Pages

Feb 28, 2010

Reklamcılar Neden Insan Dışı Yaratıklardır

Geçenlerde Friends Feed’de reklamcılar ve pazarlamacıların aklımda insandışı bir imaj yarattığına dair birşeyler yazdım. Reklamcıların bana Kafka’nın Gregor’unu çağrıştırdığından sőz ettmiştim. Çabam çağrışımların yarattığı imgeyi betimlemekti. Kavramsal olarak üzerinde çok fazla kafa yormamıştım yani. Sonra birileri ruhunu şeytana satan karakterlere (Mephisto) benzetsem daha doğru olacağını falan sőylemişti. Birileri de bunu sőylememin gerekçelerini yazsam daha iyi olacağını ifade etmişti. Sonra Tartisma FF'de burda devam etti

Bu konu FF’e sığmayacak kadar geniş kuşkusuz. Kısa elden derdimi yazayım dedim. Konuya pazarlamacılardan çok reklamcılar duyarlılık gősterdikleri için de yazacaklarımı reklam ve reklamcı ekseninde tutmaya çalışacağım.

Reklamcılara reklamcılığı sorsanız,eminim çoğunluğu büyük bir heyecan ve gururla reklamcılığın ürün tanıtma fonksiyonunu merkeze alıp çeşitli açıklamalarda bulunacaklardır. Ürün tanıtmanın ekonomiye ve sizin ihtiyacınızı en etkili bir biçimde nasıl doyuma ulaştıracaklarından söz edeceklerdir. Ama bilerek ya da bilmeyerek hiç kimse milyonları sömürerek, milyonların yaşama yabancılaşmasında nasıl da etkili bir rol oynadıklarını söyle(ye)miyeceklerdir.

Bu nedenle ben okyanuslar ötesinden bir düğmeye basarak binlerce insanı öldürecek silahın tasarımında rol oynayan iyi aile babası ya da annesi mühendis ile reklamcı arasında çok fazla bir fark görmüyorum. Her ikisinin de cinayette (toplu katliamlara) dolaylı ama alabildiğine etkin bir rolle katıldıkları inkar edilmez bir gerçektir. Yani o sofistike, uzaktan kumandalı, kitle imha silahını geliştiren nasıl eli kanlı bir savaş suçlusu ise, reklamcılar da toplumdaki adaletsiz ve eşitsiz güç dağılımının, sömürünün, yabancılaşmanın ve bunun “norm”alleşmesi sürecinde aldığı rolden dolayı suçludurlar. Hatta reklamcıların yaptıkları sinsice, gizil, insanın bilinç altına, algılama süreçlerine yönelik yaptıklarından dolayı daha da bir iğrençtirler. Örneğin reklamcıların en bilinen en etkili tekniklerden biri psikologların regresyon ve transferans dedikleri tekniktir. Hani var ya, çok yakışıklı bir sporcu sabah traşını olurken siz adamdan ne kadar çirkin olduğunuzu yaşarsınız, sonra çok güzel bir hatun gelir sanki adamın traşlı yüzünde orgazm olacak gibi bakar adama, sonra onlar erer muradına siz bok gibi kalakalırsınız yatağınızda yanınızda sıradan bir kadına dönüşürken sevgiliniz. Durun hele canım o denli karamsar da olmayın kendinizi iyi hissetmeniz için şu ürünü alın yeter. Bakın nasıl kendinizi yeniden değerli hissedeceksiniz; o adam kadar yakışıklı hissedceksiniz. Yani reklam o verili kısacık süre içinde sizin kendi benlik algınızda, öz imgeleminizde ve benzeri psikolojik süreçlerinizde sarsıntılar yaratıp kendinizi bok gibi hissetmenizi sağlayıp ardından geriye kalan 5 ya da 10 saniyede kendinizi daha iyi hissetmeniz için hangi ürünü almanız gerektiğini size telkinlemeyi amaçlar. Bu yöntemin eskidiğini iddia edenler de çıkabilir. Eskimiştir belki ama hala kullanımdadır ve yenileri ise, inanın bana, daha bir yılansı ve daha bir ahlaksızcadır. Neuromarketing diye bir şey duydunuz mu? Bu sizin psikolojinizden, bilinçaltınızdan öte iyiden iyiye nöronlarınıza (sinir uçlarınıza) yönelmiş “çağdaş-modern” reklamlama yöntemlerinden birinin adıdır örneğin. Neyse şurda çok daha detaylı bilgiler bulabilirsiniz (üzgünüm kaynak Ingilizcedir). http://www.pbs.org/wgbh/pages/frontline/shows/persuaders/

Konuyu dağıtmadan ben kendi derdime geleyim. Niye şu reklamcılar bana insan dışı yaratıklar gibi gelir.

Bazı bilim kurgu filmleri vardır. Dünya işgal edilmiştir. Işgalciler insanlığın düşmanı varlıklardır; insana benzerler ama insan değillerdir. Insana sadece baş, göz, kol, ayak vb. başat organların ortaklığıyla benzerler. Bunun farklı gerekçelendirmeleri ya da yorumları olabilir tabii ki; uzayda başka canlıların olma hipotezinden tutun da filmdeki kurgunun egemen ideolojiyi ya da statükoyu direkt karşısına almamayı amaçlayan bir self sansür çabasına kadar götürülebilir. Geçenlerde Carpenter’ın They Live adlı filmini izlerken aklıma gelmişti: Bu insanlık düşmanları başka bir dünyadan olmak ve bu denli çirkin olmak zorundaydılar; içleri gibi yüzleri de çirkin olmalıydı çünkü öte türlü bu denli insanlık düşmanı olmaları kafamızdaki şemalara (mythlerimize, masallarımıza, düşlerimize) sığmazdı. Bu yaratıkların insana yaptıklarını bir insanın bir başka insana ya da insan grubuna yapabileceğini düşünmek bile istemeyiz. Oysa ki Frankfurt Okulu bize insan aklının karanlık yanının ne denli korkunç olabileceğinin analizlerini yapmıştı. Bizler de görmüştük Auswitch’de, Arjantin’de, Şili’de, Güney Afrika’da, ve Diyarbakır zindanında; görmüştük aklın mekanikleştikçe ve burokratikleştikçe kendinin inkarına dönüştüğünü. Yine de, evet yine de, insanın dili varmıyordu bunları yapanın insan olacağına inanmaya.

Uzatmadan konuyu bağlamalı. Bunların reklam ve reklamcılarla ilişkisi mi ne? Çok basit! Aklın kontrolü ve kitlelerin manipulasyonu artık gizli haber alma ajanslarının yine çok gizli laboratuvarlarında yapılmıyor artık. Kitlelerin kontrolü için nasihatlar, demeçler, ders kitapları ve müfredatının özel yapılanması falan da pek etkili olmuyor. Bunların yanı sıra başka bir şey daha olmalıydı. O da insanların beyinlerine giden diğer başka yolların bulunup devreye sokulmasıydı. Yani sadece akla değil duyguya da, duyuya da, heyecana da seslenilmeliydi. Işte tüketici kapitalizmin bulduğu yapması gereken buydu. Bireyler ihtiyaçlarını karşılarken başka yanlarının doyurulduğu illizyonunu da yaşamalılardı. Hatta, bu illizyon artık illizyon bile değil hakiki bir “gerçeklik” formu olmak zorundaydı. Bu öyle bir hal almalıydı ki bu sistemi besleyen beyinler (yöneticilir, artistler, yazarlar, programcılar, fotoğrafçılar, filmciler ve daha niceleri) de bu çarkın içinde kendi yaptıklarının yararlı bir iş ve günahsız bir meslek olduğuna inanmalıydı. Sorun kolaydı aslinda: Nasıl ki ezilenler kendilerini ezen sistemin vageçilmez detekçisidirler ve bu kendilerinin zararına işleyen bu hegemonya onların dolayli-dolaysız desteği ile ayakta durmaktadır, neden şu yapay olarak sosyal statüsünü biraz şişirdiğimiz palyaço raklamcı tayfası kendisinin zararına işleyen çarkın bir dişlisi olmasın? Kendilerinin de muhaf olmadığı bir insandışılaşma (dehumanization) ve uyuşma sürecinde, bunlara da mutlu bir ittiatkarlık paha biçilebilirdi. Bunun için de bu iş-kolunun özendirilme ve saygın hale getirilmesi projesi uygulamaya sokulmalıydı. Işte yüksek maaş, entellektüel gelişme olanakları, ve hatta hatta verili gerçekliği de kıyısından köşesinden eleştirebilme gücü ve olanağı da verilmeliydi ki uyuşturulmuş yığınlar üzerinde pozitif bir etki ve hatta özenme yaratılabilmeliydi. Bu nedenle reklamcılara eğer biraz dikkatli bakarsanız nasıl da dünyaları yaratmış gibi bir böbürlenmişlikleri, kibirlilikleri, ve ukalalıkları olduğunu görürsünüz: Renklerin dilini onlara sorun. Rus edebiyatındaki kişilik analizinin ve bu analizlerin nesnel ve öznel koşulların tanıklıklarından yola çıkıp neo-Marxist toplum ve tarih sentezlemelerini onlara sorun, yada romantiklerin toplumla uyuşmazlıklarını nasıl da damarlarını keserek (kendi kanlarını akıtarak) dengelediklerini onlara sorun.

Gregor’u da onlara sorun; “Gregor Samsa, kendini insan sanan bir böcek toplumunda aslında insana dönüştüğü halde böceğe dönüştüğü yanılsaması yaşamıştı galiba! “(Tuncer, 2007) diyerek ağzınızı açıkta dahi bırakabilirler. Bu analojiden yola çıkıp toptancı, tepeden inmeci, ve insanları sürü gibi gören reklam anlayışının alabildiğine demode (Tuncer) olduğunu (biraz da) haklı olarak söylerler çünkü gerçekten de insanların toplum olarak böceğe, gerçek bir böceğe dönüşebilmesi, için kendi yabancılaşmalarında etkin bir rol oynamaları gerekmektedir (işte şeytana şapka böyle ters giydirirler). Çünkü tarih göstermiştir ki sürüyü yönetmek oldukça masraflı bir iştir. Örneğin korku ve merkezi-kontrolün-sürekliliği gerekli bir önkoşuldur. Bu da ne ekonomik anlamda ne de verimliliğin etkililiği anlamında arzu edilen birşeydir. Ama insanlar kendi yabancılaşmlarını olumlu bir transformasyon gibi yaşar ve inanırlarsa işte o zaman sorun çözülmüs olacaktır. Bu hem ekonominin hem de statükonun bekası için olması gereken bir koşuldur. Toplumun böceğe dönüştüğü halde insana dönüştüğü yanılsaması böyle yaşatılacaktır.

Bitirmeden: Evet imge olarak böceği andırsalar da, reklamcılar kavramsal olarak aslında ruhunu şeytana satmış, ya da düşmanla işbirliğindeki Faustçu birer karakterdirler…

Hukuk ne zaman aklına geliyor?

26 Şubat 2010, Cuma, Milliyet

Hasan Cemal

Ben senin aklına şaşayım, aklına!

Türkiye’de hukuk yok zulüm var demek ne zaman aklına geliyor?
Hukukun ucu askere dokunduğu zaman...
Hukuk yok zulüm var demek ne zaman aklına geliyor?
Hukukun ucu, darbecilere dokunduğu zaman...
Hukuk yok zulüm var demek ne zaman aklına geliyor?
Hukukun ucu, cuntacılara dokunduğu zaman...
Hukuk yok zulüm var demek ne zaman aklına geliyor?
Hukukun ucu, dönemin Genelkurmay Başkanı’nın bile yalanlamadığı 2003-2004’ün darbe tertiplerine, o devrin cuntacılarına dokunduğu zaman...
Hukuk yok zulüm var demek ne zaman aklına geliyor?
Hukukun ucu, 2003 yılı baharında, dönemin MİT Müsteşarı’nın Birinci Ordu’daki ihtilal hazırlığı olarak işaret ettiği Balyoz’a dokunduğu zaman...
Hukuk yok zulüm var demek ne zaman aklına geliyor?
Hukukun ucu, askerin içinde yalanlara dayalı andıçları, Türkiye’yi yönlendirmeye dönük lahikaları, ıslak imzalı darbe planlarını hazırlayan odaklara dokunduğu zaman...
Hukuk yok zulüm var demek ne zaman aklına geliyor?
Hukukun ucu, hem Cumhuriyet gazetesine bomba atıp, hem Danıştay’a kanlı baskın düzenleyip irtica çığlıklarıyla daha 2006’da, 2007’de darbe ortamı oluşturmak isteyenlere dokunduğu zaman...
Hukuk yok zulüm var demek ne zaman aklına geliyor?
Hukukun ucu, Hrant Dink ve Rahip Santoro cinayetleriyle Malatya’daki Misyoner Katliamı’ndan operasyon diye söz edebilen askerin içindeki odaklara dokunduğu zaman...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, Hrant Dink cinayeti örtbas edilmek istenirken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, asker bir gece vakti 27 Nisan muhtırasıyla millet egemenliğine darbe indirirken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, askerle bir olup 367 gibi bir hukuk ucubesiyle Meclis iradesinin önünü kesmek isterken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, asker 28 Şubat darbesini sahnelerken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, Sincan’da tanklar rejime balans ayarı yaparken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, kurbanlarının büyük çoğunluğu Kürtlerden oluşan 17 bin 500 faili meçhul cinayet işlenirken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, Güneydoğu’da binlerce köy yakılırken, yüzbinlerce insan köylerinden zorla atılırken, zorla evlerinden barklarından edilirken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, taş attıkları için binlerce Kürt çocuğu tutuklanırken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, KÇK operasyonlarında binlerce gözaltı ve tutuklama yaşanırken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, üniversitelerde türban ve başörtüsü yasağı devam ederken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, yüzde 47 oyla seçim sandığından çıkmış bir parti kapatılmak istenirken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, asker kişilere de Avrupa demokrasilerindeki gibi sivil yargı yolu açılırken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, bu ülkede asker ve sivilden oluşan iki başlı yargı düzeni demokrasiyle alay edercesine varlığını sürdürürken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, örneğin Orhan Miroğlu seçim zamanı siyaset meydanında Kürtçe konuştuğu için beş yıl hapis cezası alırken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, örneğin Perihan Mağden, Hrant Dink’in katillerine şarkılarıyla, klipleriyle methiye düzenleri eleştirdiği için üç kez hapis cezasına mahkum edilirken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, örneğin Baskın Oran’a ‘satılmış’ iftirasını atan, ‘yabancı devletlerden para alıyor’ diyen kişi Yargıtay’da beraat ettirilirken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, bir Ordu Komutanı’nı ifadeye çağıran sivil savcının yetkileri apar topar elinden alınırken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya, ucu zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı’na dokunan bir iddianame hazırladığı için meslekten atılırken, avukatlık yapması bile yasaklanırken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, bir askeri garnizonda daha bu hafta “Adi başbakan!” diye parola düzenlenirken...
Ama hukuk aklına bile gelmiyor, Hrant Dink cinayetine, Ahmet Kaya’nın ölümüne açılan yola taşlar döşenirken...
Hukuk ne zaman aklına geliyor?
Darbeciye, cuntacıya dokunduğu zaman...
Ben senin aklına şaşayım, aklına!

Feb 26, 2010

Ağustos Şiiri

yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek
beterin beteri var diyenlere inanmıyorum
hep böylesi havalar besler fırtınaları
korkarım bu mavi ışık çabuk sönecek.
duymazdım durgun suların bezgin türkülerini
alışmak ölümün bir başka adıymış bilmezdim
bir yangın sonu yorgunluğu yakıyor avuçlarımı
bu rüzgar kulaklarımdan hiç eksilmiyor
esirgenmiş bir dünyada müthiş yanlızım
geri dönsen bile artık o ben olmayacağım
yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek...

Hasan Hüseyin Korkmazgil

Feb 24, 2010

Mastar modunda

Teknolojik iletişim araçlarının gelişmesiyle ilgili bir şey midir yoksa yine bizim düşük ulusal benlik saygısı temelli bir özenme midir, kopyalama mıdır bilmiyorum ama beni korkunç rahatsız eden, okurken kirletilmişim duygusu yaşatan bir yazma biçmi var; mastar modunda yazmak diye niteledim. Tam bir cümle yok, özne yok, sadece isimlestirilmiş eylem var. Mastar da zaten fiilin isimlestirilmiş hali. Dil bilimci değilim, fazla tutucu da sayılmam ama adını koyamadığım birşeyler var beni rahatsız eden.

Örneğin şuna bi bakın
kahvede arkadaslarla bulusma. Biraz yürüme. Alış veriş yapma. Otabüse binme. Pazara gitme. Eve geri dönme. Ve bu daha uzayıp gidiyor.


Darılıp küsmeyin ama insanın “eee zıkkımın kökü” diyesi geliyor…

Belki biri açıklarsa kendimi daha rahat hissedeceğim. Nedir şu –mek’lı –mak’lı konuşmalar? Nedir bu kullanımın iletişimsel, dilbilimsel, ya da ya da semantik anlamdaki önemi?

Feb 23, 2010

Tansu Çiller ve Salaklıklar

  • Cenab-ı Allah'ı size emanet ediyorum.
  • Haydar Ali Bey (Haydar Aliyev için)
  • Sevgili Zeytinburunlular...
  • Bir afetten sonra: “Ölü kaybı olmamıştır.”
  • Mecliste: “Mesut Yılmaz iktidarsızdır.” (İstikrarsızdır demeye çalışıyor.)
  • Halka seslenirken: “Sizi birinciliğe çıkarayım mı?”
  • Gökhun Yazıtları (Göktürk Yazıtları demeye çalışıyor.)
  • Mübarek kurban şeker bayramınız kutlu olsun.
  • Deccal değil Yılmaz olsan ne farkeder? (Yılmaz değil deccal olsan ne farkeder demek istiyor.)
  • Bu hükümet açıkça bir halüsü... hasülü... halasü... hasüsü...(halüsünasyon demeye çalışıyor) Videosu burda.
  • Samsunlulara: “Merhaba Antalyaa”
  • Boğazlıyan Kaymakamı’na: “Boğazlanan kaymakam”
  • Çekici güç (Çevik güç)
  • Güvenlik oyu (Güvenoyu)
  • Türkiye’nin on metropolünden biri olan Samsun’da: “Burayı büyükşehir yapacağızdır.”
  • Taocu muhalefet (Maocu)
  • Trabzon’u Akdeniz’in incisi yapacağım.
  • Afyonlulara: Sevgili Şebin Karahisarlılar
  • Sayın Haydar Alibey, (Haydar Aliyev ve elçi bey karışımı)
  • Tansu Çiller halka sesleniyor:
    -- Kırat’ın yemini verecek misiniz? (Oy istiyor.)
    ---Vereceğiiiiiz.
    ---Biz de sizin yeminizi vereceğiiiz.
  • Zengin edeceğim sizi zengin !
  • Aç kalmayacaksınız !
  • Ekmek değil, pasta yiyeceksiniz !
  • Bu Ramazan sesleri semalarımızdan hiç gitmesin diye bize oy verin! (Ezanı kastediyor.)
  • Allah’ı size emanet ediyorum.
  • Sivas’ta yaptığı miting konuşmasında: “Bu bacınız sizi il yapsın mıııı”(Sivas zaten ildi.)
  • Anlayana davul zurna saz, anlamayana sivrisinek...(aslı: Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az...)
  • Devlet ekonomiyi düzeltmek için becelleşiyor. (cebelleşiyor)
  • Madımak Katliamı'ndan sonra: "Otelin etrafındaki vatandaşlarımıza hiçbir şey olmamıştır.
  • Sekiz yıl özal’a verdiniz, onun iki yılını ananıza verin, o zaman Türkiye şahlanır.
  • Ezan kurslarını kapattılar (kuran kurslarını demek istiyor.
  • Merhaba asker (belediye zabıtalarına seslenirken)
  • (Tansu Çiller bir 7 Temmuz günü Yalovalılara 77. il olduklarını söylemeye çalışırken.)
    -Sevgili Yalovalılar… Yedi yedi daha ne eder?

    -On döört!!
    -Hayır… Yedi yedi daha ne eder?
    -Kırk dokuuz!!!
    -Hayır… Bugün günlerden ne?
    -Cumartesii!!
    -Hayır… Bugün ayın kaçı?
    -Yedisii!!
    -Aylardan ne?
    -Temmuuz!!
    -Yedi yedi daha ne eder?….

Feb 20, 2010

Nerenizde Ne Kadar Egemen Ideolojinin Izi Var?

Eğer herhangi bir düşünceniz, yargınız, inancınız size çok doğal, apaçık, tarafsız, mantıksal olarak zorunlu gibi geliyorsa, haklı olduğunuzu ya da yargınızın doğru olduğunu düşünüyorsanız (benim şu an yaptığım gibi) bu yargınız, inancınız, ya da tavrınız ideolojik demektir.

Peki bunların hangisinde ya da neresinde egemen ideolojinin etkisini görürüz ya da egemen ideolijinin varlığını sürdürdüğünü anlarız?

Eğer bu düşünce, yargı, ve tavırlarınız var olan verili koşulları pekiştiryor, destekliyor ve yeniden yapılanmasını sağlıyorsa bu egemen ideolojiye çalışıyorsunuz demektir. Çünkü egemen ideoloji organize bir sürü düşünce ve inançtan oluşup verili koşulları tanımlarken sizin gerçeklik algınızı da belirler ve kendini dayatır.

Hadi biraz aynayı kendinize çevirin ve bilinçli ya da bilinçsiz olarak nerelerde ve nasıl egemen ideolojiye destek verdiğinizi bulmaya çalışın…

Feb 18, 2010

Bir Kontrgerilla Cinayeti: Kemal Kılıç

Kemal Kılıç bundan tam 17 yıl önce 18 Şubat 1993 günü, bir akşam vakti Urfa’da sivil giyimli askerlerce öldürüldü. Dönemin valisi ile emniyet müdürü cinayet kovuşturmasını savsakladı, savcı izne ayrıldı. Katillerinin adı bilinmesine rağmen, faili belli cinayet, faili meçhul cinayet olarak kayıtlara geçti. Devami...



Faruk ARHAN
İstanbul - BİA Haber Merkezi
18 Şubat 2010, Perşembe

Feb 17, 2010

Yeni Dizayn

Sağolsun Ebru ve Sarya bazı siteler őnerdiler. Ordan bulup biraz sağını solunu değiştirdim. Oldu bitti…

Oldum olası Avni’yi de sevmişimdir. Bence Avni de bir kritikçidir, eleştireldir.

Gramsci’ye sorarsanız / organik bir entellektűel
muhtara sorarsanız / bizim sidikli Avni
köylüye sorarsanız / şehirli piçin teki
çocuklara sorarsanız / fırlamanın biri
kimsesize sorarsanız / gariban babası
özel timlere sorarsanız / şu Uğur’la arkadaş mıydı
sağcıya sorarsanız /siktir et pezevengi
solcuya sorarsanız / medya devletin bloglar bizimdir

Sanki de gűzel oldu. Ne dersiniz?

Feb 16, 2010

Yenilik

Sizce de bu bloğun şekli, rengi, dizaynı eskimedi mi?. Nerde bulurum blogger şablonlarını ya da dizaynları? Ya da sizin őneriniz var mı? şimdiden teşekürler…

Feb 13, 2010

Konformist Sulu Kőfte

Eleştirel Günlük bir ilki gerçekleştirip eleştirmeden bir seyi, Ekmekçi Kız’in sulu kőfte tarifini, kőrü kőrüne takip edip çok güzel bir yemek yaptı. Size de aynı adımları takip etmenizi őneririm eğer güzel bir sulu ekşili kőfte yemek istiyorsanız. Işte en sonunda da bőyle gőrülecek.


SULU KÖFTE

Malzemeler:

Köfteler İçin:
-1/2 kg yağsız kıyma,
-1/2 su bardağı pirinç,
-Tuz, karabiber,
-Bir tutam ince kıyılmış maydanoz
-2-3 yemek kaşığı un,

Sulu Kısım İçin:
-1 kaşık yemeklik yağ,
-4 orta büyüklükte patates,
-1 büyük havuç,
-1 yemek kaşığı biber salçası,
-1 yemek kaşığı domates salçası,
-1 litre su,

Terbiyesi İçin:
-1 limonun suyu,
-1 yumurta sarısı,

Yapılışı:

-Pirinç soğık suyla yıkanır, 1 bardak su ile, suyu çekene dek haşlanır.

-Kıyma, tuz, karabiber, maydanoz ve haşlanmış pirinç karıştırılır, yoğrulur.
Karışımdan ceviz büyüklüğünde parçalar koparılıp yuvarlanır, yuvarladıktan sonra, birbirlerine yapışmasın diye bir tabağa koyduğunuz una bulanıp, geniş bir tabağa sıralanır.

-Büyükçe bir tencerede yağ eritilir, salçalar katılır, cızırdamaya başlayınca, su eklenir ve kaynaması için harlı ateşe getirilir.

-Patateslarin kabukları soyulur, sekizer parçaya bölünür.
Havucun kabuğu kazınır, önce boyuna ikiye, sonra enine bir parmak uzunluğunda kesilir.

-Patates ve havuç kaynayan suya atılır.
Beş dakika kadar kaynadıktan sonra, tepside bekleyen unlanmış köfteler yavaş yavaş karışıma atılır.

-Köfteler ve diğerleri pişene dek, (yaklaşık on-onbeş dakika) beklenir.

-Tencerenin altı kapatılmadan önce, yemeğin terbiyesi yapılır.
Bunun için yumurta sarısı ve limon birlikte çırpılır. Tenceredeki kaynayan sudan karışımın içine iki-üç kaşık eklenip karıştırılır. Sonra terbiye, yemeğe katılıp, yavaşça karıştırılır.

Afiyet olsun!

Feb 11, 2010

Bir Ülkücü Sevdim'in Gerçekçi versiyonu

Birileri bir propagandayı aklın süzgecinden geçirmiş. Hem de çok iyi becermiş. Ilk bu şiir(imsiyi) duyduğumda bende yarattığı tiksintiyi anlatamam. Vazgeçtim gözü-yaşlı salya sümük okunuşundan ve yazılışından bir de yalan vardı. Ben hiç bir ülkücü ögretmenin vurulduğunu duymadım. Belki70’li yıllarda olmuştu böyle olaylar ama olmuşsa da zaten onlar ögretmen değil MC hükümetinin iki aylık komando kursu ile okullara gönderdikleri para militer güçlerdi. Öğretmenlikle ne ilgileri vardı allasen onların… Işte şiirin aklın süzgecinden geçmiş hali…http://yalanmi.blogspot.com/2010/02/bir-ulkucu-sevdim.html

Feb 7, 2010

Irkçı Olmayan Irksal Kimlik Geliştirme Modeli

Amerika’da beyaz kültürün gözeneklerine kadar işlemiş olan ırkçılık irdelendikçe beyazlarda doğal olarak bir yığın tepki yarattı. Bu tepkiler çok masumane , mesela “iyi ama benim bu sözü edilenlerle hiç bir alakam yok”, olduğu gibi çok tepkisel, “yeter yav ne istiyorsunuz bizden” oldu. En önemlisi de beyazlarda yarattığı büyük bir suçluluk duygusu oldu. Helms bir model geliştirerek kişilerin beyaz ırka ait kimlikleri ile beyaz kültüre yerleşmiş ırkçı ögelerden arınmalarının daha sağlıklı olacağı mesajını verdi. Bunun evrensel özellikler taşıdığina inandığım için Helms’in modelini anladığım biçimde size anlatayım dedim. Doğrudan çevirinin yazının tadını (hele ben gibi beceriksizin elinde daha da bir tatsız olurdu eminim) kaçırdığına inandığım için uyarlayıp anlattım. Işte Helms’ in 6 aşamadan oluşan ırkçı olmayan ırksal kimlik geliştirme modeli.

1.Temas: Bu aşamada egemen culture ait kişi ırkçılığın ne mene bir şey olduğunun farkında olmadığı gibi ırkçılığı anlamakta da zorluk çeker ve hiç kimseyi farklı görmediğini, herkesi eşit olarak gördüğünü iddia eder. Toplumsal yapıda yerleşmis olan ırkçı söylemleri, şakaları, ikilemleri, önyargıların çok fazla farkında değillerdir ama bunları eleştirel bir yaklaşımdan geçirmeden bilinçli ya da bilinçsiz olarak kabul etme eğilimindedirler. Öte yandan bu aşamadaki kişiler ırksal ve kültürel farklılıkların önemli olmadığını söylerler ve ender olarak kendilerini egemen grubun üyesi olarak algıladıklarını da iddia ederler.

2. Ayrımlaşma - Çözülme: Bu aşamadaki kişi kendini uzlaşmaz çeliskilerin, çözümsüz ahlaksal ikilemlerin aşırı uçları arasında görür. Kendini ırkçı biri gibi görmez ama örneğin çocuğunun ezilen grubun üyelerinden biriyle evlenmesini istemez. Gündelik yaşamında defalarca tanık olsa da ırkçılığın toplumsal yapıda ve kurumlarda yerleşik ve sistematik olduğunu kabul etmek zor gelir. Ama yine de bazan ait olduğu egemen grupla, bu gruba bağlı ve sadık kalma ile insani değerleri arasında gördüğü çelişkiler kişide yoğun rahatsızlık duygularına sebep olur.

3. Yeniden bütünleşme: Egemen ideolojinin büyük etkisi altında ahlak ve mantık arasındaki çelişki ve çatışkıların sebep olduğu yoğun duygusal ve bilişsel rahatsızlıklar kişide egemen ideolojiye (geldiği kökene) sarılmaya sebep olabilir. Diğer bir deyişle bu aşama bir tür gerileme aşaması olarak da görülebilir. Kişi kendi egemen grubunun değer ve yargılarını ve ezilen gruplara karşı gösterilen hoşgörüsüzlükleri yeniden idealize eder. Bu aşamada daha bilinçli bir ırkçılık savunululmasının yanısıra bir de ezilen gruplar bütün sosyal problemlerin kaynağı olarak da görülebilirler. Ayrca ezilenler eziliyorlarsa bunda kendilerinin suçu vardır. Görüldüğü gibi burda bütün ırkçı ve ayrımcı düşünce, eğilim, ve eylemler rasyonalize edilmeye çalışılarak çelişkiler en aza indirgenir.

4. Yarı-bağımsızlık: Kişi büyük bir şok ya da çelişki yaşayacağı bir olayın içinde yer aldığında ya da tanık olduğunda bu aşamaya geçebilir. Bu aşamada kişi kültürel, ırksal, cinsel, ve dinsel farklılıkları gerçekten anlamaya çalışır ve hatta kendi korku ve kalıplarının dışına çıkıp ezilen gruptan kimselerle ilişki kurmaya çalışır. Bu ezilen grup yine de büyük bir olasılıkla kişinin kendi grubuna en çok benzeyen gruptan biri olacaktır. Örneğin ırkçı-ülkücü birinin komunistlere karşı duyduğu ve inandığı bir takım çelişkilerden sonra ilişkiye girmek için kendisine en yakın olan grubtan (mesela Alevi-kürt biri yerine sünni- Türk) bir komunisti seçmesi daha olasıdır. Ancak bu aşama yine de bütünüyle duyguyu da kapsayan bir dönüşümü içermez. Yani daha çok bu aşama bir tür rasyonel-mantıksal egzersiz aşamasıdır.

5. Ortaya çıkma: Eğer kişinin çaba ve deneyimleri olumlu bir şekilde teşvik edilir ve pekiştirilirse kişi kendini daha da ayrıntılı bir sorgulamaya tabii tutabilir ve sahip olduğu (egemen) grubun asıl nasıl olması gerktiğinin analizine koyulur. Yani kişi ırkçı yanları olan grubuna yöneltilen eleştirileri kişiliğine ve kimliğine bir saldırı diye almak yerine grubunun bu olumsuz niteliklerinden sıyrılmış halini idealize edip hem kendinden hem de grubundan utanç duymadan diğer grup ve kimliklere saygıyı hem duygusal hem de entellektüel boyutta geliştirmeye başlar.

6. Bağımsızlık: Kendi grubunun diğer gruplar üzerindeki baskısının, ayrımcılıklarının, ve ırkçılıklarının farkına vardıkça ve bunun kavgasını verdikçe kişi grubundan dolayı daha önce duyduğu suçluluk ve utanç duygularından kurtulur ve bu kişiyi grubundan bağımsız bir birey olmaya iter. Ve kişi artık ırksal, kültürel, dinsel, ve cinsel ayrımcılık ve önyargılar konusunda bilgiyle, deneyimle, ve duyguyla donanımlıdır, artk farklılıklardan korkmamakta, çekinmemektede, ve rahatsızlık duymamaktadır. Irkçı olmayan yeni kimliği gün geçtikçe kişiyi daha da güçlü kılacaktır.

Feb 5, 2010

Egemen Ideolojinin ve Egemen Ahlakın Sinsilikleri

Işten çıkmış eve gidiyordum. Radyoda Amerikan ordusundaki eşcinsellere yőnelik baskıları konu alan bir haber program. Dinlerken bir an kendimi bir yığın, birbirinin benzeri düşüncelerin akışında yakaladım; “Ulan eşcinselsen orduda ne işin var!” “Eşcinselsen seni istemeyen, seni dışlayan, seni günahkar eyleyip afaroz eden kilisede ne işin var! Camide ne işin var!” Dikkat ederseniz soru işareti bile yok sonlarında. Çünkü soru sormuyordum, yargılıyordum. Suçluyordum. Doğru muydu mantığım?

Farkım neredeydi eşcinselleri dışlayanlardan? Mantığım neydi? Aynı mantığı bir adım őteye gőtürsem őyle saçma sapan yerlere varmak mümkündü ki. Ilk anda kulağa doğru ve haklı imiş gibi gelen bu yargıların yanlışlığı insana bireye őnceliği vermeyip genel ahlaki yargıları insanın ve bireyin őnüne koymaktan kaynaklanıyordu. Asıl doğru olanı o insanların (daha da genele gidersek toplumda ezilenlerin, marjine itilenlerin) istedikleri her yerde olma haklarını savunmaktı. Diğerlerinin sahip oldukları bütün haklara (evlilik gibi) sahip olmalarını savunmaktı. Orduda olmanın militarizmle ilişkisini, kilisede, camide, hahamda olmanın toplumların afyonu olan bir kurumun parçası olmakla ilişkisini, aile ilişkilerinin kapitalizmin üretim ilişkilerinin ya da devletin ideolojik tohumlarının atıldığı en küçük sosyal yapı olma ilişkisini tartışmak sonraki mesele olmalıydı oysa. Őnce őzgürlük ve hakların güvenliği, sonra ahlaksal, ideolojik ayrışmaların tartışması yapılmalı. Hem őzgürlüklerin yaşandığı bir süreçte belki bu tür ayrılıklar hem kavga edilmeden de tartışılabilir.

Feb 2, 2010

Baktım ki


Baktım ki
Yalnız kendim okur olmuşum yazdıklarımı
Bir de ben gibi bir iki çölünü arayan mecnun

En tıkandığı yerde sözün baktım ki
Sevgiliye de okunmaz olmuş
Sonra yaşam kavgası girmiş araya
Baktım ki…

Ulan nasıl da yıkılırdı karşıki dağlar off çekince

Baktım ki
Kendisi müdür / öyküsü műzelik olmuş Gregor Samsa’nın
Ben dönűşműşűm műzeyi temizleyen bir elektikli sűpűrge makinasına - her an yenilenebilir

Baktım ki
Ben şiire kűsműşűm şiir kendine
Şiir bana küsmüş ben kendime