuyorsunuz?” dedim.

“Hüseyin Bey, siz Tuncelililer neden devlete bu kadar düşmansınız?” dedi. “Ne verdiniz, ne istiyorsunuz? Katliam uyguladınız, onun hesabını verin” dedim. Hiç tepki göstermedi. “Böyle yanlışlıklar olur. Şimdi söyleyeceğim, seni serbest bıraksınlar” dedi ve gitti.

Bir, iki saat sonra biri koluma yapıştı, göz bağımı çözdü. Kırmızı suratlı asker elbiseli iriyarı biriydi. Bana vurdu da vurdu. Kafamı kırdı, dişlerimi kırdı. Dişlerim ağzıma saplandı. Kafamı tuvaletin içine bastırıyor ve sifonu çekiyordu. Tam boğulmak üzereyken, kafamı klozetten çıkarıyordu. Bir saatten fazla sürdü bu işkence. Her tarafımdan su gibi kan akıyordu. İşte yedi gün poliste böyle işkence gördüm. Doktor hastaneye gönderilmemi istedi ama götürmediler. O beş gün gözaltı bölümünde biraz kendime geleyim ve işkence belli olmasın diye tuttuktan sonra, beni mahkemeye çıkardılar. Uygulama öyleydi zaten. Hâkim, beni tutukladı.

Ringo denilen demir kafesli bir cezaevi aracı vardı. Beni onunla Diyarbakır cezaevine götürdüler. Daha aracın kapısı açılmadan, bahçede “geldi geldi” diye bir çığlık koptu. Ellerinde odunlarla bir grup işkenceci aracın etrafını sarmışlardı. İşkencesiyle ünlü, cezaevi iç güvenlik amiri Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran, elleri cebinde karşımda duruyordu. Beni ağır sopalarla dövdüler. Sonra Yıldıran, “Hadi aslanlarım, Avukat Bey’e helva yedirin” dedi.

Diyarbakır cezaevinde ilk günüm böylece başladı. Beni büyük bir salona götürdüler. Dört tarafında duvara dizilmiş hücreler bulunan ortası açık dört katlı bir yer. Bu açık alanın orta yerinde lağım akıtıyorlar. Demir parmaklıklı hücrelere ise merdivenlerle çıkılıyor. Hücredekiler birbirlerini görmüyor ama işkenceciler dört tarafta herkesi görüyor. Bana, “soyun” dediler, soyundum. Allah Allah diye üstüme sopalarla saldırdılar. Epey dövdükten sonra beni lağımın içinde bir aşağı bir yukarı sürüklediler. Sonra biri başımı bacaklarının arasına aldı ve uzun süre sopalarla arkamdan vurdular. Nereye vuracaklarını biliyorlar. Sinirlerin geçtiği yerlere vuruyorlar. Ciğerlerim ağzıma geldi ve bayılmışım.

Sonra elbiselerimi ateşe verdiler ve sırtüstü o ateşe yatırdılar. Daha sonra beni duvarın dibindeki bir makaranın önüne getirdiler. Makarada ip sarılıydı. İpin ucunu halka yapmışlar. Çok affedersiniz... İlk kez anlatıyorum bunu... Çok affedersiniz. İpi benim cinsel organıma geçirdiler... Biri ipi tutuyor ve çekiyor. O zaman çok utandım. Bu çok ağır geldi.

Siz istediğinizi yayınlayın ya da yayınlamayın. Ama ben içimdekileri boşaltmak istiyorum. Her taraftan işkence sesleri geliyordu. Ben, “kafama bir kurşun sıkın bunu yapmayın” dedim. İpi bırakmam için ellerime tersten sopalarla vuruyorlar. Bütün parmaklarım kırıldı, ayak topuklarım kesildi.

Sonunda iri yarı bir onbaşı, “ben bu kadarına yokum” dedi ve fırlayıp beni kucakladı. Beni beşinci hücreye götürdüler ve kenefe koydular.

O işkencelerden sonra ben şuna inandım. Yeryüzünde en dayanıklı canlı insandır. Akşam oldu, nöbetçi bana acıdı ve beni lağımın içinden betonun üstüne çıkardı. Bana bir sigara verdi. O da bir askerdi. Size söyleyeyim, o cehennemin içinde melekler de vardı. Sabah oldu “ulan avukat” diye gene geldiler. Beni lağımın içine gene yatırdılar. Öyle dövdüler ki bayılmışım. Zaten bir müddet sonra acıdan göğsün tıkanıyor ve bağırman da kesiliyor. Kendime geldiğimde ayaklarımdan akan birikmiş simsiyah kanı gördüm. Yavaş yavaş ayaklarımı içime doğru çektim ve betonun üstüne yattım.

Orada ölüm bir an önce gelsin istedim. Diyarbakır cezaevinde herkesi böyle imtihan ettiler. Ben dört aydan fazla hücrede kaldım ve dört ay her gün işkence gördüm. Bir de hücrelere kedi büyüklüğünde fareler saldırıyordu.

Birini kovuyordun, diğeri geliyordu. Fareler üstümüzde dolaşıyordu. O işkenceci Yüzbaşı Esat, ben kilo kaybettikçe, bana “şişmanlamışsın yahu” diyordu. Benim bütün parmaklarım kırıldı. Bakın... Hâlâ düzelmediler. Çenem ortadan ikiye bölündü. Bakın... Dizlerime çok vurdular. Bakın... Doktor falan yok, kendi kendine kaynadı çenem de bütün kemiklerim de... Dedim ya... Cehennemde melekler de vardı. İhtiyar lakaplı bir çavuş, cebine kendi yemeğini koyuyordu ve gizlice bana cebinden çıkardığı tahta kaşıkla içine ekmek doğranmış çorba ve et yediriyordu. Beni, dışarıdaki gelişmelerden haberdar ediyordu. “Seninle ilgili dünyada büyük tepki oluşmuş” diyordu. Uluslararası Af Örgütü falan ayağa kalkmıştı.

Diyarbakır cezaevinde bir de o işkenceci yüzbaşının “emret komutanım” diye tutuklulara tekmil verdirdikleri Jo adında bir köpeği vardı. İstediklerinde, bizi, ona ısırtıyorlardı. O sıralarda artık Uluslararası Af Örgütü, benimle ilgili büyük bir kampanya başlatmıştı. Türkiye’ye protesto yağıyordu. Ara sıra beni havalandırmaya çıkarıp elime top veriyorlardı.

Bir helikopter tepemde durup resmimi çekiyordu. Zira “Bakın hiçbir şeyi yok. Top oynuyor” demek için böyle mizansenler yapılıyordu. Bir gün Hürriyet gazetesinin Diyarbakır’daki muhabirini benimle röportaj yapması için cezaevine getirdiler. Sonra gitti, “Diyarbakır cezaevi güllük gülistanlıktır. Hüseyin Yıldırım bile sağdır” diye yazdı. 1982 baharında yayımlandı bu haber.

Bir gün bir gardiyan bana, “Senin hakkında, onu yaşatın diye Ankara’dan talimat gelmiş. Şimdi Ankara’dan gelen doktor, seni muayene edecek” dedi ve beni doktora götürdü. Doktor, “soyunun, muayene edeceğim” dedi. Ben perdenin arkasında soyundum. İçeri girdiğinde korktu. Etrafındakilere, “Bu, burada mı böyle oldu” diye sordu. Sadece kemik kalmıştım. İçeri 75 kilo girmiş, 43 kiloya düşmüştüm. Doktor bana günaşırı serum verdirdi ve bana can öyle geldi.

Cezaevinden çıktığımda önce annemi görmek istedim. Eve gittim. Beni tanımadı. Bana, “Hüseyinimi bırakmışlar, beni, Hüseyinimin yanına götür” dedi. “Ben de o çarşıda, gel seni götüreyim” dedim ve koluna girdim. Ayaklarım yara içinde, yürüyemiyorum, o benden hızlı yürüyor. Bana, “Ne oldu, hasta mısın sen?” dedi. Yürüdük ve çarşıda kalabalığın yanına geldik. Annem hâlâ oğlunu arıyor. Kalabalıktan biri, “Hüseyin senin kolunda” deyince, annem uyyyyy diye çığlık atıp kendi yüzünü tırmalamaya başladı. Zaten büro arkadaşlarım da beni tanıyamadılar. Aynada kendimi gördüğümde ben de ürkmüştüm. Bir gün yüzbaşı gülerek bana ayna verdi. “Bak ne kadar yakışıklı oldun” dedi. Korkunçtu. Gözümün altındaki deri, bir et parçası halinde sarkmıştı.

Hapishaneden çıktığımda Sıkıyönetim komutanının adli müşaviri Ahmet Beyazıt’la karşılaştım. Hiçbir şey olmamış gibi sarıldı, öptü beni. “Böyle şeyler olur, tekrar duruşmalara girersin” dedi. Beni Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanı Kemal Yamak’la görüştürmek istedi. Beni ona götürdü. Kemal Yamak elimi sıktı. “Geçmiş olsun, böyle şeyler olur. Devlet zor durumda” falan diye konuştu. Sonra da, “ben senin aileni araştırdım, seninki çok iyi bir aile. Sen peygamber soyundan geliyorsun” dedi. Ben de “Paşam ben Arap değilim, ben Kürdüm” dedim. “Böyle şeyleri söylemekten men ederim sizi” diye bağırmaya başladı ve benden, cezaevindeki açlık grevinin bitirilmesi için tutuklularla görüşmemi istedi ve görüştüm. Açlık grevinde ölenlerin tabutlarını daha sonra ağlayarak ben indirdim. Zaten kısa süre sonra bir gece iki hâkim büroma geldiler. “Senin hakkında yeni kararlar alındı. Bu gece Diyarbakır’ı terk et” dediler. Ben o gece Diyarbakır’ı ağlayarak terk ettim.

Avukat Hüseyin Yıldırım.

Jan 10, 2011

Birliktelik Sorunsalı ya da Ucube Meselesi

Recep Tayyip Erdoğan'ın, kendisi bir başbakan olur, Kars'taki "İnsanlık Anıtı" heykelini "ucube" demesi ve yıkılmasını istemesi tanımlaması gündeme oturdu.Bir ülkenin başbakanı olarak böyle bir terbiyesizliği yapmasının yanısıra yıkılmasını istemek gibi diktatörce bir tavır ancak Türkiye’de doğmuş-büyümüş birisinin anlayacağı bir şey olsa gerek. Bundan söz etmek istemiyorum. Bir çokları hali hazırda etmiştir edilmesi gereken sözleri. Ben asıl ara ara sorguladığım kavramı deşmeye devam edeceğim. Birlikte yaşam, birlikte varolabilme olasılıkları.

Bu ülke ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel olarak bölünmüş bölüneceği kadar demiştim daha önce. Farklılaşmış farklılaşacağı kadar. Mesele bunların üstünü örtmek, yok saymak, birini diğerine baskın kılmak falan değil. Mesele bunların birlikte varolabilmesinin koşullarının irdelenmesinin zorunluluğudur. Kürt ile Türk arasında yapay olarak yaratılmaya çalışılan KKK (Ku Klux Klan) modelli ırkçılık hakkında zaman zaman kaygılar yaşamıyor değilim ama bu salak projenin o denli de başarılı olacağına hiç mi hiç inanmıyorum doğrusu. Beni asıl düşündüren daha da köklü bir sorun olan müslümanlarla birlikte yaşama sorunu. Müslümanların kendinden farklı olana yönelik taşıdığı tahamülsüzlüğü sorunu (hoşgörü demiyorum çünkü hoşgörüde kim kimi ne adına hoş görüyor sorusu sorulduğunda ortaya çıkacak bir erk (güç) ilişkisi var.) Ve her şeyi, herkesi yargılayan o çirkin, fesat ahlakçı anlayışları. Yani müslüman olmayanlar müslümanları olduğu gibi kabul etse de müslümanların diğerlerini kabul edebilir bir ahlaksal olgunluğa sahip olup olmadıkları kaygısı alabildiğine ağırlığını koruyor ve her geçen gün de bu kaygıyı pekiştirecek örnekler yaşanıp duruyor.

Erdoğan’ın Insanlık Anıtı’na ucube demesi bir sanatsal eleştiriyi değil fesat bir ahlaksal yargıyı, bağnazlığı içerdiği kuşku götürmez bir gerçekliktir. Ve bir çoğumuzun bildiği gibi ne ilktir ne de son. Daha önce de bu ülkede sanat eserleri, heykeller, anıtlar ahlaksal bir gerekçe ile hedef gösterildi, resmi ve gayri-resmi ellerle kaldırıldı, yıkıldı ya da tahrip edildi. 

Siz bir heykele bile tahammül edemezken bir insana nasıl tahamül ediyorsunuz-edeceksiniz allah aşkına! Siz bizimle birlikte yaşayabilecek misiniz?

Jan 9, 2011

Milli Define Avı

YILDIRIM TÜRKER
09/01/2011 - Radikal


Hayaloğlu’nun sözleriyle Ahmet Kaya’nın sesi bir araya geliveriyor, bu resme bakınca: “Şu dağlarda kar olsaydım olsaydım/ Bir asi rüzgâr olsaydım olsaydım/ Arar bulur muydun beni beni/ Sahipsiz mezar olsaydım olsaydım.”
İkisi de hayatta değil. O karlı dağlarda kar, o koyaklarda asi rüzgâr olup gittiler. Bu resimde gördüğümüz de sahipsiz bir mezar değil zaten.
Hani Cumhurbaşkanımız asıl adı Norşin’i telaffuz etti diye milli unsurların kıyamet kopardığı ilçe var ya, 1999’da PKK’ye katılmak üzere oradan kalkıp Mutki’yi gelen ve bir daha izlerine rastlanmayan 9 kişinin askerler tarafından öldürüldüğünü bıkıp usanmadan dile getiren yakınlarının gayretiyle kazılıyor o askeri-milli define.
İHD Bitlis Şubesi’nin başvuruları sonucunda, Mutki Cumhuriyet Savcılığı Mutki-Kavakbaşı karayolunun 1. kilometresinde kazı çalışması başlattı. Burası jandarma karakolu yakınında, çöplük olarak kullanılan bir arazi.
İki gün süren kazı sonucu işte o karakolun çöplüğünden 12 kişinin kemikleri çıktı.
Kazı alanında ‘gözlemci’ sıfatıyla bulunan Bitlis Barosu Başkanı Avukat Enis Gül, kazının sürdüğü ilk bölgede 9 kişinin kemiklerinin net bir şekilde belli olduğunu ve kemiklerin koruma altına alındığını, diğer 3 kişiye ait kemiklerin ise üst üste gömüldükleri için birbirine karışmış vaziyette olduklarını söyledi.
Bu resmin kayda düşmesinden sonra çıkarılan kemikler karton kutulara yerleştirilecek. Bitlis Cumhuriyet Başsavcısı, Mutki Cumhuriyet Savcısı, İHD Bitlis Temsilcisi ve BDP Bitlis İl Başkanı da var fotoğrafta. Kimin kim olduğunu bilemiyorum.
Yalnız orada bir kişi daha var ki kanımca bu fotoğrafın uğultusunu arttıran, onun varlığı. Bize gizli bir noktada duran, belki de gözümüzün ilk yakaladığı leke, onunki. Savcılık tarafından koruma altında olduğu için kimliğini bilmiyor, bu fotoğraftaki hangi kişi olduğunu çıkaramıyoruz.
1999 yılında askerlerin öldürmüş olduğu 9 kişiyi tam da oraya gömen vincin kepçe operatörü.
Bu kazı sırasında kâh yol göstererek kâh kepçeyi kullanarak yardımcı olduğunu biliyoruz sadece.
O kepçe operatörü, bundan 11 yıl önce o 9 Norşinli gencin ölülerini gömmesi için askerin getirttiği bahtsız. Birazdan, yüzlerini, kollarını bacaklarını görmüş olduğu o ölülerin kemikleriyle karşılaşacak. Onu şaşırtmayacak elbet. Zaten o, 11 yıldır o mezarın sızısıyla yaşıyor.
Fotoğrafta askerler de var. 11 yıl sonra o dağın o noktasında yine askerler var. Bu askerler farklı elbet. Bunlar gömmeye değil, kazıp kendilerinden öncekilerin gömdüklerini çıkarmaya gelmişler.
Burada gördüğümüz, yüzümüze patlayan ilk toplu mezar değil.
Sözgelimi 2004 yılında da 11 cesede ait olduğu anlaşılan kemikler, 10 yılı aşkın bir süredir yerleşime kapalı olan bir bölgede, bir dere yatağında bulunmuştu. Oracıkta topluca katledilmiş olduklarına dair bulgular vardı. Gömülmemişler bile. 2003 yılının eylül ayında da Muş-Kulp karayolunun inşasında çalışan işçiler, çalışmaları sırasında insan kemikleri buldukları iddiasıyla savcılığa başvurdu. Bildiğimiz kadarıyla bir araştırma yürütülmedi. 1993 yılında Alaca Köyü’nde gözaltına alınıp kaybolan 11 köylü neredeyse unutulacaktı.
DNA testi, o kemiklerin 93’te kaybolan köylülere ait olduğunu kesinleştirdi.
Bir dere kenarında topluca kurşuna dizilmişlerdi.
O günlerde yazmıştım: “Onları kimin kurşuna dizdiğini, bu konunun araştırılmasının bile nasıl yakınlarına zulümle cezalandırıldığını, on bir hayatın, daha binlercesiyle birlikte nasıl örtbas edildiğini öğrenmek istemiyor musunuz? Geride kalanların neredeyse on üç yıldır yaşadığı acıyı yüreğimizde, aklımızda, hayatımızın yordamında bir tartmak bize bir şeyler kazandırmayacak mı, sizce? Acının konaklarında anlayabiliriz birbirimizi. Kulp’ta sürüye sayılan Kürt’le burada diriye sayılan Türk’ün aslında çok da farklı yerlerinden kanamadığını hissettiğimizde önemli bir adım atmış olacağız. Görmezden geldikçe, yeni çukurlar kazılıyor usul usul. İyi çocuklar cirit atıyor kanayan bağrımızda. Görmezden geldikçe acıların kolay hazmedildiği bu coğrafyada torunlarımıza neyin soykırım neyin katliam, neyin kıyam olduğu üstüne birbirlerini kıyasıya vatan haini diye yaftalayabilecekleri bir tarih paketi bırakıyoruz demektir.”
Bu fotoğrafa iyi bakalım. İnkâra, körlüğe karşı uyarır. Gömülenleri, yıllardır onların kemiklerine hasret yakınlarını, o vinç operatörünü, vatan hizmeti diye ana kucağından alınıp orada katliam yaptırılan, ölene dek bunun anısıyla aramızda gezecek olan erleri hatırlayalım. Sessiz kalmaya hakkımız yok.
Martin Luther King Jr. söylemişti ya: “Düşmanlarımızın sözlerini değil, dostlarımızın sessizliğini hatırlayacağız.”