Pages

Dec 20, 2013

çocukluk fotoğrafı

''Merhaba. Bu benim çocukluk fotoğrafım. Yerde uyuyan benim. O zaman 2 yaşındaydım. Yıl 1978 idi. Ben hala 2 yaşındayım. Maraş'ta doğdum. Annemin babamın adını da bilmiyorum henüz. Kendi adımı da bilmiyorum. Kimliğimi bile görmemiştim, sonradan öğrendim annem çantasında taşırmış patiklerimle beraber. Bir sabah kapıların yumruklandığını duydum. Annem gözlerimi kapattı ama elini "yapmayın!" diyerek uzattığında gördüm gelenleri. "İnsan yüzü güzeldir çirkindi bunlarınki. İnsan yüzü sıcaktır soğuktu bunlarınki. Elleri el değildi, eli andırıyordu. Gözleri göz gibiydi, bakışsızdılar. Göğüse benzer bir kafesti taşıdıkları içinde yürek yoktu. Kapıların arkasında emeklememiş, beşiklere belenmemişlerdi. Karda tipide girdiler akşam sofralarında evlerimize." Ben 1978'den beri 2 yaşındayım. Ama acılarım 100 yaşında.''

Maraş Katliamı (19-22 Aralık 1978)

Dec 16, 2013

Tuhaf

Siz tuhafı belki de
Yaprakları yedi renkli
Bir merakeş menekşesi sanıyorsunuz
Oysa tuhaf deyince ben
Bir tozlu kasabada bir tozlu tuhafiye
Cıncık boncuk helva zeytin
Krem pertev ve göztaşı
Çekoslavak kurşun kalem
Öğrencisiz sarı defter
Cetvel silgi açı ölçer
Çıplak kadın fotoğraflı aynalar
Solgun kukla iplikleri kazak şişleri
Ve kurumuş bir kaç sinek
Ve şahiçe süreyya
Ve keriman halis ece
Güzellik kraliçesi
Bir de bismillah
Bir örümcek durmadan karıştırır eski defterlerini nefretin
Beklemek olur nefret
Abdest almak olur nefret
Ve namaz kılmak
Tuhaf değil mi?
Ve sonra
Karanlık bir odaya birdenbire girince
Elimi birdenbire orama bastırırım
Sanki korurum oramı karanlıktan
sanki korumam gerekirmiş oramı karanlıktan
Tuhaf değil mi?
Alıştıra alıştıra kendimi karanlığa
Adım adım yaklaşırım yasaklar ülkesine
Ve yatarım zenci kızla
Atımın gölgesinde
Tuhaf değil mi?
Bana karpuz bıçaklatır zenci kız
Kaldırarak yıldızlara bacaklarını
Tuhaf değil mi?
Bana hep bir tuhaf gelir nedense
Bir zencinin ingilizce sayıklaması
Çünkü ben hep sanırdım ki eskiden
Sarı saçlı mavi gözlü bir çocuktur ingilizce
Onu ancak ve ancak sarı saçlı
Mavi gözlü
Ve çok dişli çocuklar sevebilir
Tuhaf değil mi?
Ne zaman çarşıda bir anne görsem
Çocuğunu arabada iteler gider
Bir kanguru uzaklardan bana el eder
Güle güle ölürüm krokodil'e
Tuhaf değil mi?
Bana bir de tuhaf gelen
Neron'ların hitler'lerin sandıktan çıkması
Seçenlerin seçilenden korkması
Rüşvetin papaz gibi girip çıkması
Suçun ülke yönetmesi örneğin
Ve zincire vurulması suçlunun
Bana hep tuhaf gelir nedense
Tuhaf da değil hatta
Bana hep komik gelir
Demokrasi oynaması bir diktatörün
Ve sırtlanın ağzında zeytin dalı tutması
Çünkü tuhaf
Bir tozlu kasabada bir tozlu tuhafiye
Sakızlar durur rafta
Üstünde besmelelerin.

Hasan Hüseyin Korkmazgil

Dec 12, 2013

bizim de bir kasabımız var marmaris’te oturur

bizim de bir kasabımız var marmaris’te oturur 
ellerinden akar hâlâ erdal’ın kanı
biraz olsun kamaşırsa kamu vicdanı 
gelin yeniden konuşalım eylül’de olanları 
marmarisli miloseviç marmarisli miloseviç
sanma ölen ölmüş geçen geçmiş 
asılanla besilen yer değiştirmiş 
marmarisli miloseviç marmarisli miloseviç 
dişlerinden dökülen eylülün kanı
bunun için söz 
bunun için şarkı 
geçici duyma bozukluğu değil 
yıllardır süren bu postal sağırlığı 
marmarisli miloseviç marmarisli miloseviç
kendinin de eylül kurbanı olduğunu bilmiyor 
hakkında pek az şey bilen 
şimdinin çocukları 
bunun için söz 
bunun için şarkı
marmarisli miloseviç marmarisli miloseviç 
adını taşıyan 
okul, cadde, bulvar ve yasalarda sürerken 
diktatör körü gözlerin apoletli karanlığı
kimse yıkayamaz ellerinden 
eylülün susmayan kanını 
marmarisli miloseviç marmarisli miloseviç 
bazen bir şarkı çözer
yıllardır kilitli çığlıkları ve tam biterken 
hatırlatır tarihin korosuna:
ömründen daha uzun bir lanete yazgılıdır 
diktatörlerin kanlı hayatı.

Murathan Mungan

Dec 11, 2013

Ne Renk?


İşkenceyi ne renk boyadın?
Ne renktir,
Dışkı yedirilen bir köylü?
Yasaklanan anadil,
Ne renkte haykırır derdini?

Mamak ne renk utanır,
Metris ne renk?
Ya Diyarbakır….
Kızıl mıdır çığlıklar?
Yanık bir mahpusun,
Ne renk inler kokusu?
Tecavüz edilen genç kızlar,
Ne renk bağırır hücrede?
17 Yaşında bir Erdal,
Ne renk yürür sehpaya?
Jopun, falakan ne renktir?
Elektriğin ne renk?
Emeği çalınan işçinin,
Ne renk kokar ekmeği?
Babası öldürülen bir çocuk,
Ne renk ağlar yıllarca?
Oğlu kayıp anaların,
Ne renk akar gözyaşı?
Emir verilen bir asker,
Ne renk vurur kardeşi?
Halktan ne renk korkarsın?
Kızıldan ne renk?
USA armalı bir postal,
Ne renk basar onura?
Ne renk çığlık atar insanlık?
Renkler emir dinler mi?
Kan damlayan fırçadan,
Tabloların ne renktir?"

Ahmet Göksoy

Nov 27, 2013

Bir Dağ Komandosu

Radikal'den ama burda da dursun




Askerliğini 1997'de Güneydoğu ve Doğu'da dağ komandosu olarak yapan T.A., intikam için köy yaktıklarını anlattı. "Yürüyen karınca bile olsa vuracaktık" diyen T.A., "köye gittiğimizde yaklaşık 100-150 kişilik bir bölüktük. İki köy evini ateşe verdik. Daha sonra evleri ağır silahla vurduk. Lav, roketatar ve havan toplarıyla atış yaparak köyü yerle bir ettik. Evlerden birinin içine girdim kimse yoktu, buzdolabını devirdim. Çok öfkeliydim" ifadesini kullandı.

1994'te Güneydoğu'da askerlik yapmış bir kişinin, faili meçhul cinayetler soruşturmasını yürüten Diyarbakır Cumhuriyet Savcısı Osman Coşkun’a, "köy yakma taburu"nda görev yaptığını itiraf etmesinin ardından, askerliğini bu bölgede yapan T.A. da, intikam almak için yakılan köyleri, su içerken PKK 'li sanılarak öldürülen, kayalıktan düşerek ölen, intihar eden ve kaza kurşunu ile vurulan askerleri anlattı.

T. A. Birgün gazetesinden Berna Şahin'e konuştu. Şahin, röportaj yaptığı T.A.'nın onca sene geçmesine rağmen yaşadığı olayları anlatırken titrediğini ve gözlerinin dolduğunu belirtiyor. Askerlik T.A.'da, psikolojik sorunların yanı sıra, en yakın arkadaşını bir operasyonda kaybettikten birkaç gün sonra vücudunu saran sedef hastalığına neden olurken; T.A.'nın kendi tabiriyle, ‘vatan sevgisi’nin en büyük armağanı ise eklem romatizması olmuş.

Röportajın tamamı şöyle:

Askerlik serüveniniz nasıl başladı?

Kayseri’de askere gitmek için can atıyorduk. Askere gitmek için yaşımı bile bir yaş büyüttüm. Eğridir Dağ Komando Çavuş Talimgâh Bölüğü’nde 75 gün eğitim aldıktan sonra Elazığ toplama merkezine geçtik. Filmlerde gördüğüm araçları ilk kez toplama merkezinden Tunceli’ye giderken gördüm. Sanki sınır dışına gidiyorduk. Çevremiz panzerler, tanklar, zırhlı araçlar vardı. Tunceli’de 4’üncü komando tugayına katıldık ve operasyona çıkmaya başladık.

Nerelerde operasyonlara gidiyordunuz?

Olay olan her yere gidiyorduk. Bingöl/Genç, Diyarbakır/Lice-Kulp, Tunceli’nin bütün ilçeleri Ovacık, Pülümür, Nazmiye, Çemişgezek, Kul deresinde sürekli operasyonlara gitmeye başladık. Karakol baskınlarında, çatışmalarda, şehit haberlerinde taburumuz bir numaraydı. Hepsine biz gönderiliyorduk.

'KÖYLÜLER YARDIM ETMEDİ'


Operasyonlarda köy yaktınız mı? Katıldığınız bu tip operasyon oldu mu?

Tunceli’nin Çiçekli ilçesinde bir kış operasyonuydu. Gece pusuya düşmüştük. Çapraz ateşe alınmıştık. Yedi arkadaşımız yaralandı ve bir arkadaşımız şehit oldu. Yaralılara ilk müdahaleyi yapmak için ışık gerekiyordu. Tepenin ardındaki köy evlerine yaralılarımızı indirdiğimizde kapılar bize açılmadı. 6-7 hanelik bir köydü. Oraların geçmişini bilmediğimiz için insanların bize neden yardım etmediğini anlayamıyorduk. Geçmişte yaşadıkları zulüm hakkında bilgimiz yoktu. Yardım etmemeleri onlara karşı kinimizi daha da artırıyordu. Zırhlı araçların gelmesini bekledik. Yaralıları taşımak zorunda kaldık. Daha sonra araçlara yaralılarımızı koyarak gönderdik.

'AĞIR SİLAHLARLA KÖYÜ YIKTIK'

Daha sonra neler oldu?

Arkadaşımızın ölmesi moralimizi bozmuştu. Tabur komutanı operasyondan 3-4 gün sonra talimat verdi. Çatışmanın olduğu tepenin arkasındaki Tunceli’nin Çiçekli ilçesinde bir köye intikam operasyonuna gidilecekti. O anki psikolojiyle gözümüz hiçbir şey görmüyordu. Herkes büyük bir tedirginlikle hazırlandı. Çok sevdiğimiz bir arkadaşımız şehit olmuştu. Yürüyen karınca bile olsa vuracaktık. Köye gittiğimizde yaklaşık 100-150 kişilik bir bölüktük. İki köy evini ateşe verdik. Evler yanmaya başladı. Daha sonra evleri ağır silahla vurduk. Lav, roketatar ve havan toplarıyla atış yaparak köyü yerle bir ettik. Ağır silahlarla köyü yıktık. Evlerden birinin içine girdim kimse yoktu, buzdolabını devirdim. Çok öfkeliydim. Sanırım operasyon yapılacağı haberi onlara gitmişti ve evleri boşaltmışlardı. Köyde kimse yoktu. Köyün yakıldığını gören köylüler daha sonra geldiler. Erkekleri toplayarak karakola götürdük. Sorguladık.

'KAZAYLA BİRBİRLERİNİ VURDULAR'

İntihar eden, kazayla ölen askerler var mıydı?

Murat 8 Operasyonu’nda birçok asker arkadaşımızın boşu boşuna öldüğünü gördüm. Kendini vuran, kayalıklardan düşen, askerin askeri vurduğu yanlış atışlar çoktu. Asker artık dayanamaz hale gelip dereye inip habersiz su almak isterken yukarıdaki birlik onları karşıdaki grup zannederek ateş etmişti. Orada 11 askerin öldüğünü gördüm. Sırtımızdaki çanta ağır olduğu için silahımızı asarak yürümek zorundaydık. Ormanlık araziden geçtiğimizde silahın emniyeti birçok kez açılıyordu. İkinci takıldığında tetik patladığında öndeki arkadaş vuruluyordu ya da bazıları silahını baston olarak kullanıyordu. Yorulduğu zaman üstüne çökerek yürüyordu. Tetiğe çantası, elbisesi, botu dokunduğu an kendini direkt vuruyordu. İki arkadaşın da dağdan düşerek öldüğüne şahit oldum.

'5 ASKERİN İNTİHARINA ŞAHİT OLDUM'

Nasıl dağdan düşerek öldüler?

Operasyonun birinde çok sivri bir tepeye çıktık. Oraya çadır kurmamız istendi ki çadır kurulması mümkün değildi. Hava soğuktu bir şekilde çadırı kurmak zorundaydık. Yapmasaydık orada sabaha kadar donarak ölürdük. Bölük halinde Sarıkamış şehitlerine dönerdik. Orada bir arkadaşın ayağı kaydı bir anda ve kayalıklardan yuvarlanarak öldü. Artık ona şehit mi dendi operasyon zayiatımı dendi bilemiyorum. 5 arkadaşımızın intihar ettiğine şahit oldum. Sonuçta 75 günlük eğitimle Doğu’ya gidiyorsun. O da orada direnmene yetmiyor.

O dağın tepesinde kayanın üstünde ne işim var dediğiniz oluyor muydu?

Sorgulamalar askerden döndükten sonra başlıyor. Ancak bazen sorguladığım anlar oluyordu. Bir amaç için çıkıyorsun ama hiçbir şey yok. Sonuçta gördüğün halde bile çoğu zaman ateş ettirmiyorlardı. Operasyonlarda öncü olduğum için çelik yelek ve gece görüş dürbünü bendeydi. Bazı operasyonlarda gece PKK militanlarını gördüğümüz halde ateş etmemize izin verilmemesi bizi şaşırtıyordu. O dağa ne için çıktığımızı sorguluyorduk.

'PKK'LI KILIĞINDA DOLAŞTIK'

Ankara’dan silah ve gerilla kıyafeti geldiğini söylediniz, olay nasıl gelişti? Bu kıyafetleri ve silahları ne yaptınız?

Hangi köylerin nasıl davrandığını ölçmek için PKK kılığında 10’ar kişilik gruplara dağılarak geziyorduk. Üsse döndüğümüzde ise köylülerin neler yaptığını bize nasıl davrandıklarını rapor halinde sunuyorduk.

Hangi operasyonda ve nasıl yaralandınız?

Tunceli’nin Ovacık bölgesindeydik. Saatlerce yol yürüdük ancak yürürken mayın dedektörünü açtırmadılar. Bize, “Gerek yok” dediler. Hâkim tepeye askerleri yerleştirirken son mevziiydi. Termal kamera olan bir arkadaş ve yanında yardımcı badisi vardı. Onlara, “Siz de bu mevziye geçin” dedim. Termalci arkadaş mevziye girer girmez 4 kişi havaya uçtuk. Nasıl oldu anlamadım sadece bir alev topu gördüm. Farklı farklı yerlere uçtuk. Onlar çığlık atıyorlardı, yaraları ağırdı. Bendeki hafifti, ayağımdan bir parça koptu. Daha sonra Skorski helikopter geldi bizi Elazığ’a naklettiler. Hastanede mayına basan arkadaşımız şehit oldu. Saat 5 gibi diğer arkadaşımız şehit oldu. 15 günlük asker vardı, onu görmek istedim, onun bulunduğu odaya gittim. Gözleri filan tamamen çıkmıştı. Nasılsın koçum diye sordum, “Çavuşum Allahıma şükürler olsun nasip oluyor” dedi. Son söylediği kelime buydu, 25 dakika sonra o da şehit oldu. Üçü de öldü. Ben onlar kadar şanslı değildim.

'ÖLÜME GİDEN HEP ERLERDİ'

Ölen kişiler arasında rütbeliler oluyor muydu? Yoksa daha çok erler miydi?

Mümkün değil. Ön planda ölüme giden her zaman erlerdir. Erler de bilinçsiz, bilgisi yok. Yaptıkları eğitim “yat, kalk, yerde sürün” o kadar.

Yıllardır oradaki savaşta bir tane bakanın, milletvekilinin üst düzey birinin çocuğunun ölmemesi dikkat çekici değil mi?

Askerlik boyunca milletvekili veya vali, kaymakam çocuğunun orada öldüğünü hiç duymadım. Orada olan kişiler Anadolu çocuğu, içinde saf vatan sevgisi olan insanların bu duyguları kullanıldı. Bunu da medya ve basın yoluyla yaptılar.

Medyayı neden çok suçluyorsunuz?

Çünkü televizyonlarda ve gazetelerdeki haberlerle doğunun insanı batıya terörist olarak yansıtılıyordu. Yanlışlıkla bir silah patlasa akşam haber izlendiğinde bütün Diyarbakır bir olmuş Türk askeriyle savaşıyor gibi haber yapılıyordu. “Diyarbakır’da çatışmada 3 asker şehit oldu, 10 PKK’lı öldürüldü” gibi bir başlık atıyorlar. Haberin içeriğine girdiğinde Diyarbakır’ın Bismil ilçesinin Ahmetli köyünün bilmem ne kırsalı diye açılım yapılıyor. Diyarbakır’la, Bingöl’le, Tunceli’yle alakası olmayan kırsallar buraları. Medyanın yanlış yansıtması batıdakileri körleştirdi. Batıdaki insanın körleşmesi de Kürt düşmanlığına yol açıyordu. Türk milleti olarak kulaktan duyma şeylere çabuk inanırız ve ona göre ön yargılı hareket ederiz. İnsanlar sadece duyduğu haberlere yorum yapıyor hareket ediyor. Haberin doğruluğu sorgulanmıyor. Bu yüzden ölen insanların kanından medya da sorumlu. Oradaki askerlerin psikolojisi kötü olmasına rağmen bu televizyonlara yansıtılmıyordu. Sadece ezberlediğimiz tek bir şey vardı "vatan-namus" her şey bunun için yapılıyor. Ne olup bittiğinin farkında değildik.

GERÇEK ŞEHİT KİMDİ?

Ne olup bitiyordu?

Bize teslim olan kadın gerilla, “Siz benim hızımın onda birine yetişemezsiniz. Acemi birliğinde 60-70 günlük bir eğitimle geliyorsunuz, biz yıllardır buralardayız” diyerek bizimle dalga geçiyordu. Daha sonra bize silah sakladıkları bir yeri gösterdi. Oradan 12 silah çıkartmıştık. Mağaralarda çok şeyler oluyor, hepsi askeri lojman gibi. Mağaradan bilgisayar, yazıcı, operasyon talimatları çıkarttık. Hangi tarihte hangi karakollara, nerelere baskın yapılacağı detaylı şekilde yazıyordu. Bu mağaralardan birinde elime bir gerilla günlüğü geçti, alıp sakladım. Günlüğü okuduktan sonra onların da bir dava için oralarda çarpıştığını anladım. Onlar da kendi ölülerine şehit diye hitap ediyorlardı. Kendi ölülerini operasyonlardan sonra mutlaka alıp götürüyorlardı. Günlüğün birkaç satırı aklımda, “Düşman kuvvetleri tanklarıyla toplarıyla gelseler de biz yine gelip şehitlerimizin kanını alacağız” yazıyordu. Biz askerimizi kaybettiğimizde şehit diyoruz, onlar da kendi ölülerine şehit diyorlar. Burada gerçek şehit kimdi? Bence iki tarafta da şehit yoktu. Çünkü ölenle öldürülen Ahmet ile Mehmet, bu kavramda şehitlik kavramı benim fikrimle uyuşmuyor.

En baştan bu ölümler engellenebilir miydi? Sizce neden engellenmedi?

Batı’da acemi birliğinde bize eğitim yaptıran en alt rütbeli uzman çavuş 425 TL maaş alırken Güneydoğu’da operasyonlara katılan bir uzman çavuş 1.275 TL maaş alıyor. Yani 3 katı. Orayı OHAL bölgesinden çıkartmak istemiyorlardı. Birçok operasyon boşa yapılıyordu. Verilen onca kumanya boşa gidiyordu. Bunların hepsi devlete zarardı. İsteselerdi yüzde yüz engellenirdi. Birileri bu savaşın sürmesini istedi. Birileri askerlerin ve Doğu’nun yani Kürtlerin ölmesini istedi. İstenmeseydi bu barış süreci yıllar önce olurdu. Sadece operasyonlara çıktığımızda kaza kurşunuyla giden yani 70 kuruşluk bir mermiyle ölen insanların hesabını kim nasıl verecek bilmiyorum. Hepsi boş. Şu anda 30 bin üzerinde insan öldü. Faydalı olan bir tarafı gösterin bana kime ne faydası oldu?

'TEKMELENEN ÇOCUKLAR BÜYÜDÜ'

Askere giderken içinizde var olan kin ve nefret ne kadar sürdü?

Doğuya karşı olan kinim nefretim askerden geldikten 10 yıl sonra bitti. Gece gerilladan çekiyorlardı gündüz askerden çekiyorlardı. Oranın halkı arada kalmış kişilerdi. İkisine de yardım etmediği sürece zorluklarla karşılaşacaktı. Düşünün, evinizde çocuklarınızla oturuyorsunuz. Ailenizle eşinizle çocuklarınızla sofra başında yemek yiyorsun. Kapıya bir tekme geliyor. Kapı kırılıyor içeriye 3-5 tane özel harekât giriyor. Ve seni ayağa kaldırıyor suratına tükürüyor, küfrediyor, tokat vuruyor. Bunu gören çocuklar askeri sever mi nefret mi eder? İşte o sofradaki çocukları anlamak ve onlarla empati kurmak gerekiyor. İşte o çocuklar şimdi büyüdü. Sofrayı tekmeleyen polise, askere karşı o çocukların sevgi taşıması nasıl beklenir? Oradaki insanlara hak veriyorum çünkü çektikleri zulüm çok büyük aynı zulümün yarısını batıdaki insanlara çektirmeye çalışsan Türkiye ’de iç savaş çıkar. Batıdaki insanlar hep rahat. Ama doğunun insanı bu zulmü birebir yaşıyor.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Gençliğim boyunca komando olmayı hayal ettim. Doğu’ya gitmeyi ve orada savaşmayı hayal ettim. Sürekli medyadan duyduğumuz şeylerle televizyonlarda izlediğimiz görüntülerle kendimizi adapte ettik. Gerçekleri görerek hareket etmedik. Şunu merak ediyorum, ben Türküm sen Kürtsün şu an seninle sohbet ediyoruz, Türkiye bir başka ülkeyle savaşa girdiğinde acaba hangimiz terk edeceğiz bu ülkeyi? Sen mi? Ben mi? Kürt mü? Türk mü? Hangimiz? Eminim ki ikimiz de düşmana karşı aynı mevzide çatışacağız.

Nov 25, 2013

SİMAVNE KADISI OĞLU ŞEYH BEDRETTİN DESTANI



Darülfünün İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisi Mehemmed Şerefeddin Efendinin 1925-1341 senesinde Evkafı İslâmiye Matbaasında basılan «Simavne Kadısı oğlu Bedreddin» isimli risalesini okuyordum. Risalenin altmış beşinci sayfasına gelmiştim. Cenevizlilere sırkâtip olarak hizmet eden Dukas, tarihi kelâm müderrisinin bu altmış beşinci sayfasında diyordu ki:

«O zamanlarda İyonyen körfezi medhalinde kâin ve avam lisanında Stilaryum - Karaburun tesmiye edilen dağlık bir memlekette âdi bir Türk köylüsü meydana çıktı. Stilaryum Sakız adası karşısında kâindir. Mezkûr köylü Türklere vaiz ve nesayihte bulunuyor ve kadınlar müstesna olmak üzere erzak, melbûsat, mevaşi ve arâzi gibi şeylerin kâffesinin umumun mâli müştereki addedilmesini tavsiye ediyor idi.»

Stilaryumdaki âdi Türk köylüsüsün vaız ve nasihatlarını bu kadar vuzuhla anlatan Cenevizlilerin sırkâtibi, siyah kadife elbisesi, sivri sakalı, sarı uzun merasimli yüzüyle gözümün önüne geldi. Simavne Kadısı oğlu Bedreddinin en büyük müridine, Börklüce Mustafaya «âdi» demesi, her iki manasında da, beni güldürdü. Sonra birdenbire risalenin müellifi Mehemmed Şerefeddin Efendiyi düşündüm. Risalesinde Bedreddinin gayesinden bahsederken, «Erzak, mevâşi ve arâzi gibi şeylerin umumî mali müşterek addedilmesini tavsiye eden Börklücenin kadınları bundan istisna etmesi bizce efkârı umumiyyeye karşı ihtiyar etmiş olduğu bir takiyye ve tesettürdür. Zira vahdeti mevcûda kail olan şeyhinin Mustafaya bunu istisna ettirecek bir dersi hususiyet vermediği muhakkaktır,» diyen bu tarihi kelâm müderrisini asırların üstüne remil atıp insanların zamirini keşfetmekte yedi tulâ sahibi buldum. Ve Marksla Engelsten iki cümle geldi aklıma: «Burjuva için karısı alelâde bir istihsal âletidir. Burjuvazi, istihsal âletlerinin içtimaileştirileceğini duyunca tabiatiyle bundan içtimaileştirilmenin kadınlara da teşmil edileceği neticesini çıkarıyor.»

Burjuvazinin modern amele sosyalizmi için düşündüğünü, Darülfünün İlâhiyat Fakültesi müderrisi de Bedreddinin kurunu vüstaî köylü sosyalizmi için neden düşünmesin? İlâhiyat bakımından kadın mal değil midir?

Risaleyi kapadım. Gözlerim yanıyordu amma uykum yoktu. Başucumdaki çiviye asılı şimendifer marka saata baktım. İkiye geliyor. Bir cıgara. Bir cıgara daha. Koğuşun sıcak, durgun, ağır kokulu bir su birikintisine benziyen havasında dolaşan sesleri dinliyorum. Benden başka yirmi sekiz insanı ve terli çimentosuyla koğuş uyuyor. Kulelerdeki jandarmalar yine bu gece düdüklerini daha sık, daha keskin öttürüyorlardı. Bu düdük sesleri ne zaman böyle deli bir sirayetle, belki de hiç sebepsiz, telaşlansalar ben kendimi karanlık bir gece batan bir gemide sanırım.

Üstümüzdeki koğuştan idamlık eşkıyaların zincir sesleri geliyordu. Evrakları temyizde. Yağmurlu bir akşam kararı giyip döndüklerinden beri hep böyle sabahlara kadar demirlerini şakırdatıp dolaşıyorlar.

Gündüzleri arka avluya çıkarıldığımız vakit kaç defa onların pencerelerine baktım. Üç insan. İkisi sağdaki pencerenin içinde oturur, birisi soldaki pencerede. İlk yakalanıp arkadaşlarını ele veren bu tek başına oturanmış. En çok cıgara içen de o.

Üçü de kollarını pencerelerin demirlerine doluyorlar. Oldukları yerden denizi, dağları çok iyi görebildikleri halde onlar hep aşağıya, avluya, bize, insanlara bakıyorlar.

Seslerini hiç işitmedim. Bütün hapishane içinde bir kerre olsun türkü söylemiyen sade onlardır. Ve hep böyle yalnız geceleri konuşan zincirleri birdenbire bir sabah karanlığında susarsa, hapishane bilecek ki, dışardaki şehrin en kalabalık meydanında göğüsleri yaftalı üç beyaz uzun gömlek sallanmıştır.

Bir aspirin olsa. Avuçlarımın içi yanıyor. Kafamda Bedreddin ve Börklüce Mustafa. Kendimi biraz daha zorlıyabilsem, başım böyle gözlerimi bulandıracak kadar ağrımasa, çok uzak yılların kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, kırbaç sesleri, kadın ve çocuk çığlıkları içinde iki ışıklı ümit sözü gibi Bedreddinle Mustafanın yüzlerini görebileceğim.

Gözüme, demin kapatıp çimentoya bıraktığım risale ilişti. Yarısı güneşten solmuş vişne çürüğü bir kapağı var. Kapakta, üstünlü esreli sülüs bir yazıyla risalenin adı bir tuğra gibi yazılı. Kapağın içinden sararmış sayfa yapraklarının yırtık kenarları çıkıyor. Bu İlâhiyat Fakültesi müderrisinin sülüs yazısından, kamış kaleminden, dividinden ve rıhından Bedreddinimi kurtarmak lâzım, diye düşünüyorum. Aklımda İbni Arabşahtan, Âşıkpaşazâdeden, Neşriden, İdrisi Bitlisiden, Dukastan ve hattâ Şerefeddin Efendiden okuya okuya ezberlediğim satırlar var:

«Şeyh Bedreddinin tevellüdü 770 etrafında olmak lâzım geleceğini kuvvetle tahmin etmek mümkündür.»

«Tahsilini Mısırda ikmâl etmiş olan Şeyh Bedreddin senelerce burada kalmış ve hiç şüphesiz bu muhitte büyük bir kuvveti ilmiyeye mazhar olmuş idi.»

«Mısırdan Edirneye avdetinde ebeveynini burada berhayat bulmuş idi.»

«Kendisinin buraya vürudu peder ve validesini ziyaret maksadile olabileceği gibi bu şehirde tasaltun etmiş olan Musa Çelebinin daveti vakıasile olmak ihtimali de vardır.»

«Çelebi Sultan Mehmet kardeşlerine galebe ile vaziyete hâkim olunca Şeyh Bedreddini İznikte ikamete memur eylemiş idi.»

«Şeyh burada itmam etmiş olduğu Teshil mukaddemesinde "...Kalbimin içindeki ateş tutuşuyor. Ve günden güne artıyor, o surette ki kalbim demir de olsa selâbetine rağmen eriyecek..." demektedir.»

«Şeyhi İznike serdiklerinde kethüdası Börklüce Mustafa Aydın eline vardı. Andan göçtü Karaburuna vardı.»

«Diyordu ki: "Ben senin emlâkine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlâkime aynı suretle tasarruf edebilirsin." Köylü avam halkı bu nevi sözlerle kendi tarafına celp ve cezb ettikten sonra hırıstiyanlar ile dostluk tesisine çalıştı. Çelebi Sultan Mehmedin Sarohan valisi Sisman bu sahte rahibe karşı hareket ettiyse de Stilaryumun dar geçitlerinden ileriye geçmeğe muvaffak olamadı.»

«Simavne kadısı oğlu işitti kim Börklücenin hali terakki etti, o dahi İznikten kaçtı. İsfendiyara vardı. İsfendiyardan bir gemiye binip Eflak eline geçti. Andan gelip Ağaçdenizine girdi.

«Bu esnada müşarünileyhin halifesi Mustafanın Aydın elinde avazeyi huruç ve fesat ve ilhadı Sultan Mehemmed'in kulağına vâsıl oldu. Derhal Rumiyei suğra ve Amesye Padişahı olan Şehzade Sultan Muradın ismine hükmü hümayün sadır oldu ki Anadolu askerlerini cem ile mülhid Mustafanın def'ine kıyam eyliye. Ve mükemmel asker ve teçhizat ile Aydın elinde anın başına ine...»

«Mustafa, on bine yakın müfsit ve mülhid müritlerinden olan asker ile şehzadeye mükabeleye kıyam eylediler.»

«Mübalega cenk olundu.»

«Bir çok kan döküldükten sonra tevfiki ilâhi ile o leşkeri ilhad mağlub oldu.»

«Sağ kalanlar Ayasluğa getirildiler. Börklüceye tatbik olunan en müthiş işkenceler bile onu fikri sabitinden çeviremedi. Mustafa bir deve üzerinde çarmıha gerildi. Kolları yekdiğerinden ayrı olarak bir tahta üzerine çivilendikten sonra büyük bir alay ile şehirde gezdirildi. Kendisine sadık kalan mahremanı Mustafanın gözü önünde katledildi. Bunlar "Dede Sultan iriş" nidalarile mütevekkilâne ölüme tevdii nefs ettiler.»

«Ahir Börklüceyi paraladılar ve on vilâyeti teftiş ettiler, gideceklerin giderdiler bey kullarına timar verdiler. Bayezid Paşa yine Manisaya geldi Torlak Kemali anda buldu. Anı dahi anda astı.»

«Bu esnada Ağaçdenizindeki Bedreddinin hali terakkide idi. Her taraftan birçok halk yanına toplandılar. Bilumum halkın kendisiyle birleşmesine remak kalmış idi. Bundan dolayı Sultan Mehemmedin bizzat hareketi icab etti.

«Ve Bayezid Paşanın teklifiyle bazı kimseler Kadı Bedreddinin silki mütabaatına ve müritliğine dahil oldular. Ve birkaç tedbir ile orman içinde derdest edip bağladılar...

«Sirozda Sultan Mehemmede getirdiler. Acemden henüz gelmiş bir danişmend var idi. Mevlâna Hayder derlerdi. Sultan Mehemmed yanında olurdu. Mevlâna Hayder etti "şeran bunun katli helâl amma mali haramdır."

«Andan Simavne Kadısı oğlunu pazara iletip bir dükkân önünde berdar ettiler. Bir nice günden sonra cünüb müritlerinden birkaçı gelip anı andan aldılar. Şimdi dahi ol diyarda müritleri vardır.»

Başım çatlıyacak gibi. Saate baktım. Durmuş. Yukardakilerin zincir şakırtıları biraz yavaşladı. Yalnız birisi dolaşıyor. Herhalde o tek başına soldaki pencerede oturandır.

İçimde bir Anadolu türküsü dinlemek ihtiyacı var. Bana öyle geliyor ki, şimdi yolparacılar koğuşundan yine o yayla türküsünü söylemeğe başlasalar başımın ağrısı bir anda diniverecektir.

Bir cıgara daha yaktım. Eğildim. Çimentonun üstünden Mehemmed Şerefeddin Efendinin risalesini aldım. Dışarda rüzgâr çıktı. Penceremizin altındaki deniz, zincir ve düdük seslerini kapatarak homurdanıyor. Penceremizin altı kayalık olacak.



Kaç defa oraya, denizle duvarımızın birleştiği yere bakmak istedik. Fakat imkânı yok. Pencerenin demir çubukları çok dar. İnsan başını dışarı çıkaramıyor. Ve biz burada denizi ancak ufuk halinde görebiliyoruz.

Benim yatağımın yanında tornacı Şefiğin yatağı vardı. Şefik bir şeyler mırıldanarak uykusunda döndü. Karısının gönderdiği gelinlik yorganı kaydı. Örttüm.

İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisinin altmış beşinci sayfasını açtım yine.. Cenevizlilerin sırkâtibinden bir iki satır ancak okumuştum ki başımın ağrıları içinde kulağıma bir ses geldi. Bu ses:

— Gürültü etmeksizin denizin dalgalarını aşarak senin yanında bulunuyorum, diyordu.

Döndüm. Denizin üstündeki pencerenin arkasında birisi var. Konuşan o:

«— Cenevizlilerin sırkâtibi Dukasın yazdıklarını unuttun mu? Sakız adasında Turlut tesmiye olunan manastırda ikamet eden Giritli bir keşişten bahsettiğini hatırlamıyor musun? Ben, yani Börklüce Mustafanın "dervişlerinden biri" bu Giritli keşişe de böyle baş açık, ayaklarım çıplak ve yekpare bir libasa bürünmüş olarak denizin dalgalarını aşıp gelmez miydim?»

Pencerenin demirleri dışında hiçbir yere tutunmasına imkân olmadan böyle boylu boyunca durup bu sözleri söyleyene baktım. Gerçekten de dediği gibiydi. Yekpare libası aktı.

Şimdi, yıllarca sonra, ben bu satırları yazarken İlâhiyat Fakültesi müderrisini düşünüyorum. Şerefeddin Efendi öldü mü, sağ mı, bilmiyorum. Fakat eğer sağsa ve bu yazdıklarımı okursa benim için: «Gidi hain, diyecektir, hem maddiyundan olduğunu iddia eder, hem de Giritli keşiş gibi, üstüne üstlük aradan asırlar geçmiş iken, Börklücenin denizleri sessizce aşan müridiyle konuştuğundan dem vurur.»

Tarihi kelâm üstadının bu sözleri söyledikten sonra atacağı ilâhi kahkakayı da duyar gibi oluyorum.

Fakat zarar yok. Hazret kahkahasını atadursun. Ben maceramı anlatayım.

Başımın ağrısı birdenbire dindi. Yataktan çıktım. Penceredekine doğru yürüdüm. Elimden tuttu. Benden başka yirmi sekiz insanı ve terli çimentosuyla uyuyan koğuşu bıraktık. Birdenbire kendimi o bir türlü göremediğimiz, denizle duvarımızın birleştiği yerde, kayaların üstünde buldum. Börklücenin müridiyle yan yana karanlık denizin dalgalarını sessizce aşarak yılların arkasına, asırlarca geriye, sultan Gıyaseddin Ebülfeth Mehemmed bin ibni Yezidülkirişçi, yahut sadece Çelebi Sultan Mehmet devrine gittik.

Ve işte size anlatmak istediğim macera bu yolculuktur. Bu yolculukta gördüğüm ses, renk, hareket, şekil manzaralarını parça parça ve çoğunu — eski bir itiyat yüzünden —- bir çeşit uzunlu kısalı satırlar ve arasıra kafiyelerle tesbit etmeğe çalışacağım. Şöyle ki:





1.

Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,

duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,

gümüş ibriklerde şarap,

bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.

Öz kardeşi Musayı ok kirişiyle boğup

yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak

Çelebi Sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi.

Çelebi hünkâr idi amma

Âl Osman ülkesinde esen

bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi.

Köylünün göz nuru zeamet

alın teri timar idi.

Kırık testiler susuz

su başarında bıyık buran sipahiler var idi.

Yolcu, yollarda topraksız insanın

ve insansız toprağın feryadını duyar idi.

Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar

köpüklü atlar kişner iken

çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi

tarumar idi.

Velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi,

ahüzar idi.





2.

Bu göl İznik gölüdür.

Durgundur.

Karanlıktır.

Derindir.

Bir kuyu suyu gibi

içindedir dağların.

Bizim burada göller

dumanlıdırlar.

Balıklarının eti yavan olur,

sazlıklarından ısıtma gelir,

ve göl insanı

sakalına ak düşmeden ölür.

Bu göl İznik gölüdür.

Yanında İznik kasabası.

İznik kasabasında

kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü.

Çocuklar açtır.

Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.

Ve delikanlılar türkü söylemez.

Bu kasaba İznik kasabası.

Bu ev esnaf mahallesinde bir ev.

Bu evde

bir ihtiyar vardır Bedreddin adında.

Boyu küçük

sakalı büyük

sakalı ak.

Çekik çocuk gözleri kurnaz

ve sarı parmakları saz gibi.

Bedreddin

ak bir koyun postu üstüne

oturmuş.

Hattı talik ile yazıyor

«Teshil»i.

Karşısında diz çökmüşler

ve karşıdan

bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona.

Bakıyor:

Başı tıraşlı

kalın kaşlı

ince uzun boylu Börklüce Mustafa.

Bakıyor:

kartal gagalı Torlak Kemâl..

Bakmaktan bıkıp usanmayıp

bakmağa doymıyarak

İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar..





3.

Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır.

Ve gölde ipi kopmuş

boş bir balıkçı kayığı

bir kuş ölüsü gibi

suyun üstünde yüzüyor.

Gidiyor suyun götürdüğü yere,

gidiyor parçalanmak için karşı dağlara.

İznik gölünde akşam oldu.

Dağ başlarının kalın sesli sipahileri

güneşin boynunu vurup

kanını göle akıttılar.

Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır,

bir sazan balığı yüzünden

kaleye zincirlenen balıkçının kadını.

İznik gölünde akşam oldu.

Bedreddin eğildi suya

avuçlayıp doğruldu.

Ve sular

parmaklarından dökülüp

tekrar göle dönerken

dedi kendi kendine:

«— O âteş ki kalbimin içindedir

tutuşmuştur

günden güne artıyor.

Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna

eriyecek yüreğim...



Ben gayrı zuhur ve huruç edeceğim!

Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.

Ve kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip

biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını

iptâl edeceğiz...»



Ertesi gün

gölde kayık parçalanır

kalede bir baş kesilir

kıyıda bir kadın ağlar

ve yazarken

Simavneli «Teshil»ini

Torlak Kemâlle Mustafa

öptüler

şeyhlerinin elini.

Al atların kolanını sıktılar.

Ve İznik kapısından

dizlerinde çırılçıplak bir kılıç

heybelerinde el yazma bir kitapla çıktılar...

Kitaplarının adı:

«Varidat»dı.





4.

Börklüce Mustafa ile Torlak Kemâl, Bedreddinin elini öpüp atlarına binerek biri Aydın, biri Manisa taraflarına gittikten sonra ben de rehberimle Konya ellerine doğru yola çıktım ve bir gün Haymana ovasına ulaştığımızda

Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş

Aydın elinde Karaburunda.

Bedreddinin kelâmını söylemiş

köylünün huzurunda.

Duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup

piri pâk olsun diye,

on beş yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti,

ağalar topyekün kılıçtan geçirilip

verilmiş ortaya hünkâr beylerinin timarı zeameti.»

Duyduk ki...

Bu işler duyulur da durmak olur mu?

Bir sabah erken,

Haymana ovasında bir garip kuş öterken,

sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik.

«Varalım,

dedik.

Görelim,

dedik.

Yapışıp

sapanın

sapına

şol kardeş toprağını biz de bir yol

sürelim, dedik.»

Düştük dağlara dağlara,

aştık dağları dağları...

Dostlar,

ben yolculuk etmem bir başıma.

Bir ikindi vakti can yoldaşıma

dedim ki: geldik.

Dedim ki: bak

başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe

bir adım geride ağlayan toprak.

Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,

kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.

Saz sepetlerde oynıyan balıkları gör:

ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır

ve körpe kuzu eti gibi aktır

yumuşaktır etleri.

Dedim ki bak,

burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi

bereketli.

Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak..





5.

Arkamızda hünkârın ve hünkâr beylerinin timar ve zeametli topraklarını bırakıp Börklücenin diyarına girdiğimizde bizi ilk karşılayan üç delikanlı oldu. Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpâre ak libaslıydılar. Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu vardı. Vaktiyle Musanın dinindenmiş. Şimdi Börklüce yiğitlerinden.

İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü. Sakızlı Rum bir gemiciymiş. O da Börklüce müritlerinden.

Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu. Şimdi düşünüyorum da, onu, yolparacılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyliyen Hüseyine benzetiyorum. Yalnız Hüseyin Erzurumluydu. Bu Aydınlıymış.

İlk sözü söyliyen Aydınlı oldu:

— Dost musunuz düşman mı? dedi. Dost iseniz hoşgeldiniz. Düşman iseniz boynunuz kıldan incedir.

— Dostuz, dedik.

Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi Sismanın ordusunu, yani toprakları tekrar hünkâr beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler Karaburunun dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir.

Yine, o yolparacılar koğuşunda yatan Hüseyin'e benziyeni dedi ki:

— Buradan ta Karaburunun dibindeki denize dek uzayan kardeş soframızda bu yıl incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla suladık da ondandır.

Müjde büyüktü. Rehberim:

— Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddine iletelim, dedi.

Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastası da alıp ve ancak eşiğine bastığımız kardeş toprağını bırakarak tekrar Âl Osman oğullarının karanlığına daldık.

Bedreddini İznikte, göl kıyısında bulduk. Vakit sabahtı. Hava ıslak ve kederliydi.

Bedreddin.

— Nöbet bizimdir. Rumeline geçek, dedi.

Gece İznikten çıktık. Peşimizi atlılar kovalıyordu. Karanlık, onlarla aramızda duvar gibiydi. Ve bu duvarın arkasından nal seslerini duyuyorduk. Rehberim önden gidiyor, Bedreddinin atı benim al atımla Anastasınki arasındaydı. Biz üç anaydık. Bedreddin çocuğumuz Ona bir kötülük edecekler diye içimiz titriyordu. Biz üç çocuktuk. Bedreddin babamız. Karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri yaklaşır gibi oldukça Bedreddine sokuluyorduk.

Gün ışığında gizlenip, geceleri yol alarak İsfendiyara ulaştık. Oradan bir gemiye bindik.


6.

Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar

ve bir yelkenli vardı.

Bir gece bir denizde bir yelkenli

yapyalnızdı yıldızlarla.

Yıldızlar sayısızdı.

Yelkenler sönüktü.

Su karanlıktı

ve göz alabildiğine dümdüzdü.

Sarı Anastasla Adalı Bekir

hamladaydılar.

Koç Salihle ben

pruvada.

Ve Bedreddin

parmakları sakalına gömülü

dinliyordu küreklerin şıpırtısını.

Ben:

— Ya! Bedreddin! dedim,

uyuklıyan yelkenlerin tepesinde

yıldızlardan başka bir şey görmüyoruz.

Fısıltılar dolaşmıyor havalarda.

Ve denizin içinden

gürültüler duymuyoruz.

Sade bir dilsiz, karanlık su,

sade onun uykusu.

Ak sakalı boyundan büyük küçük ihtiyar

güldü,

dedi:

— Sen bakma havanın durgunluğuna

derya dediğin uyur uyur uyanır.

Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar

ve bir yelkenli vardı.

Bir gece bir yelkenli geçip Karadenizi

gidiyordu Deliormana

Ağaçdenizine...

7.

Bu orman ki Deliormandır gelip durmuşuz

demek Ağaçdenizinde çadır kurmuşuz.

«Malûm niçin geldik,

malûm derdi derunumuz» diye

her daldan her köye bir şahin uçurmuşuz.

Her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş.

Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp

reaya zinciri bırakıp gelmiş.

Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil

kol kol Ağaçdenizine akıp gelmiş...

Bir kızılca kıyamet!

Karışmış birbirine

at, insan, mızrak, demir, yaprak, deri,

gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri.

Ne böyle bir âlem görmüşlüğü vardır,

ne böyle bir uğultu duymuşluğu var

Deliorman deli olalı beri....

8.

Anastası Deliormanda Bedreddinin ordugâhında bırakıp ben ve rehberim Geliboluya indik. Bizden önce buradan denizi yüzerek geçen olmuş. Galiba bir dildâde yüzünden. Biz de denizi yüzerek karşı kıyıya vardık. Lâkin bizi bir balık gibi çevik yapan şey bir kadın yüzünü ay ışığında seyretmek ihtirası değil, İzmir yoluyla Karaburuna, bu sefer şeyhinden Mustafaya haber ulaştırmak işiydi.

İzmire yakın bir kervansaraya vardığımızda, padişahın on iki yaşındaki oğlunun elinden tutan Bayezid Paşanın Anadolu askerlerini topladığını duyduk.

İzmirde çok oyalanmadık. Şehirden çıkıp Aydın yolunu tutmuştuk ki bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya serinlesin diye karpuz salmış dinlenen ve sohbet eden dört çelebiye rastladık. Her birinin üstünde başka çeşit libas vardı. Üçü kavukluydu, birisi fesli. Selâm verdiler. Selâm aldık. Kavuklulardan birisi Neşrî imiş. Dedi ki:

— Halkı ibahet mezhebine davet eden Börklücenin üzerine Sultan Mehemmed Bayezid Paşa'yı gönderir.

Kavuklulardan ikincisi Şükrüllah bin Şihâbiddin imiş. Dedi ki:

— Bu sofinin başına birçok kimseler toplandı. Ve bunların dahi şer'i Muhammediye muhalif nice işleri âşikâr oldu.

Kavuklulardan üçüncüsü Âşıkpaşazâde imiş. Dedi ki:

- Sual: Ahir Börklüce paralanırsa imanla mı gidecek, imansız mı?

- Cevap: Allah bilir anın çünkim biz anın mevti halini bilmezüz..

Fesli olan çelebi İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisiydi. Yüzümüze baktı. Gözlerini kırpıştırarak kurnaz kurnaz gülümsedi. Bir şey demedi.

Biz hemen atlarımızı mahmuzladık. Ve bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya saldıkları karpuzları serinletip sohbet edenleri nallarımızın tozları arkasında bırakarak Aydına, Karaburuna, Börklücenin yanına vardık.


9.

Sıcaktı.

Sıcak.

Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı

sıcak.

Sıcaktı.

Bulutlar doluydular,

bulutlar boşanacak

boşanacaktı.

O, kımıldanmadan baktı,

kayalardan

iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.

Orda en yumuşak, en sert

en tutumlu, en cömert,

en

seven,

en büyük, en güzel kadın:

TOPRAK

nerdeyse doğuracak

doğuracaktı.

Sıcaktı.

Baktı Karaburun dağlarından O

baktı bu toprağın sonundaki ufka

çatarak kaşlarını :

Kırlarda çocuk başlarını

Kanlı gelincikler gibi koparıp

çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde

beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp.

Bu gelen

Şehzade Murattı.

Hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki Şehzade Muradın

ismine

Aydın eline varıp

Bedreddin halifesi mülhid Mustafanın başına ine.

Sıcaktı.

Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,

baktı köylü Mustafa.

Baktı korkmadan

kızmadan

gülmeden.

Baktı dimdik

dosdoğru.

Baktı O.

En yumuşak, en sert

en tutumlu, en cömert,

en

seven,

en büyük, en güzel kadın :

TOPRAK

nerdeyse doğuracak

doğuracaktı.

Baktı.

Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar.

Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu

fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla.

Oysaki onlar bu toprağı,

bu kayalardan bakanlar, onu,

üzümü, inciri, narı,

tüyleri baldan sarı,

sütleri baldan koyu davarları,

ince belli, aslan yeleli atlarıyla

duvarsız ve sınırsız

bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.

Sıcaktı.

Baktı.

Bedreddin yiğitleri baktılar ufka...

En yumuşak, en sert,

en tutumlu, en cömert,

en

seven,

en büyük, en güzel kadın :

TOPRAK

nerdeyse doğuracak

doğuracaktı.

Sıcaktı.

Bulutlar doluydular.

Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere.

Birden-

- bire

kayalardan dökülür

gökten yağar

yerden biter gibi,

bu toprağın verdiği en son eser gibi

Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına çıktılar.

Dikişsiz ak libaslı

baş açık

yalnayak ve yalın kılıçtılar.

Mübalâğa cenk olundu.

Aydının Türk köylüleri,

Sakızlı Rum gemiciler,

Yahudi esnafları,

on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın

düşman ormanına on bin balta gibi daldı.

Bayrakları al, yeşil,

kalkanları kakma, tolgası tunç

saflar

pâre pâre edildi ama,

boşanan yağmur içinde gün inerken akşama

on binler iki bin kaldı.

Hep bir ağızdan türkü söyleyip

hep beraber sulardan çekmek ağı,

demiri oya gibi işleyip hep beraber,

hep beraber sürebilmek toprağı,

ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,

yârin yanağından gayrı her şeyde

her yerde

hep beraber!

diyebilmek

için

on binler verdi sekiz binini..

Yenildiler.

Yenenler, yenilenlerin

dikişsiz, ak gömleğinde sildiler

kılıçlarının kanını.

Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi

hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak

Edirne sarayında damızlanmış atların

eşildi nallarıyla.

Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların

zarurî neticesi bu!

deme, bilirim!

O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.

Ama bu yürek

o, bu dilden anlamaz pek.

O, «hey gidi kambur felek,

hey gidi kahbe devran hey,»

der.

Ve teker teker,

bir an içinde,

omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,

yüzleri kan içinde

geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak

geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlûpları..*



(*) Şimdi ben bu satırları yazarken, «Vay, kafasıyla yüreğini ayırıyor; vay, tarihsel, sosyal, ekonomik şartları kafam kabul eder amma, yüreğim yine yanar, diyor. Vay, vay, Marksiste bakın...» gibi laflar edecek olan bazı "sol" geçinen delikanlıları düşünüyorum. Tıpkı yazımın ta başında tarihi kelâm müderrisini düşünüp kahkahasını duyduğum gibi.

Ve şimdi eğer böyle bir istidrad yapıyorsam bu o çeşit delikanlılar için değil, Marksizmi yeni okumaya başlamış, sol züppeliğinden uzak olanlar içindir.

Bir doktorun verem bir çocuğu olsa, doktor, çocuğunun öleceğini bilse, bunu fizyolojik, biyolojik, bilmemne-lojik bir zaruret olarak kabul etse ve çocuk ölse, bu ölümün zaruretini çok iyi bilen doktor, çocuğunun arkasından bir damlacık gözyaşı dökmez mi ?

Paris Komunasının devrileceğini, bu devrilişin bütün tarihî, sosyal, ekonomik şartlarını önceden bilen Marksın yüreğinden Komunanın büyük ölüleri «bir ıstırap şarkısı» gibi geçmemişler midir? Ve Komuna öldü, yaşasın komuna! diye bağıranların sesinde bir damla olsun acılık yok muydu?

Marksist, bir «makina - adam», bir ROBOTA değil, etiyle, kanıyla sinir ve kafası ve yüreğiyle tarihî, sosyal, konkre bir insandır.

10.

Karanlıkta durdular.

Sözü O aldı, dedi:

«— Ayasluğ, şehrinde pazar kurdular.

Yine kimin dostlar

yine kimin boynun vurdular?»

Yağmur

yağıyordu boyuna.

Sözü onlar alıp

dediler ona:

«— Daha pazar

kurulmadı

kurulacak.

Esen rüzgâr

durulmadı

durulacak.

Boynu daha

vurulmadı

vurulacak.»

Karanlık ıslanırken perde perde

belirdim onların olduğu yerde

sözü ben aldım, dedim :

«— Ayasluğ şehrinin kapısı nerde?

Göster geçeyim!

Kalesi var mı?

Söyle yıkayım.

Baç alırlar mı?

De ki vermeyim!»

Sözü O aldı, dedi:

«—Ayasluğ şehrinin kapısı dardır.

Girip çıkılmaz.

Kalesi vardır,

kolay yıkılmaz.

Var git al atlı yiğit

var git işine!..»

Dedim: «— Girip çıkarım!»

Dedim: «-—Yakıp yıkarım!»

Dedi: «—Yağış kesildi

gün ağarıyor.

Cellât Ali,

Mustafayı

çağırıyor!

Var git al atlı yiğit

var git işine!..»

Dedim: «— Dostlar

bırakın beni

bırakın beni.

Dostlar

göreyim onu

göreyim onu!

Sanmayınız

dayanamam.

Sanmayınız

yandığımı

el âleme belli etmeden yanamam!

Dostlar

"Olmaz!" demeyin,

"Olmaz!" demeyin boşuna.

Sapından kopacak armut değil bu

armut değil bu,

yaralı olsa da düşmez dalından;

bu yürek

bu yürek benzemez serçe kuşuna

serçe kuşuna!

Dostlar

biliyorum!

Dostlar

biliyorum nerde, ne haldedir O!

Biliyorum

gitti gelmez bir daha!

Biliyorum

bir deve hörgücünde

kanıyan bir çarmıha

çırılçıplak bedeni

mıhlıdır kollarından.

Dostlar

bırakın beni,

bırakın beni.

Dostlar

bir varayım göreyim

göreyim

Bedreddin kullarından

Börklüce Mustafayı

Mustafayı.»

Boynu vurulacak iki bin adam,

Mustafa ve çarmıhı

cellât, kütük ve satır

her şey hazır

her şey tamam.

Kızıl sırma işlemeli bir haşa

altın üzengiler

kır bir at.

Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk

Amasya padişahı şehzade sultan Murat.

Ve yanında onun

bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezid Paşa!

Satırı çaldı cellât.

Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,

yeşil bir daldan düşen elmalar gibi

birbiri ardına düştü başlar.

Ve her baş düşerken yere

çarmıhından Mustafa

baktı son defa.

Ve her yere düşen başın

kılı depremedi:

—İriş

Dede Sultanım iriş!

dedi bir,

başka bir söz demedi..

11.

Bayezid Paşa Manisaya gelmiş, Torlak Kemâli anda bulup anı dahi anda asmış, on vilâyet teftiş edilerek gidecekler giderilmiş ve on vilâyet betekrar bey kullarına timar verilmişti.

Rehberimle ben, bu on vilâyetten geçtik. Tepemizde akbabalar dolaşıyor ve zaman zaman acayip çığlıklar atarak karanlık derelerin içine süzülüyorlar, henüz kanları kurumamış körpe kadın ve çocuk ölülerinin üstüne iniyorlardı. Yollarda, güneşin altında, genç, ihtiyar erkek cesetleri serili olduğu halde, kuşların yalnız kadın ve çocuk etini tercih etmeleri karınlarının ne kadar tok olduğunu gösteriyordu.

Yollarda hünkâr beylerinin alaylarına rastlıyorduk.

Hünkârın bey kulları; çürümüş bir bağ havası gibi ağır ve büyük bir güçlükle kımıldanabilen rüzgârların içinden ve parçalanmış toprağın üstünden geçerek, rengârenk tuğları, davullarıyla ve çengü çigane ile timarlarına dönüp yerleşirlerken biz on vilâyeti arkada bıraktık. Gelibolu karşıdan göründü. Rehberime:

— Takatim kalmadı gayrı, dedim, denizi yüzerek geçmem mümkün değil.

Bir kayık bulduk.

Deniz dalgalıydı. Kayıkçıya baktım. Bir Almanca kitabın iç kapağından koparıp koğuşta başucuma astığım resme benziyor. Kalın bıyığı abanoz gibi siyah, sakalı geniş ve bembeyaz. Ömrümde böyle açık, böyle konuşan bir alın görmemişimdir.

Boğazın orta yerine gelmiştik, deniz durmamacasına akıyor, kurşun boyalı havanın içinde sular köpüklenerek kayığımızın altından kayıyordu ki koğuştaki resme benziyen kayıkçımız:

— Serbest insan ve esir, patriçi ve pleb, derebeyi ve toprak kölesi, usta ve çırak, bir kelime ile ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz bir zıddıyette birbirine karşı göğüs gererek bazen el altından, bazen açıktan açığa fasılasız bir mücadeleyi devam ettirdiler; dedi.

12.

Rumeline ayak bastığımızda Çelebi Sultan Mehemmedin Selânik kalesindeki muhasarayı kaldırarak Sereze geldiğini duyduk. Bir an önce Deliormana ulaşmak için gece gündüz yol almağa başladık.

Bir gece yol kenarında oturmuş dinleniyorduk ki, karşıdan Deliorman taraflarından gelip Serez şehrine doğru giden üç atlı, doludizgin önümüzden geçti. Atlılardan birinin terkisinde bir heybe gibi bağlanmış, insana benzer bir karaltı görmüştüm. Tüylerim diken diken oldu. Rehberime dedim ki:

Ben tanırım bu nal seslerini.

Bu köpükleri kanlı simsiyah atlar

karanlık yolun üstünden dörtnala geçip

hep böyle terkilerinde bağlı esirler götürdüler.

Ben tanırım bu nal seslerini.

Onlar

bir sabah

çadırlarımıza bir dost türküsü gibi gelmişlerdir.

Bölüşmüşüzdür ekmeğimizi onlarla.

Hava öyle güzeldir,

yürek öyle umutlu,

göz çocuklaşmış

ve hakîm dostumuz ŞÜPHE uykuda...

Ben tanırım bu nal seslerini.

Onlar

bir gece

çadırlarımızdan doludizgin uzaklaşırlar.

Nöbetçiyi sırtından bıçaklamışlardır

ve terkilerinde

en değerlimizin

arkadan bağlanmış kolları vardır.

Ben tanırım bu nal seslerini

onları Deliorman da tanır..

Filhakika bu nal seslerini Deliormanın da tanıdığını çok geçmeden öğrendik. Çünkü ormanımızın eteklerine ilk adımımızı atmıştık ki, Bayezid Paşanın diğer tedbiratı saibe ile ormana adamlar bıraktığını, bunların karargâha kadar sokulup Bedreddinin müritliğine dahil olduklarını ve bir gece şeyhimizi çadırında uykuda bastırıp kaçırdıklarını duyduk. Yani yol kenarında rastladığımız üç atlı Osmanlı tarihindeki provokatörlerin ağababası idiler ve terkilerinde götürdükleri esir de Bedreddindi.

13.

Rumeli, Serez

ve bir eski terkibi izafi:

HUZÛRU HÜMAYUN.

Ortada

yere saplı bir kılıç gibi dimdik

bizim ihtiyar.

Karşıda hünkâr.

Bakıştılar.

Hünkâr istedi ki:

bu müşahhas küfrü yere sermeden önce,

son sözü ipe vermeden önce,

biraz da şeriat eylesin ibrazı hüner

âdâb ü erkâniyle halledilsin iş.

Hazır bilmeclis

Mevlâna Hayder derler

mülkü acemden henüz gelmiş

bir ulu danişmend kişi

kınalı sakalını ilhamı ilâhiye eğip,

«Malı haramdır amma bunun

kanı helâldır» deyip

halletti işi...

Dönüldü Bedreddine.

Denildi: «Sen de konuş.»

Denildi: «Ver hesabını ilhadının.»

Bedreddin

baktı kemerlerden dışarı.

Dışarda güneş var.

Yeşermiş avluda bir ağacın dalları

ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar.

Bedreddin gülümsedi.

Aydınlandı içi gözlerinin,

dedi:

— Mademki bu kerre mağlubuz

netsek, neylesek zaid.

Gayrı uzatman sözü.

Mademki fetva bize aid

verin ki basak bağrına mührümüzü..

14.

Yağmur çiseliyor,

korkarak

yavaş sesle

bir ihanet konuşması gibi.

Yağmur çiseliyor,

beyaz ve çıplak mürted ayaklarının

ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.

Yağmur çiseliyor,

Serezin esnaf çarşısında,

bir bakırcı dükkânının karşısında

Bedreddinim bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.

Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.

Ve yağmurda ıslanan

yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin

çırılçıplak etidir.

Yağmur çiseliyor.

Serez çarşısı dilsiz,

Serez çarşısı kör.

Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü

Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.

Yağmur çiseliyor.

TORNACI ŞEFİĞİN GÖMLEĞİ

Yağmur çiseliyordu. Dışarda, demir parmaklıkların arkasındaki deniz ufkunda ve bu ufkun üstündeki bulutlu gökte sabah olmuştu. Bugün bile gayet iyi hatırlıyorum. İlkönce omuzumda bir elin dokunuşunu duymuştum. Dönüp baktım. Tornacı Şefik. İçleri ışıl ışıl, kapkara gözlerini yüzüme dikmiş:

— Bu gece uyumadın galiba, diyor.

Artık yukardan eşkıyaların zincir sesleri gelmiyordu. Ortalık ağarınca onlar uykuya varmış olmalılar. Gün ışığında nöbetçilerin düdük sesleri de manalarını kaybediyor. Boyaları siliniyor ve ancak karanlıkta belli olan sert çizgileri yumuşuyor.

Koğuşun kapısı dışardan açıldı. İçerde çocuklar teker teker uyanıyorlar.

Şefik soruyor:

— Ne oldun, bir tuhaf halin var senin?

Şefiğe geceki maceramı anlatıyorum:

— Fakat, diyorum, hani gözümle gördüm. Nah şu pencerenin arkasına geldi. Yekpare ak bir gömleği vardı. Elimden tuttu. Bütün bir yolculuğu yan yana, daha doğrusu onun rehberliğiyle yaptım..

Tornacı Şefik gülüyor. Bana pencereyi göstererek:

— Sen, diyor, yolculuğu Mustafanın müridiyle değil, benim gömleğimle yapmışsın. Bak, dün gece asmıştım. Hâlâ pencerede..

Ben de gülüyorum. Simavne Kadısı oğlu Bedreddin hareketinde bana rehberlik eden tornacı Şefiğin gömleğini demirlerin üstünden alıyorum. Şefik gömleğini sırtına geçiriyor. Bütün koğuş arkadaşları «yolculuğumu» öğrendiler. Ahmed:

— Bunu yaz işte, diyor. Bir «Bedreddin destanı» isteriz. Hem sana ben de bir hikâye anlatayım onu da kitabın sonuna koyarsın...

Ahmedin anlattığı hikâyeyi işte kitabımın sonuna koyuyorum.

AHMEDİN HİKÂYESİ

Balkan harbinden önceydi. Dokuz yaşındaydım. Dedemle, Rumelinde, bir köylüye misafir olduk. Köylü mavi gözlü ve bakır sakallıydı. Bol kırmızı biberli tarhana içtik. Kıştı, Rumelinin kuru, çok bilenmiş bir bıçak gibi keskin kışlarından biri.

Köyün adını hatırlıyamıyorum. Yalnız, yola kadar bizimle gelen jandarma, bu köyün insanlarını dünyanın en inatçı, en vergi vermez, en dik kafalı köylüleri diye anlattıydı.

Jandarmaya göre bunlar, ne müslüman, ne gâvurdular. Belki kızılbaştılar. Ama, tam da kızılbaş değil.

Köye girişimiz hâlâ aklımdadır. Güneş battı batacak. Yol don tutmuş. Yolda cam parçaları gibi pırıldıyan kaskatı su birikintilerinde kızıltılar.

Köyün karanlığa karışmıya başlıyan ilk çitlerinde bizi bir köpek karşıladı. İri, alacakaranlık içinde kendi kendinden daha kocaman görünen bir köpek. Havlıyordu.

Arabacımız dizginleri kastı. Köpek atların göğüslerine doğru sıçrayıp saldırıyor.

Ben, «Ne oluyoruz?» diye başımı arabacının arkasından dışarı uzattım. Arabacının kırbacı tutan kolu dirseğiyle yüzüme çarparak kalktı ve yılan ıslığı gibi ince bir şaklamayla köpeğin başına indi. Tam bu sırada kalın bir ses duydum:

- Hey. Vurduğunu köylü, kendini kaymakam mı sandın?

Dedem arabadan indi. Köpeğin kalın sesli sahibine «merhaba» dedi. Konuştular. Sonra köpeğin bakır sakallı, mavi gözlü sahibi bizi evinde konuk etti.

Kulağımda çocukluğumdan kalan birçok konuşmalar vardır. Bunlardan çoğunun mânasını büyüdükçe anlamış, kimisine şaşmış, kimisine gülmüş, kimisine kızmışımdır. Fakat çocukken yanımda büyüklerin yaptığı hiçbir konuşma mavi gözlü köylüyle dedemin o geceki konuşmaları gibi bütün hayatımın boyunca müessir olmamıştır.

Dedemin yumuşak, çelebice bir sesi vardı. Ötekisi kalın, hırçın ve inanmış bir sesle konuşuyordu.

Onun kalın sesi diyordu ki:

— Hünkârın iradesi ve İranlı Molla Haydarın fetvasıyla Serezde, çarşıda, yapraksız bir ağaç dalına asılan Bedreddinin çırılçıplak ölüsü iki yana ağır ağır sallanıyordu. Geceydi. Çarşının köşesinden üç adam belirdi. Birisinin yedeğinde kır bir at vardı. Eğersiz bir at. Bedreddinin asıldığı ağacın altına geldiler. Soldaki pabuçlarını çıkardı. Ağaca tırmandı. Aşağıda kalanlar kollarını açıp beklediler. Ağaca çıkan adam Bedreddinin uzun ak sakalı altından ince boynuna bir yılan çevikliğiyle sarılmış olan ıslak, sabunlu ipin düğümünü kesmeğe başladı. Bıçağın ucu birdenbire ipten kaydı ve ölünün uzamış boynuna saplandı. Kan çıkmadı. İpi kesmekte olan delikanlı sapsarı oldu. Sonra eğildi, yarayı öptü, doğruldu. Bıçağı attı ve yarısından çoğu kesilen düğümü elleriyle açarak uyuyan oğlunu anasının kollarına bırakan bir baba gibi Bedreddinin ölüsünü aşağıda bekliyenlerin kollarına teslim etti. Onlar çıplak ölüyü çıplak atın üstüne koydular. Ağaca çıkan aşağı indi. En gençleri oydu. Çıplak ölüyü taşıyan çıplak atı yedeğinde çekerek bizim köye geldi. Ölüyü yamacın tepesinde kara ağacın altına gömdü. Ama sonra hünkâr atlıları köyü bastılar. Atlılar gidince delikanlı, ölüyü kara ağacın altından çıkardı. Hani belki bir daha köyü basarlar da cesedi bulurlar diye. Bir daha da dönmedi.

Dedem soruyor:

— Bunun böyle olduğuna emin misin?

— Elbette. Bunu bana anamın babası anlattı. Ona da dedesi söylemiş. Onun dedesine de dedesi. Bu böyle gider...

Odada bizden başka sekiz on köylü daha var. Ocağın kızıla boyadığı alaca aydınlık dairenin kıyılarında oturuyorlar. Arasıra bir ikisi kımıldanıyor ve bu alaca aydınlık dairenin içine giren elleri, yüzlerinin bir parçası, omuzlarından bir tanesi kırmızılaşıyor.

Bakır sakallının sesini duyuyorum:

— O gelecek yine. Çırılçıplak ağaca asılan çırılçıplak gelecek yine.

Dedem gülüyor:

— Sizin bu itikadınız, diyor, hırıstiyanların itikadına benziyor. Onlar da, İsa peygamber tekrar dünyaya gelecektir, derler. Hattâ müslümanların içinde bile İsa peygamberin günün birinde Şamı şerifte gözükeceğine inananlar vardır.

Dedemin bu sözlerine, O, birden karşılık vermiyor. Kalın parmaklı elleriyle dizlerini tuta tuta, doğruluyor. Şimdi bütün gövdesiyle kırmızı dairenin içindedir. Yüzünü yandan görüyorum. Büyük düz bir burnu var. Kavga eder gibi konuşuyor:

— İsa peygamberin ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş. Bu yalandır. Bedreddinin ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim işte.. Biz Bedreddinin kuluyuz, ahrete, kıyamete inanmayız ki, dağılan, fena bulan bedenin yine bir araya toplanıp dirileceğine inanalım. Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz.

Sustu. Yerine oturdu. Dedem, Bedreddinin geleceğine inandı mı, inanmadı mı, bilmiyorum. Ben, dokuz yaşımda buna inandım, otuz bu kadar yaşımda yine inanıyorum.

SİMAVNE KADISI OĞLU

ŞEYH BEDREDDİN DESTANI'NA ZEYL

MİLLÎ GURUR



«SİMAVNE KADISI OĞLU BEDREDDİN DESTANI» risalemin dördüncü formasının makina tashihlerini sabahleyin matbaada yaptıktan sonra eve gelmiş, bu destanı yazmak için kullandığım notları, bir hapishanede geceleri doldurulmuş hatıra defterimi gözden geçiriyordum.

Artık son forması da baskı makinası altında gidip gelmeğe başlıyan risaleme bir kelime bile ilâve edemiyeceğimi biliyordum. Fakat bana bir şeyler unuttum gibi geliyordu. Bana öyle geliyordu ki, tek bir satır yazı yazdım; fakat bu satırın sonuna nokta koymasını unuttum.

Vakit öğleye yakındı. Şafakla beraber çalkalanmağa başlıyan lodos, ağır bulutların üstüne boşanmasıyla durulmuştu. Çok geçmeden yağmur da dindi. Gökyüzünün karanlığı yol yol yarıldı. Ağır perdeleri birdenbire düşen bir pencere gibi hava açıldı.

Ve ben, hapishane gecelerinde doldurulmuş bir hatıra defterinde «Destan»ımın sonuna koymasını unuttuğum noktayı arayıp dururken Süleymaniye'yi gördüm.

Açılan öğle güneşinin altında Sinan'ın Süleymaniye'si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi.

Evimin penceresiyle Süleymaniye'nin arası en aşağı bir saattir. Fakat ben onu elimi uzatsam dokunacakmışım gibi yakın görüyordum. Bu, belki, Süleymaniye'yi en küçük girinti ve çıkıntısına kadar ezbere, gözüm kapalı bile görebilmeğe alıştığım içindir.

Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine şaşılan eski bir taş köprü, «Çarşambayı sel aldı» türküsü, bir yağlığın kenarındaki «oya», bütün bunlar nasıl, ne kadar bir Cami değilse, bütün bunların Cami olmakla ne kadar alakaları yoksa, bence Süleymaniye de öyle ve o kadar Cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye'nin de camilikle o kadar alakası yoktur.

Süleymaniye, benim için, Türk HALK dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesabla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Sinan'ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir. Ben ne zaman Sinan'ın Süleymaniye'sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi ferâha çıkmış hissederim.

İşte bu sefer de, büyük bir Türk halk hareketi için yazdığım bir risalede unuttuğumu sandığım son noktayı ararken Süleymaniye'mizi, biraz önce yağan yağmurla yıkanmış, açan güneşin altında pırıl pırıl görünce aradığımı birdenbire buldum. Ferahladım. Bulduğumu hatıra defterimin son sayfalarında okudum. Ve anladım ki «Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı» isimli risaleme; belki on satırlık, belki on sayfalık bir zeyl yazmak mecburiyetindeyim.

 ***

Mevzuu bahis risalemin sonunda «AHMED'İN HİKÂYESİ» diye bir fasıl vardır. Bulduğum ve hatıra defterimde okuduğum ve risaleme zeyl olarak yazmak mecburiyetini duyduğum «nokta» bana Ahmed bu hikâyeyi anlattıktan sonra onunla yapmış olduğum bir konuşmadır.

Bu konuşmayı olduğu gibi aşağı geçiriyorum:

«Dışarıda çiseleyen yağmura, koğuşun terli çimentosuna ve yirmi sekiz insanına Ahmed hikâyesini anlatıp bitirmişti. Ben:

— Ahmed, demiştim, bana öyle geliyor ki sen Bedreddin hareketinden biraz da millî bir gurur duyuyorsun.

Sesime tuhaf bir eda vererek söylediğim bu cümlenin içinde, Ahmed, «millî gurur» terkibini birdenbire bir kamçı gibi eline almış, onu suratımda şaklatmış ve demisti ki:

— Evet, biraz da millî bir gurur duyuyorum. Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir destan söyliyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan millî bir gurur duyar. Evet, Bedreddin hareketi aynı zamanda benim millî gururumdur. Millî gurur! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yan yana gelişi seni korkutmasın. Lenin'i hatırla. Hangimiz Lenin kadar beynelmilelci olduğumuzu iddia edebiliriz? Lenin, yirminci asırda beynelmilel proletaryanın, dünya emekçi kitlelerinin, beynelmilel proleter demokrasisinin en büyük beynelmilelci rehberi, 1914 senesinde «Sosyal Demokrat»ın 35'inci numarasında ne yazmıştı?

Eğer Ahmed, «Lenin filânca mesele hakkında ne yazmıştı?» demiş olsaydı, herhalde aramızda böyle bir sorgunun cevabını verenler bulunurdu. Fakat «Sosyal-Demokrat»ın 35'inci numarası diye konulan mesele hepimizi şaşırttı. Ve hiçbirimiz 35'inci numarada neler yazılmış olduğunu hatırlıyamadık. Ahmed bu şaşkınlığımız karşısında gülümsedi. — Zaten o en derin acıdan en büyük sevince kadar bütün duygularını hep bu meşhur gülümseyişiyle ifade eder — ve aşağı yukarı bütün Lenin külliyatının ana fikirlerini sayfaları ve satırlarıyla taşıyan hafızasından bize şu cümleleri okudu:

«... Biz şuurlu Rus proleterleri millî şuur duygusuna yabancı mıyız? Elbette hayır! Biz dilimizi ve yurdumuzu severiz, onun emekçi kütlelerini (yani nüfusunun 9/10'unu) şuurlu bir demokrat ve sosyalist yaşayışına yükseltebilmek için herkesten çok çalışan biziz. Çar cellâtlarının, asılzadelerin ve kapitalistlerin bizim güzel yurdumuzu nasıl ezdiklerini, onu nasıl sefil kıldıklarını görmek herkesten çok bize ıstırap verir. Ve bu zulümlere bizim muhitimizde, Rusların muhitinde de karşı konulmuş olması; bu muhitin Radişçev'i, Dekabristleri, 70 senelerinin inkilâpçılarını ortaya çıkarmış bulunması; Rus amelesinin 1905 senesinde muazzam bir kitle fırkası yaratması; aynı zamanda Rus mujiğinin demokratlaşarak büyük toprak sahiplerini ve papazları defetmeğe başlaması bizim göğsümüzü kabartır...

«... Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz. Çünkü Rus milleti de inkikâpçı bir sınıf yaratabildi. Rus milleti, de beşeriyete yalnız büyük katliâmların, sıra sıra darağaçlarının, sürgünlerin, büyük açlıkların, çarlara, pomeşçiklere, kapitalistlere zilletle boyun eğişlerinin nümunelerini göstermekle kalmadı; hürriyet ve sosyalizm uğrunda büyük kavgalara girişebilmek istidadında olduğunu da ispat etti.

«Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı kendi esir mazimizden nefet ediyoruz. Bizim esir mazimizde pomeşçiklerle asilzadeler Macaristan'ın, Lehistan'ın, İran'ın, Çin'in hürriyetini boğmak için mujikleri muharebeye sürüklemişlerdi. Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı bugünkü esir halimizden; aynı pomeşçiklerin kapitalistlerle uyuşarak Lehistan ve Ukranya'yı ezmek, İran'da ve Çin'deki demokratik hareketi boğmak, millî haysiyetimizi berbat eden Romanof'lar, Bogrinski'ler, Purişkeviç'ler çetesini kuvvetlendirmek için bizi harbe sürüklemek istemelerinden nefret ediyoruz. Hiç kimse esir doğmuş olduğundan dolayı kabahatli değildir. Fakat esaretini haklı bulan, onu yaldızlayan (meselâ Lehistan'ın, Ukranya'nın v.s.'nin ezilmesine Rusların «vatan müdafaası» adını veren) esir, yeryüzünün en aşağılık mahlûkudur.»*

Lenin'den bu satırları bir solukta okuduktan sonra Ahmed birdenbire susmuş, nefes almış ve yine o meşhur gülümseyişiyle:

— Evet, demişti, bizim muhitimiz de Bedreddin'i, Börklüce Mustafa'yı, Torlak Kemâl'i, onların bayrağı altında dövüşen Aydınlı ve Deliormanlı köylüleri yaratabildiği için, ben şuurlu Türk proleteri, millî bir gurur duyuyorum. Millî bir gurur duyuyorum, çünkü derebeylik tarihinde bile bu milletin emekçi kütleleri (yani nüfusunun 9/10'u) Sakızlı Rum gemiciyi ve Yahudi esnafını kardeş bilen bir hareket doğurabilmiştir. Çünkü unutmayın ki «başka milletleri ezen bir millet hür olamaz.»

«Simavne Kadısı Oğlu Bedreddin Destanı» isimli risaleme bir önsöz yazmak istemiştim. Bedreddin hareketinin doğuş ve ölüşündeki sosyal-ekonomik şartlar ve sebepleri tetkik edeyim, Bedreddin'in materyalizmiyle Spinoza'nın materyalizmi arasında bir mukayese yapayım, demiştim. Olmadı. Buna karşılık risalemin zeyline kısa bir «sonsöz» yazdım. Şöyle ki:

Bana Ahmed:

— Senden bir «Bedreddin destanı» isteriz, demişti.

Ben, benden istenenin ancak bir karalamasını becerebildim. Daha iyisini de yapmağa çalışacağım. Fakat tıpkı benim gibi Ahmed'in dostu, arkadaşı, kardeşi olduğunu söyliyenler, benden istenen sizden de istenendir.

Ahmed'e, Bedreddin hareketini bütün azametiyle tetkik eden kalın ilim kitapları, Karaburun ve Deliorman yiğitlerini, etleri, kemikleri, kafaları ve yürekleriyle oldukları gibi diriltecek romanlar,

Ne ah edin dostlar, ne ağlayın!

Dünü bugüne

bugünü yarına bağlayın!

diyen şiirler, boyaları kahraman tablolar lâzım.


(*) Lenin Külliyatı, baskı 1935, cild 18, sayfa 80, 81, 82, 83'de (Rusların millî gururu) isimli makaleyle — ki bu makale 1914 senesinde «Sosyal Demokrat»ın 35'inci numarasında çıkmıştır — Ahmed'in o gün bize hafızasından okuyup derhal tercüme ettiği satırları bilâhara karşılaştırdım. Ahmed ezbere okuyup tercüme ettiği parçaların yalnız cümle kuruluşlarında bazı değişiklikler yapmış. Fikirde hiçbir hata olmadığı için ben Ahmed'in tercümesini aynen aldım.