Pages

Dec 31, 2012

Yeni Yıl Dilekleri

Hadi bir kere daha
Yalanlar söyleyelim duymak istediğimiz
Ama bu defa adına yeni yıl dilekleri diyelim.

Dec 25, 2012

Bir Yılın Son Günleri

I.

Bir yıl daha bitiyor
İşte bu kadar duru,bu kadar yalın
Bu kadar el değmemiş
Sıradan bir gerçeği daha
kolları bağlı hayatımızın
Bu şiire nasıl dahil edilebilir bir yılın son günleri
Her sonda,her başlangıçta ve her defasında
Alır gibi başkasını karşımıza
Perdeler çekip,ışıklar söndürüp
oturup yatağın içinde bir başımıza
Sorgulamak kendimizi
Öğrenmek ikimizin anadilini,ikinci belleğimizi
Öğrenmek kendimizle hesaplaşmanın buzul ilişkilerini
Bu aynanın dehlizlerinde gezinirken görürüz
Karanlık günlerimizin kenar süslerini

Biterken yılın son günleri
Biliyoruz takvimler belirlemez değişimin mevsimlerini
Gençlik ikindilerini
Kargınmış bir çocuktuk büyüdüğümüzden beri.


II.

Bir yıl daha bitiyor
Düşlerim ,tasalarım,yarım kalmış onca şey
Her yıl biraz daha kısalıyor bir öncekinden
Bana mı öyle geliyor
Yoksa daha mı hızlı ilerliyor zaman
İnsan yaşlanırken?


III.
Kırdım mı incittim mi birilerini?
Kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler.
Kendimi yeniledim mi yazdıklarımda?
Yeniden düşünmeliyim
Dostluklarımı, ilişkilerimi
Dağınık yatağım,mutsuz yatağım
Çoğalttım mı eksiklerimi?
Gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı
Yitirdim mi yoksa masumiyetimi?
Borçlarımı ödedim mi?
Doğru seçtim mi soruların fiillerini?
Tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış,
giysilerim ütülü, odam düzenli mi?
Ödünç aldığım kitapları geri verdim mi?
Geri verdim mi aldıklarımı:
Aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları
Kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi?
Yokladım mı duygularımı
Hala sevebiliyor muyum insanları?
Ovmalı gümüşleri, bakırlarımı; cila geçmeli ahşaplarıma
Ovmalı umutları
Saklı tutmalı gelecek inancını, yarınları eksik etmemeli ağzımızdan
Hançer kıvamındaki o karamizah tadını
Şimdi oturup uzun bir hasretlik mektubu yazmalıyım Yavuz'a
Sonra köşe başından bir demet çiçek alıp öyle başlamalıyım
akşama
Yeni bir yıla
Ama nedense herşeyin tadı dağılıyor ağzımda
Bir sap çiçek mi taşısam yoksa ağzımın kıyısında
Aydınlık rengi vursun diye gözlerimdeki buluta


IV.

Ey uzak akrabalarım, üvey aşklarım
Mevsim sonu dostlarım, işporta malı ayrılıklar
Arkadaş ölümleri, dost hançerleri, talan ettiğimiz zulalar
Gece telefonları, ıssız konuşmalar
Mağrur incelikler, vurgun yemiş ilişkiler
Bırakılmış mektuplar
Ve yurdumun her karış toprağında tefrika edilen karanlık
Ey hayatıma girenler ve çıkanlar
Uçurum duygusuyla yaşadığımız hayat ey

O kadar çok anlattım ki
Kendime kaldım anlatmaktan...
Bunaldım kendisiyle boğuşmasını
Başkalarında çözmeye çalışan insanlardan
Usandım sözcük oynamalarından, tılsımlı sıfatlardan,
Ofset duyarlılıklardan
Kaç zamandır bir ermiş dinginliği havalandırıyor dizelerime
açılan pencereleri,
Durup bakıyorum akşam sularında zaman kavramlarına,
Zamanı düşünüyorum;koyuluyorum
Anlamını yitiriyor "şimdiki zaman"ın boşyüceliği,tarihin unutkan
sayfalarındaki mürekkep lekeleri
İşimin başına dönüyorum içimde ıssız bir gönül erinci

Kaç zamandır duru, yalın, çalışkan, iyi insanlar özlüyorum
"içtenliğin" yada "dünya görüşünün" kirletmediği
Kendime bir yeni yıl kartı yazarak bunları diliyorum.

VI

doğulu belli
belki bizim oralı
nerde görsem tanırım ben
hüznünde asi dağların şivesi bozuk dumanını taşıyan
bu eşkiya duyarlığını
yaşı kırk beş elli, belli uyumamış Ankaran'nın derdine
ceketi küçük geliyor, elleri biraz büyük, yüreği yaralı
karısı yeni ölmüş, sığınmış oğlunun evine

bir hamayıla bir sure sürer gibi
bir muskaya yerleştirir gibi
okunmuş, katlanmış güvenliğini
arkasını yazar gibi askerlik fotoğrafının
bir naylon geçirircesine nüfüs teskeresine
yarine yazdığı mektuba koyar gibi
biraz kostak, biraz hüzünlü
ne zaman efkara gönül indirse kaşlarını çatar hani
işte öyle yerleştiriyor ''Milli Piyango'' biletini
yoksul cüzdanının en afili yerine
o da hazır şimdi yılbaşı çekilişine
yüzünde işini özenle yapmanın erinci
bakıyorum umudun bir an için ısıttığı gözlerine
bilmiyor onun için şuracıkta yazıverdiğim öyküleri
katlayıp yerleştirirken cüzdanını cebine
sormak geliyor içimden adresini

yürürken bir ayağı aksıyor
hep kıyısından gidiyor yolun
belli yakıştıramıyor kendini kente
uzun uzun bakıyorum ardından bir dostu uğurlar gibi
ağlamak geliyor içimden
nasıl da uzağız birbirimize

ah adresini bilseydim amca
yollardım sana bir yılbaşı tebriği
inan yalnız sana
hani tercüman olsun diye yüreğime
bol kuşlar olsun üstünde, mavilik, bir köşede kalpler birleşmiş,
işte öyle afili
ve altında mani deyişli el yazısı bir cümle:

uçan kuşlar konsun senin göğüne!

Murathan Mungan

Nov 30, 2012

Gűzel Bir Analiz

"Türkiye Cumhuriyeti devletini ve onun şu anki sahibi AK Parti iktidarını asıl sarsacak olan, şiddet değil, aksine, şiddetsizlik siyasetidir. Şiddet, geleneksel Türk devletinin de, ona bağlı Erdoğan gibi popülist ve oportünist siyasetçilerin de elini rahatlatır. Onların işini asıl zorlaştıracak ise, gerçekten şiddetsiz, Türklerin vicdanına ve aklına seslenen, çok daha incelikli ve sabırla örülmesi gereken bir siyasettir. Ve inanın, bu siyaset, dağda veya kentte ölerek ve öldürerek hedefe ulaşmaya çalışmaktan daha az onurlu bir yol değildir. " gerisini oku >>>


Rober Koptas'tan gűzel bir analiz. Yazar iyi bir őneri de sunuyor . Beğendim… Biliyorum bloglar űzre tartışmak eskidendi ama en azından yazının sizde uyandırdığını paylaşın isterseniz ha? Yani paylaşırsanız sevinirim :-)

Nov 16, 2012

Dost

Bir gece habersiz bize gel
Merdivenler gıcırdamasın
Öyle yorgunum ki hiç sorma
Sen halimden anlarsın
Sabahlara kadar oturup konuşalım
Kimse duymasın
Mavi bir gökyüzümüz olsun kanatlarımız
Dokunarak uçalım.

insanlardan buz gibi soğudum,
işte yalnız sen varsın
Öyle halsizim ki hiç sorma
Anlarsın.
― Cahit Külebi

Nov 11, 2012

Neden Vicdan?


Açlık grevlerine ilişkin sőylemlerden biri de vicdan kavramı űzerinden yapılıyor. Birileri vicdan sőylemini kullanırken birileri de bu sőyleme karşı duruyor. Ben vicdan konusunun hele de toplumsal vicdan konusunun gűnűműz Tűrkiye’sinde can alıcı bir konu olduğunu ve olması gerektiğini dűşűnűyorum.

Őncelikle şu vurgulanmalı ki Tűrkiye’de olup bitenlere yőnelik sőylemleri ve analizleri dar bir ikilemde (ya şudur – ya budur) ele almak alabildiğine kısır bir bakış açısıdır. Çűnkű toplumsal meseleler genellikle bir çok gri alandan oluşur; őyle sadece beyaz ve siyah olan alanlar çok azdır; açlık grevinde olduğu gibi. Diğer bir deyişle açlık grevi eylemi hem rasyonel doğrular űzerinden yapılanmalıdır, hem de vicdan gibi rasyonel olmayan duygu, heyecan, değer yargıları, vb. Űzerinden yapılanmalıdır.

Aydınlanma felsefesinin bir uzantısı olan sadece aklı ve deneye/őlçmeye gelebilecek olguları genel geçer doğru sayıp diğerlerini (akıl dışındakileri – ki bunlar akıl dışı şeyler değildir aslında) dışlamak ve değersizleştirmek yűzlerce yıllık bir yanlıştır ve ne yazık ki hala sűrdűrűlmektedir. Evet, doğru, açlık grevleri alabildiğine gerçek olgular ve politik analizlerin sonucudur. Evet, bunun sonuçları da siyasal olacaktır, hukuksal olacaktır. Ama vicdana yőnelik bir şeyler de olacaktır. Vicdana ilişkin metrik bir őlçerimiz olmadığı için vicdan konusunu dışlamanın sosyolojik olarak toplumdaki dinamikleri anlamamızda bűyűk sorunlar çıkaracaktır. Hele hele yaşanılan şu alabildiğine kaotik sűreçte vicdanın őzellikle de toplumsal vicdanın rolű gőz ardı edilesi gibi bir şey değildir.

insan eylemliliğinin her aşamasında vicdan ve vicdanı oluşturan her şeyin (yerel ve evrensel değer yargıları, normlar, ve kurallar ) bűyűk bir rolű vardır. Ve bunlar gőz ardı edildiğinde aklın kuru, salt mantıksal yanına dűşeriz ki, bu bizi kendimize, içinde yaşadığımız topluma, ve nesnel gerçekliğe yabancılaştırır. Insana yőnelik hiç bir şey salt rasyonel değildir ki biz bőyle yaklaşalım. Bir saniye dűşűnűp meseleye yeniden bakın, isterseniz. Açlık grevinin neresi mantıksaldır ki? Ya da yaşamını bir ideal için masaya sűrmenin nesi rasyoneldir? Bunlar kendi başına, alabildiğine rasyonel dışıdır (irrasyonel değildir ama), mantık dışıdır (mantıksız değildir ama).

Bu nedenle açlık grevlerine, daha genelde toplumdaki devlet terrőrű ve benzeri insan hakları ihlallerine bakarken vicdan konusu hiç de gőz ardı edilesi bir konu değildir. Unutulmamalıdır ki toplumdaki bűtűn adaletsizlikler ve haksızlıklar ve zulumlar toplumun vicdan őrűntűsűnde bulunan nasır tutmuş yarıklara dayanarak kendini aklar ve topluma dayatır. Bu toplumsal vicdandaki yaralar ve yarıklardır ki iktidarın zulmuna cesaret verir, sessiz kalarak, yűzűnű őtelere çevirerek olup bitene onay verir.

Tűrkiye toplumunun vicdan yapısındaki bu nasırlaşmış yarıkları anlayıp analiz etmeden nasıl açıklayabiliriz olup biteni. Bir kaç őrnek vererek hatırlayalım: insanlara bok yedirtildi bu űlkede, insanlar canlı yayında (Sivas) polisin ve askerin gőzleri őnűnde (denetiminde mi demeli yoksa) yakıldı, son bir kaç yıldır sayısız linçler oldu, linçleri yapanlar değil linçe uğrayanlar suçlu bulundu, insanlar gőzaltında kayboldu, aileleri yıllardır çocuklarının cesetlerini istiyorlar, őgrenci evleri basıldı ve yargısız sualsiz gencecik çocuklar infaz edildi, ve adına “hayata dőnűş” verilen bir katliam yaşandı bu űlkede ve daha neler neler yaşandı. Bu yaşananları hangi mantık bűtűnűyle açıklayabilir? Hangi rakama sığar bunlar? Insanların vicdanına inmeden, toplumun vicdanını sorgulamadan nasıl anlayabiliriz bu zulmu, bu sessizliği, bu kőrlűğű, ve bu alabildiğine uyuşmuş duyarsızlığı? Boşuna değil şiirin bazan ezilenin dili oluşu: Yoksa hangi tıp, hangi fizik, hangi hukuk, hangi siyaset açıklayabilir “yűreklerin kulakları sağır” dizesini?

Yok, yok, bu bőyle salt rasyonelitenin ve modernizmin halledeceği bir şey değil. Bu toplumun vicdanının bir kısmı nasır tutmuş, diğer yanları da kanıyor. Hala kanayan yanları kalmış diye seviniyorum aslında. Hala umut var demektir bu. Bu nedenle aklın bilimsel yőntemin yanı sıra, vicdanı da hesaba katarak olup biteni anlamaya calışmalı ve ona gőre adımları daha bir saglam atmalıdır bu kaygan ve kaypak zeminlerde.

Nov 10, 2012

60 gűn

60 gűn hiç bir şey yemediğinizi dűşűnűn!
60 gűn açlığınızın bir şeylere değdiğine - değeceğine inandığınızı dűşűnűn!
60 gűn insanlıktan çıkmışlara insan olduklarını hatırlatacak bir fırsat verdiğinizi dűşűnűn.
60a kadar tek tek sayın. Her rakamda bedeninizden/ umudunuzdan yavaş yavaş birşeylerin eksildiğini dűşűnűn...

 
Watch live streaming video from revoltistanbul at livestream.com

Nov 7, 2012

Çiller ve bıyıklarım

Tansu Çiller 1994’te bir gűn TV lerde ve radyolardan şunları diyordu


"Elimizde PKK'ya yardım eden Kürt işadamlarının listesi var. Listede 60 kadar isim bulunuyor. Devlet PKK ile olduğu gibi PKK'ya mali destek sağlayanlarla da her biçimde mücadele edecektir."

Bunun ardından o isimler bir şekilde ulaşması gereken yerlere ulaştı ve o Kűrt iş adamları taker taker őldűrűldű (Kaç tane őldűrűldű, bilmiyorum).

Şimdi de sayın Çiller TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nun sorgusunda şunları diyor

“Benim o listeyi okumamın sebebi bunlara ‘Arkanızda devlet olarak ben varım. Kimse size baskı yapamaz. Baskı, tehditle haraç toplayamaz’ mesajı vermekti. Hedef göstermek için değil, devletin arkalarında olduğunu hissettirmek, ‘korkmayın’ demek için için o listeyi açıkladım. Çünkü bize gelen bilgilere göre PKK bunlardan haraç toplamaktaydı.”

Iyi ama bu insanların tek tek őldűrűlűşűnű nasıl açıklayacak bu kadın? Korumaktan sőz ediyor. Korumak için ne yapmış olabilir: Şőyle yanıtlıyor

“Ben anayım. Beni nasıl bununla ihtam edip, bağlantılı olarak düşünebilirsiniz? Bunları öldürtmüşüm gibi nasıl düşünebilirsiniz? “

Burda, Milliyet’in haberine gőre bazı komisyon üyeleri Çiller’in gözlerinin dolduğunu bazı űyelerin ise Çiller’in ağladığını iddia ettiklerini yazıyor.


Ben ise őfkeden bıyıklarmı kemirebiliyorum ancak ve  bunları buraya tarihsel not olsun diye dűşebiliyorum.

Ha bir de Çiller o dőnemlerde ne diyordu hatırlıyor musunuz? 

“Bu vatan için kurşun atan da kurşun yiyen de kahramandır”

Ve bu kadın nice ananın yűreğine dűşen ateşin sorumlusudur... 






Nov 6, 2012

Çünkü yaşam dirençtir.

"... ölüm oruçlarının ölüme değil, yaşama doğru gittiğini, yaşama ilişkin taleplere sahip olduğunu, onunla kenetlenip onu olumladığını öğreniyoruz. Çünkü yaşam dirençtir. Kendine bir süre biçmez, sonunu algılamaz, sona erdiğinde kendisi ortada bulunmaz."  Ulus Baker

Nov 4, 2012

Őlűmler Kapıya Dayandığında

Őlűm orucundakilerin őlűmleri kapıya dayandı. En son verilere gőre 66 cezaevinde, toplam 683 tutuklu açlık grevinde.

Őyle şeyler yaşıyoruz ki, aklımız anlamakta yetmediği gibi yűreğimiz de kaldıramıyor artık olup biteni.

Gőğsűmde sanki koca bir taş (Sisyphus’un taşı sanki) ; rahat nefes alamıyorum. Boğulmak gibi bir şey bu. Biriyle tartışıyordum geçen gűn; malum konular. Adam “yaşam gűzel” dedi. Birden bire bűtűn zulum ve baskı altındaki insanlar geldi aklıma; Hapishanedekiler, işkencehanelerdekiler, Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’dekiler. Nasıl da kolaydı “yaşam gűzel” demek. Dedim ki “Valla kendimde onu sőyleme hakkını bulamıyorum” kendimde. Hani “benim yaşamım gűzel” dersen bir itirazım olmaz ama “yaşam gűzel” dersen ben utanırım sana ‘haklısın’ demeye.”

Őyle şeyler yaşıyoruz ki anlamıyorum bazı argumanları. Kafam basmıyor. Bazılarına da yűreğim yetmiyor.

Birileri her geçen dakika őlűme yaklaşırken, birileri (Başbakan başrol oyuncusu) akıl almaz iddialarda bulunuyor. “Kimse őlűm orucunda değil” diyor. “Herkes yiyor birşeyler” diyor. “Sadece bir kişi açlık grevindedir” diyor. “Açlık grevi yok, şov var” diyor. Bunu sőyleyenler bizim seçtiklerimiz. Űlkedeki herkesten, evet içerdekiler de dahil, sorumlu olanlar. Nasıl insanlar bunlar? Bunları nasıl seçtik? Bunlar bu yalanlarla nasıl yaşıyorlar? Nasıl uyuyorlar? Bu nedenle ancak ve ancak patolojik bir bozukluğu olduklarına inanıyorum bunların. Buna inanmak istiyorum yoksa inanamıyorum bir insanın bu denli rezil ve insanlık-dışı bir yaratığa dőnűşeceğine. işin traji-komik yanı da şu ki, bu tipler yeni değiller. 1990’larda ve 2000’li yıllarda da gőrdűk aynı sőylemleri. Aynı duygu kűntlűğűnű.

Bunlar da bir sűre sonra őlűm orucuna zorla műdehale edecek ve gőzűműzűn içine baka baka “Yaşama dőnűş” gibi bir ad verecekler katliamlarına. Ve bu űlkenin halkı őylesine kanıksamış ki devletin insan őldűrmesine, őylesine kana alışmış ki, hiç bir şekilde toplumsal bilincinde açılacak bu yaranın ve alabildiğine aşağılanmanın hesabını da sormayacak.

Bu defaki açlık grevinin diğerlerinden farkı, açlık grevindekilerin Kűrtlerden oluşması ve istemlerinin Kűrt meselesiyle doğrudan ilişkili olması. Iki talepleri var: Öcalan’a tecritin kalkması ve anadilde eğitim ve savunma hakkının verilmesi. Meselenin Kűrt merkezli oluşu insanların da tepkilerini/kamplarını belirledi.

Ilk kamp şu baştakilere oy veren, çoğunluğu műslűman - azınlığı kapitalist olan zűmre. Hangi inanca sığdırırlar bőylesi bir zulmu bilmem. Afrika’dakine, Filistindekine gőz yaşı dőkenler komşusuna bu denli nasıl taş yűrekli olur, nasıl sağır ve kőr olur bilmem. Bunların içindeki entellektűeller ise bűtűn bildiklerini Kemalizmin tasviyesine kullandıkları için yeni bir şey űretecek beyin hűcrelerinden yoksunlar sanırım. Bir de tek dertleri Batı karşısında Islamı kurtarmaktır sanıyorum. Islam insanın da űstűndedir. Faşistlerde nasıl devlet insanın űstındeyse bunlarda da Islam insanın hatta Allahın űsűndedir. Oysaki insansız Allah da Allah değildir. Işte belki bu yűzdendir ki Tűrkiye’deki műslűman tipi hiç de insana gűven veren bir tip değil. Tűrkiye’deki műslűman tipi űçkağıtçı, fesat, gűvenilmez, ahlaksız, gűçlűdan yana, çıkarcı, sevgisiz, nefret dolu, insafsız,ve vicdansız. Bu gerçek ne yazık ki tanıdığım ve bildiğim ve saygı duyduğum bir iki kişinin varlığıyla sarsılmıyor.


Neyse konuyu dağıtmadan devam edeyim; belki de bu grubun rasyonaliteden őte inanç ve sezgiye őnem vermelerindendir ki, bazı tartışmalar vicdan űzerinden yűrűtűldű. Ama yukardaki saydığım gerekçelerden dolayı bu vicdan meselesi de pek sőkmedi gibi. Ruhunu şeytana (siyasi otorite ve gűce) satanın vicdanı ne ola ki?

Komedi devam ediyor. Műslűmanların bu sezgi ve ahlakda iflasının hemen yanıbaşında bir de bizim Marxistler ve alabildiğine materyalistler hemen saldırıya geçip vicdan tartışmasının kaçınılmaz olarak bağnaz ve gerici olacağını savundular. Dediler ki kendi vicdani doğrunu bana dayatmaya başladığında faşizm olur. Ama kendi rasyonel doğrumu ben sana dayatırsam bu bilimsel sosyalizm mi olur? Pardon ama ancak karikatűrize edilebilir tűrden şeyler bunlar. Aslında bőylesi sığ tartışmalar tam űlkemize yakışandı. Bir de sanki Marxism insan olgusunu sadece rasyonalitenin etrafında kurmuşmuş gibi. Metafiziksiz materializm mi olur allasen? Kaldı ki varlığı yokluk gibi bir postűladan çıkarsamıyor mu dialektik materialism? Neyse konu bu değildi. Yahu insan yaşamına ilişkin bir tartışmada vicdan nasıl olur alabildiğine őznel ya da relatif olur. Insan yaşamı evrensel bir değer değilse biz neyi nasıl tartışacağız? Benim bőylesi evrensel bir değeri savunmam őteki űzerinde faşizan bir baskı yaratıyorsa biz bırakalım aha şu 0 (sıfır) ve 1 den oluşmuş kűçűk cep-telefonlarınızın beyni yőnetsin bizi. Bőylece bilim kurguya da gerek kalmasın.

Ya peki ulusalcı denen grupa ne demeli. Tek dertleri varsa yoksa bayrak ve Mustafa kemal. Islam korkusundan ne yapacaklarını bilemez olmuşlar. Hiç korkmayın diyesim geliyor. Bakın Kemalizmin paletleri altında bűyűműş műslűmanlar da iyi bir Kemalistten fazla bir şey olmuyor aslında diyesim geliyor. Nasıl Kemalizm devlet aygıtını ve bűtűn baskı araçlarını kullanarak herkesi Batılı, herkesi Tűrk, herkesi laik yapmaya çalıştı (ve bi bok yapamadıysa) bakın bu islamcılar aynı mekanizları kullanarak műslűman Tűrk, műslűman batılı, műslűman kapitalist yaratmaya çalışıyor, hepsi bu. Ama sizin derdiniz belki bunlar da değil, sizing derdiniz zulmu yapanın kendisi olmak istemenizde değil mi? 

Hiç umurlarında değil olup bitenler; kűrtlerin başına gelenler hele hiç değil. Bunlar yitirdikleri paşalarının, Kemalist elitizme dayalı saltanatın –ki kendilerine hiç bir yararı da yoktu zaten-, ve Batıya yaltaklanmış, Tűrk olmaya dayalı, ayrıcalıklarının yitirilişinden kaynaklı bir bozgunun boğuntusunda kendilerinden başka hiç kimseyi gőrmemekteler. Kűrtlerin yanısıra kendileri de biber gazının tadına varmış olsalar da empati beklemek hala lűks kaçabiliyor çűnkű kendi acılarının en űst dűzeyde bir acı olduklarını (damarlarındaki kan gibi asil) dűşűnűyorlar ve Kűrtlerle aynı biber gazını yeseler de canlarının farklı yandığını dűşűnmekteler, çűnkű bunların canı o pis kűrtlerin canından daha kıymetlidir! 

Diğer bir gruba da açlık grevleri konusunda şu ağzı laf yapan ve mantıksal/rasyonel argűmanlar űrettiği iddiasındakiler konulabilir. Bunların sağcı veya solcu olduklarının őnemi var mı bilmem ama bunun ayırdına varmak da pek de kolay bir şey olmasa gerek. Sağcılıkları nerde başlıyor ve solculukları nerde bitiyor? Solculukları nerde başlıyor ve Sağcılıkları nerde bitiyor pek belirgin değil doğrusu. Neyse, bunların argumanları şőyle;

Bu őlűm orucu “emri” dışardan gelmedir; Apo içindir; PKK’lı tutsaklar 1996 ve 1999 yılındaki őlűm oruçlarını desteklemezken biz şimdi niye onları destekleyelim. Őlűm oruçlarını desteklemek őlűmű yűceltmek ve kutsamaktır, oysa yaşam savunulmalıdır.



Buları tek tek ve uzun uzun burda tartışmaya yeltenmeyeceğim. Meselenin kendisi kadar birbiri-içine giren meseleleri bir arada ele almaya calişacağım. Şu dışardan gelme meselesini zaten 1923’den beri bize damardan verilen xenophobia ’nin etkisi olduğunu sőylemek yeterli olacaktır sanırım. Buna ilişkin şunları yazmıştım daha őnceleri. http://elestirelmedyagunlugu.blogspot.com/2009/04/zenofobi-ve-yan-etkileri.html

Diğer argűman alabildiğine ideoloji dışı, çocukçadır. Hatırlıyorum sanırım őyle bir saçmalık vardı; PKK’lı tutuklular desteklememişlerdi açlık orucunu őzellikle de 1999’dakini. Eee diyorum şimdi, ne yani, o bi bok yedi diye sen de aynı boku yiyeceksin őyle mi? Devrimci bir tavır alınırken bir çok faktőr gőz őnűne alınır. Bu faktőrlerden en bűyűğű de senin devrimciliğini belirleyen (atomun çekirdeği gibi) ilke ya da ilkelerdir. Bu ilke bir sosyalist için faşizan zulum altındaki insan yaşamı, insani değerler, ve emektir. Almanya’da yahudilere yapılan zulma karşı çıkarken yahudilerin içinde Nazilerle işbirliği yapanından tut da, radikal dinci bile olabilecekleri gőz őnűne almazssın. Sen o zulma karşı çıkarsın. Sen şimdilerde Israil’in filistinlilere zulmuna karşı çıkarsın. Filistinlilerin kurtuluş műcadelesinin műslűman ve dinsel bir renk alışına kızıp Israil’in zulmuna gőz yummazsın. Devrimci tavır bu değildir. Doğru ve ahlaklı olanı savunmaktır devrimcilik. Hele hele herşeyin birbiri içine vıcık vıcık geçtiği bu dőnemde ilkeleri doğru bir perspektifte savunmak őnemlidir. Sen PKK’ya hem fikir olmak zorunda değilsin. Ama Tűrkiyedeki faşizme karşı tavır almak zorundasın. Kűrtlerin bu haklı műcadelesini desteklemek zorundasın. Yoksa o ulusalcı faşistlerden farklı bir yanın kalmıyor.

En son arguman da şu műkkemmel humanist argűman; yaşamı savunmak. Muhammet Isa aşkına sen yaşamı savunsaydın belki bu űlkede bunca zulum, bunca őlűm ve bu kirli savaş olmazdı. Sokaklara dőkűldűn mű militarizm 7’den 7’e insanın beynini yıkarken. Insanlar dağlarda őlűrken, “Barış! Barış” dedin mi? Demedin ne yazık ki. Bir de içerdekiler şőyle ya da bőyle bir karar almış ve bedenini ve yaşamını koymuş ortaya. Burda sana/dışardakine dűşmez hangi istemler için açlık grevi yapılır ya da yapılmaz tartışması yaratmak. Sana dűşmez “abi ya bak yaşam ne gűzel. Ben onu savunmak için seni desteklemeyeceğim”demek. Sen zaten yaşamı yeterince desteklemediğin için insanlar őlűyor, insanlar hapiste ve insanlar açlık grevlerinde.

Oct 31, 2012

Oya Baydar'dan “Aç değiller, yiyorlar”a dair

Serpil Odabasi - Hunger Strike
Ne güzel yazmıș Oya Baydar. Ne sade yazmıș.

Ama anlar mı Bașbakan? Anlar mı gözünü kan ve ölüm bürümüș savaș tüccarları? Anlar mı “Vatan, Millet, Sakarya” dan bașka ezber bilmeyen sürü? Anlar mı “bunlar Kürt ve nasılsa PKK’lı” diyerek insanlığını, ahlakını, yüreğini umursamazlığın ardına saklayan kalabalık? Anlar mi 24 saat aralıksız ve çeșitli kanallarla beslenen ve azdırılan korkunun krallığı?

Iște bir kaç alıntı bu güzel yazıdan.

Çocukların, gençlerin, kadınların, erkeklerin, bu ülkenin insanlarının kanı hiç bu dönemde olduğu kadar ucuza gitmemişti. Kadınların hedef olduğu namus(suzluk) cinayetlerinden küçücük çocukların yakınları tarafından hunharca öldürülmelerine; yan baktın, eğri durdun, solladın, yolladın cinayetlerine; kimisine şehit, kimisine “ölü ele geçti” dense de onbinlerce insanımızın şu kirli savaşta aynı ölümle ölmelerine toplum alıştı, kanıksadı. Bu ülkenin insanlarını, hele de siyasilerini kan tuttuğu, sürmekte olan açlık grevleri karşısında takındıkları tavırdan belli.

 Aşağılayıcı, biraz da alaycı, en önemlisi de acımasız bir tonda “Aç değiller, yiyorlar” derken, bilerek bilmeyerekaçlık grevi ile ölüm orucunu bir tutuyor. 

“Kuzu şişi götürürken, içerdekilere ölün diyorlar. Oturmuş Kızıltepe’de kuzu kebabı yiyorlar” sözlerini ne vicdanla ne de sorumlu devlet adamlığıyla bağdaştıramadım. Öncelikle, Tayyip Bey’e ilham veren fotoğrafın tümüyle provokatif bir psikolojik harekâtın, -eşyayı adıyla çağıracak olursak- iğrenç bir sahtekârlığın parçası olduğu, BDP’lileri birlikte kır yemeği yerken gösteren bu resmin aylar önce çekildiği tartışmasız bir gerçek. Ayrıca, BDP’lilerin yediğinin içtiğinin konuyla en küçük bir ilişkisi yok. Bu kadar düzeysiz bir polemikle mi hallolacak Kürt sorunu? Üste çıkmanın, hasmı yenip -o neyin kanlı zaferiyse-  zafer kazanmanın mümkün olacağını düşünen bir kafayla bu ülke nereye gidecek? Kürt sorunu nasıl çözülecek? Barış nasıl sağlanacak? 
http://t24.com.tr/yazi/ya-siz-ne-yiyorsunuz-sayin-basbakan/5823

Oct 25, 2012

Sahi

sahi
şimdi siz hiç bir şey olmamış gibi bayram mı kutlayacaksınız?
namaz da kılacaksınız he?
dua de edeceksiniz, öyle mi?
bayram diye sevineceksiniz de?

sahi ya kurban bayramı bu.
yanında bir iki insan kurban verseniz,
hele de şöyle kürdünden ve teroristinden,
ne de çok sevaba geçersiniz
Tanrı'nın, TC'nin ve Tayib'in katında.





Oct 23, 2012

Ta içine...

Her ne koșulda olursa olsun insanların yok sayılmasını, katledilmesini, zulma uğramasını, ve açlık grevlerinde yașamlarını ortaya koymak zorunda kalıșlarını göz ardı etmeye izin veren bütün dinlerin, ideolojilerin, ahlakların ve de sınıf bilincinin ta içine sıçayım.







Oct 22, 2012

Yürü üstüne - üstüne

Nerede olursan ol, 

İçerde, dışarda, derste, sırada, 

Yürü üstüne - üstüne, 

Tükür yüzüne celladın, 

Fırsatçının, fesatçının, hayının







Oct 19, 2012

Umurunuzda mı ?

Insanlar cezaevlerinde açlık grevinde sınırlara dayandılar?

Haberiniz var mi?

Umurunuzda mı hiç?

Sessiz kaldığınız ve sessiz kalmayı yeğlediğiniz her zulum bir gün sizin bașınıza da gelebilir.

Kimse muaf değildir insanlık dıșı uygulamalardan.

Kimse!

Bu Mehmet Güneş'in savunmasından






Bu da Cüneyt Özdemir'den

"Bu açlık grevlerini haberleştirmememiz aslında büyük bir ölçüde kendi içimizdeki otosansürün nasıl hareket ettiğinin de iyi bir göstergesi. Türkiye'de gazetecilik yapıyorsanız yıllar içinde dayak yiye yiye bazı dokunulmaz konular olduğunu biliyor ve ona göre pozisyon alıyorsunuz. Önemli olan bir konuyu övmek ya da yermek değil. Mesela bu eylemi yerden yere vurup eleştirebilir, PKK'lılara kızabilir, hatta küfür bile edebilirsiniz. Ama yapmıyorsunuz. Tam tersi görmezden geliyorsunuz. Zira biliyorsunuz ki bazı konularda eleştiri bile tehlikeli, o yüzden ademe mahkûm etmek en iyisi"
Kaynak: http://www.imc-tv.com/haber-cezevlerindeki-aclik-grevini-gorduler-5029.html#.UIEwhxVYG3A.facebook#ixzz29kg6FYQd

Oct 17, 2012

Sosyal medyada yeni gőrseller, faşist propaganda ve ideolojik tutum

Nefret ediyorum bazı facebook ya da sosyla medya paylașımlarından. Artık kimin șair olduğunu bile karıștırır olduk. Hangi șiir ya da șiirimsi kime hangi șaire aittir bilmek nerdeyse imkansız.

Bir de ortalıkta yoğunca dolașan sığ ve fașist propaganda görselleri var ki, bir çok insan üzerinde düșnmeden bir diz refleksi gibi paylașıp duruyor ortaliklarda. Fașist söyleme hizmet ettiğini bile farketmeden oluyor bu paylașımlar. Ve en tehlikeli fașist propaganda da bu zaten; bilinçsizce içselleștirilmiș yanlıș algılar (lillizyonlar). Daha önce algı ve bilginin manipülasyonunda medyanın rolüne değinmiștim.

Ama nedense insanların, hem de eğitimli ve duyarlı diye bildiğim insanların bile,  bu görselleri paylaștığını görünce zıvanadan çıkıyorum. Bir ara boșver diyordum. Ama sonraları baktım ki olmayacak. Arkadașlığımı yitirecek olsam da ses edip bu paylaștıklarının anlamlarına dair ayna tutmaya çalıșıyorum. Evet rahatsız bile edecek düzeyde “niye bunu paylaștın?” diye soruyorum artık. Çünkü sormasam o propagandalara sessiz onay vermiș gibi hissedeceğim kendimi. Bir de bunları paylașarak kendi zekalarına bile hakaret ettiklerinin farkında olmadıklarını söylemek istiyorum çünkü bu görseller o denli zeka fakiri düșüncelerin ürünleri ki bunu görmemeleri korkunç bir șey. Bu görsellerin en tehlikeli yanı ise direk söylediklerinden öte söylemedikleri - dolaylı olarak sakladıkları ya da gizlice gönderdikleri mesajlardır.

Iște bir örnek. Biraz evvel gördüğüm șu görsele bakın.


Sevdiğim bir arkadaș paylașmıș. Marx’ın sözü mü ondan bile emin değilim. Arakadașımın Marx okumadığını da biliyorum. șimdi söylenen sözle cehaletin yeni bir tanımı yapılıyor burda. Ve korkunç ve alabildiğine sığ bir tanım bu. Cehaletin kriteri olarak doğa bilimlerindeki gelișmeler örnek olarak gösteriliyor. Bir digger kriter de çember sakallı olmak. Bu görsel sadece her çember sakallının cahil, hem de kara cahil olduğunu söylemiyor ayrıca șiddet dolu, korkunç adamlar olduğu önyargısını besliyor. Bu da daha çok Batı merkezli bir mentalitenin propagandası gibi duruyor. Çember sakallının Batılıya korkunç gelmesini anlarım da bize, niye bu kadar korkunç geliyor bu. Ya da korkunç gelmesi gerekiyor. Komșumuz ya da yakın akrabamız çember sakallıyken bu korku politikası nedir? Oysa ki çember sakallı olup oldukça zeki, entellektüel olan insan da vardır ve bu insanlar șiddet dolu değil barıș dolu da olabilirler. Peki bu resmin kaçırdığı, ya da sakladığı diğer cahillikler nelerdir? Bu resmi paylașanlar bu cahilliklerin de farkında mı? Iște bir can alıcı nokta da bu.


Bir diğer cehalet de cahilliği sadece çember sakallıda aramak değil midir? Peki

  • Bol yıldızlı apoletleriyle paşalarının kıçını yalayan cehalete ne demeli? 
  • Kapitalinin űstűnű bayraklarla, hem de kanlı bayraklarla, őrten milliyetçi-kapitaliste sessiz kalan cehalete ne demeli? 
  • Yűzyıllardır birlikte yasadığı insanların sosyal, ekonomik, ve politik haklarının çiğnendiğini gőrűp de sessiz kalan cahilliğe ne demeli? 
  • Kendi cocuklarını yiyen bir canavara dőnűşműş bir devlete durmadan asker çocuk doğurur, kirli savaşlara kurban eder sonra da “vatan sağolsun” diyen cahilliğe ne demeli?

Oct 16, 2012

Anne Kürt ne demek?

Böyle insanlara ve yazılara çok ihtiyaçı var bu ülkenin.

Foto: Nehir Ida


http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/anne-kurt-ne-demek-1448

-- didem koryürek

Altı yıl önceydi. O zaman 7 yaşında olan kızım hayatında ikinci kez, annemin oturduğu Küçükçekmece'de sokakta oynamaya çıkmıştı. Eve geldiğinde meraklı bir ifade ile yüzüme baktı ve 'Anne Kürt ne demek' diye sordu. Şaşırdım önce. Sonra dilimin döndüğünce Kürt kimliğinden ve dilinden söz ettim. Bir Fransız okuluna giden kızım 'Yani Fransızlar gibi mi? Onların da Fransızlar gibi ayrı bir dili mi var?' dedi '. Güldüm, ‘Evet, Fransızlar gibi’ dedim. Sonra Kardeş Türküler’den Kürtçe bir şarkı dinlettim. Ardından niye birdenbire tüm bunları merak ettiğini sordum. Küçücük kızımın boncuk gözlerinden tuhaf bir bulut geçti adeta. ‘Sokaktaki kızlar Kürt çocukları ile oynayamazlarmış. Yoksa anneleri kızarmış. Benim de oynamamam lazımmış. Ama ben oynamak istiyorum’ dedi. O an yüreğime saplanan acıyı bugün tarif etmek çok zor. Yalnızca kulaklarımın uğuldadığını ve ‘Biz ne zaman bu kadar acımasız olduk? Biz ne ara çocuklarımızın arkadaşı olan diğer çocukları Türk-Kürt diye ayırmaya başladık? Biz nasıl anneler haline geldik, nasıl korku doluyuz ki küçücük yaşlarında çocuklarımızın kalplerine nefret sokabiliyoruz?’ diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Sonra annemin evinin tam karşısındaki, yeni ama çirkin apartmanın küçücük alt kat penceresine daha bir dikkat ile bakmaya başladım. O pencerede beyaz başörtüsünün ucu ile ağzını kapatan çok genç bir kadın, bir yandan bebeğini camdan baktırıyor, diğer yandan sokakta oynayan oğluna Kürtçe sesleniyordu. Ev iki göz oda olmasına rağmen, iki kardeş, iki gelin ve on kadar çocuk bir arada yaşıyorlardı. Evin kadınları hemen hiç dışarı çıkmıyor, erkekler ise her akşam ellerinde torba torba ekmek ile geliyorlardı. Çocukları Türkçe’yi zor konuşuyordu. Bisikletleri, patenleri ya da sarı saçlı bebekleri yoktu...

Yıllar içinde mahallenin istenmeyen çocukları büyüdü. Camdan bakan bebek ilkokula başladı. Tuba benim kızım ile yaşıt, güzel gözlü bir genç kız oldu. Abileri yakışıklı birer delikanlı oldular. Ne zaman anneme gitsem hala kendimi balkondan gizlice onları gözlerken yakalıyorum. O çocukların gözlerinde öfke görüyorum. Hala o mahalleden bir tek anneme ‘Günaydın Taylan Teyze’ diyorlar. O çocuklar kırgınlıklarını dik başlı bir gurur ve gizli ama yakıcı öfke ile perdeliyorlar. Gözlerinde görüyorum. Ve ben hala o çocukların gözlerine baktığımda utanıyorum. Tüm o mahalle adına, tüm bir ülke adına utanıyorum... Bugün şehitlere mi ağlamalı, dağda ölenlere mi tartışmalarından utandığım gibi utanıyorum. İster asker, ister dağda gerilla olsun, hepsi bu ülkenin çocukları değil mi? Gencecik yaşında ölen o çocuklardan dolayı utanıyorum. Ve tüm bunlardan hiç utanmayanlardan dolayı, çok hem de pek çok utanıyorum...

Oct 11, 2012

için

"Asıl adım Ahmed Önal, Ahmed Arif olarak bilinirim. Yaşamım boyunca hakkı aradım; ezilenin ve güçsüzün yanında durdum. Memleketlilerim sömürülmesin, memleketlilerim kullanılmasın, memleketlilerim ölmesin diye konuştum. Eşitlik için yazdım, eşitlik için söyledim, eşitlik için dayak yedim, eşitlik için sövdüm. O günleri göremeyeceğimi bilsem de birilerine o günleri gösterebilmek için öldüm. "


-- Ahmed Arif...

Oct 9, 2012

Hayat Larus

Hayat Larus, belleğimizdeki kişisel an’ların bir araya getirildiği bir mecra, bir an’ı toplama merkezi. Hayatımız boyunca tesadüf ettiğimiz insanların, nesnelerin, biçimlerin ve hayallerin buluştuğu bir yer. Çocukluğumuzun kanepesinde başucumuzda duran Büyük Larousse’a sıcak bir gönderme. Furüğ Ferruhzad’ın gökyüzüne çaldığı renkten birazını sözcüklere bulaştıralım ve sözlerimizi birlikte söyleyelim istedik.
Hoş geldin arkadaşım!
İnsan ölür. Sen an’ı hatırla…

Böyle diyor sitenin tanıtımı. Hoș değil mi?

Bir anı da șöyle bașlıyor


Abu Dabi doğumluydu. Babası konsolostu. İlkokulu Roma’da, ortaokulu Oslo’da, liseyi Bağdat’ta okumuştu. Tek başına United Colors Of Benetton’du.
Babasının tayini İstanbul’a çıkınca bizim üniversiteye gelmişti. Aynı fakültedeydik. Zaten böyle insanlarla bir araya gelebildiğimiz tek yer üniversiteydi.

Adı Aylin’di. Çok güzeldi. Ve körkütük âşıktım.
Mahcup, hüzünlü bir ifadesi vardı. Sanki dünyanın bütün kötülüklerinin müsebbibi kendisiymiş gibi bakardı. Hep gülümsesin isterdim. Çünkü güldüğü zaman içimdeki bütün ağaçlar çiçek açardı.  --- Gerisini oku ---
 

Sıcak, insanca, umut dolu bir proje gibi geldi bana. Yazılan anılar bir jurinin elemesinden geçecek mi? Editör șöyle bi bakacak mı? Her gönderilen yayınlanacak mı? Bunlar belli değil. Belki de henüz belli değil.

Ama hoșuma gitti. Takip edeceğiz…
Burdalar http://www.hayatlarus.com/
Bakalım...


Oct 5, 2012

Yeni Savaș Stratejisi

Suriye konusunda Suriye'nin perspektifinden hiç haber duyuyor musunuz? Ben duymuyorum, görmuyorum. Bütün duyduğum, gördüğüm, okuduğum șey Suriye alehinde olanlar.Sanki Suriye diye bir ülke yok. Sanki hikayenin onlar tarafındaki kısmı yok.

Garip değil mi bu? Hadi medya ve bilgi kontrolünü biliyoruz da, bu ne? Bu kontrolden de bașka bir șey. Sanki savașa gidilse, düșmanı olmayan bir savașa gidilmis gibi olacak.

Bütün değișkenleri gerçekliği çarpıtmak için kontrol altında tutulmuș bir deney laboratuarına hapsedilmis gibi hissediyorum kendimi...

Zorla bir iki link (kaynak) buldum. Burda dursunlar (Ingilizce)

http://www.pbs.org/wgbh/pages/frontline/battle-for-syria

http://www.nationalreview.com/corner/302261/report-rebels-responsible-houla-massacre-john-rosenthal

http://www.pbs.org/wgbh/pages/frontline/foreign-affairs-defense/battle-for-syria/syria-the-crisis-the-rebels-the-endgame/#ha

http://www.aljazeera.com/indepth/interactive/syriadefections/2012730840348158.html

Oct 4, 2012

Çocuklar ölebilir yarın

Çocuklar ölebilir yarın,
Hem de ne sıtmadan ne kuşpalazından
Düşerek de değil kuyulara filân;
Çocuklar ölebilir yarın,
Çocuklar sakallı askerler gibi ölebilir yarın,

Çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında,
Ne bir santim kemik, ne bir damla kan,
Çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında
Arkalarında bir avuç kül bile değil
Arkalarında gölgelerinden başka bir şey bırakmadan.

Nazım Hikmet Ran

Eski Bir Askerin Ağzından

"Bizi savaşa gönderenler tetik çekmek ya da havan topu ateşlemek zorunda değiller. Onlar savaşmak zorunda değiller, sadece savaşı satmak zorundalar. Askerlerini isteyerek yıkıma gönderecek bir halka ihtiyaçları var. Sorgulamadan öldürecek ve ölecek askerlere ihtiyaçları var."
- Irak'ta onbaşı olarak görev yapmış 
ve yaptıklarından pişman olmuş bir eski asker 
ABD'li Mike Prysner, 2008 

Oct 2, 2012

Barış

Çocuğun gördüğü düştür barış,
annenin gördüğü düştür barış,
ağaçlar altında sevdalıların sevda sözleridir barış;
Gözlerinin içinde uçsuz bucaksız bir
gülümseme elinde yemiş dolu bir zembil ve
alnında ter tomurcukları,
Pencerede suyu soğutan testideki damlalar gibi;
Akşam üstü eve dönen babadır barış,
Dünyanın yüzünde yara izleri kapanırken
ağaçlar diktiğimizde
havan mermilerinin kazdığı çukurlara;
Yangının kavurduğu yüreklerde
ilk tomurcuklarını açarken umut
ve ölüler kanlarının boşa gitmediğini bilerek
yana dönüp içerlemeksizin uyuyabildiklerindedir
barış…
Barış yemek kokusudur tüten,
Aksamlayın
arabanın yolda durmasının korkutmadığı,
Kapı çalınmasının dost demek olduğu,
Ve pencereyi saat başı açmanın renklerinin uzaktaki çanlarıyla
gözlerimizin bayram etmesini sağlayan
gökyüzü demek olduğu zamandır barış;
Barış bir bardak sıcak süt ve bir kitaptır,
Uyanan çocuk önünde
başaklar birbirlerine eğilip işte ışık ışık ışık dedikleri
Ve ufuk çemberi ışıkla dolup taştığı zamandır barış;
Hapisaneler onarılıp kitaplıklar yapıldığı zaman,
Eşikten eşiğe bir türkü yükseldiği zaman
geceleyin,
Cumartesi akşamları mahalle berberinden çıkan yeni tıraş olmuş
bir işçi gibi baharda ay buluttan çıktığı zamandır barış;
Geçmiş gün yitirilmiş bir gün olmadığı, sevinç yapraklarını akşamın içine salan bir kök ve kazanılmış bir gün hak edilen bir uyku olduğu zaman acıyı kovmak için zamanın dört bir bucağından güneşin hemen ayaklarını bağladığını duyduğun zamandır barış.......
Barış ışınlar demetidir yaz ovalarında iyilik alfabesin tanın dizlerinde,
Kardeşim dediğin yarın kuracağız dediğin zaman kuracağız dediğimizi kurunca
türkü çağırdığımız zamandır barış;
Ölüm yüreklerde az yer kapladığı ve güvenli parmaklarla
mutluluğu gösterdigi zaman bacalar;
ikindi vaktinin büyük karanfilini
ozan ve proleter aynı şekilde kokladığı zamandır barış;
insanların sıkışan elleridir barış,
Dünyanın masasındaki ekmektir,
Gülümsemesidir annenin
Budur yalnızca
başka bir şey değildir barış
Ve toprakta derin yarıklar açan sabahlar
tek bir sözcük yazarlar,
Barış başka bir şey değil barış;
Dizelerimin rayları üzerinde
buğday ve güller yüklenmiş geleceğe doğru yol alan bir trendir barış,
Kardeşlerim barış içinde derin derin soluk alıyor tüm dünya bütün düşleriyle
verin ellerinizi kardeşlerim işte budur barış…..


Yannis Ritsos

Sep 28, 2012

Istifa Edin!


Halkının anayasal hakları ve bireyin özgürlüğünü kısıtkayan "hassasiyetini" kontrol edemiyorsan üstüne aldığın ișin ehli değilsin demektir. Bırak hükümet olma. Bırak devlet olma. Bırak o halkinin hassasiyeti dediğin șey sıçsın içine memleketin ve her șey inceldiği yerden kopsun.

Radikalin haberi
Vicdani retçi Halil Savda ve beraberindekilere 700 kilometre boyunca ilk müdahale Bahçeli ilçesinde yapıldı. Emniyet, 'halkın hassasiyetleri' yüzünden grubu ilçeye almadı

Sep 27, 2012

Devrimci olmak

Henry Giroux űnlű eleştirel pedagolardan/eğitimcilerden biridir. Boston Universitesindeyken salt ideolojik nedenlere dayalı olarak doçentliği verilmemiş ve işten atılmıştır. Oldukça zor anlar yaşamıştır. Bűtűn bunları Henry’ye ve diğer ilerici akademisyenlere yaşatan kişi John Silber adlı yőneticidir.

John Silber’in őlűm haberini alınca Henry Higher Education Chronicals’ın sitesine aşağıda yazılı notu bırakmış. “Ya kőtűydű, o*uspu çocuğuydu ama iyi adamdı dememiş.”

Ne iyi etmiş.
Devrimci olmak biraz da bu koşullandırılmış iyilik meleği olmaktan kurtulmaktır. Işte Henry'nin yazısı.

"John Silber tanıdığım, en şeytan ruhlu, ideolojik açıdan alabildiğine katı, ve en gerici üniversite yöneticilerinden biriydi. Politik sebeplerden dolayı bir çok fakűlte elemanını yaptıkları bilimsel araştırma ve katkılarına bakmaksızın işten attı ya da doçentliklerini vermedi. Insanları korkutup sindirmekten zevk almasının yanısıra korku, adam kayırma, ve aşağılamaya dayalı bir yőneticilik yaptı. Bir yőnetişim modeli olarak sűrdűrdűğű antidemokratik ve alabildiğine utançverici olan bu yőntem diğer benzer, űniversiteleri kendi derebeyliklerine dőnűştűrme amacında olan, yőneticiler için de bir model ve őrnek oldu. Çevresini de kendi kirli işlerini yaptırtabilecek bu ve benzer insanlardan seçerek kurdu. Akademi için bir utanç kaynağıydı.

Orjinali

" John Silber was one of the most mean spirited, ideologically rigid, and politically reactionary university administrators I ever met. He fired or denied tenure to people because of the political views, regardless of the quality of their scholarship. He enjoyed intimidating people and ruled through favoritism, fear, and humiliation. He sanctioned a model of governance that was as undemocratic as it was shameful and unfortunately it became a model for other wannabe administrators who wanted to turn their universities into tyrannical fiefdoms. He also surrounded himself with people who made a habit out carrying out his dirty work. He was a disgrace to academia."

Sep 26, 2012

Bu yollar yürünecek!

Siz gelmeseniz de bu yollar yürünecek diyorlar...
Keșke sizlerle olabilseydim.
Keșke sizinle yürüyebilseydim.
Selam size barıșın ve umudun insanları





Sep 25, 2012

Ölüm Yolunda Barış Yürüyüşü

 "Herkesten ricam bu yürüyüşü görmeleri ve bu yürüyüşte yer almaları.Bir saat olabilir yarım saat olabilir bize eşlik edebilirler. Veya bu barış mesajını, bir arada yaşama mesajını, Kürt sorununun demokratik barışçıl çözümü mesajını kamuoyunda sağduyu ile tartışılması yönünde çaba göstermelerini arzuluyorum!.." Halil Savda / Facebook sayfasi










Sep 22, 2012

Egemen Medya'nin Çekilmezliği

Hiç kimse Tűrkiye insanını (zekasını, onurunu, ahlakını, ve değerlerini) egemen medyanın aşağıladığı kadar aşağılayamaz. Bakın şu gazetelere (Milliyet, Hűrriyet, vb.), nasıl da salak yerine koyuyorlar bűtűn bir halkı. Nasıl da oynuyorlar değereleriyle insanların. Aynı sayfada hem değer verdiğiniz bir şeye ővgűler dűzűyor hem de aynı şeye sővűyor.

Bir sűtunda “yűreğimiz yandı” derken şehit edebiyatı yapıyor, hemen yandaki sűtunda sanki futbol maçından sőz edermiş gibi skor yarıştırıyor. Bir diğer sűtunda da bűyűk puntolarla “Mehmetçiğin terőriste attığı tokat kamerada” diye en aşşağılık dűzeyde bayağılaşabiliyor. Derdi değil őlen mehmetçik de dağdaki gerilla da. 

Adına yaşam ve aktűel verilen sayfalarda da hem pezevenklik yapıyor hem de erdem satıyor. Bir yandan “Bőyle de olmaz ki!”, “Aldatırken yakalandı!”, “Ahlaksızlar!” diye ahlak tellallığına soyunurken, őte yandan “kıç, bacak, meme” fotoğrafları satıyor. Bir fotoğrafa internetten bulunmuş diğer gelişi gűzel fotoğrafları yűkleyerek okuyucunun 20-30 sayfa ağzından salyalar akarak klik yapmasını sağlıyor. Bőylece her klikte sayfaya aldığı reklamların fiyatını yűkseltirken, bu űlkenin erkek egemen kűltűrűnden beslenen erkekliğe kadın gőrűntűleri sunuyor. Bir sayfada “zontalar sahile indi” diye turistlere bakanları gősterirken, őte yandan “Alman Helga Mustafa için deli oluyor” diyebiliyor.

Bu yayın organlarının bir diğer tiksindirici yanı da toplumdaki sorunlar karşısında takındıkları tavır ve duruşlar. Őrneğin toplumsal sorunlara yőnelik tavrı genelde yangına kőrűkle gitmesidir. Linçleri kőrűklemesi ve dűşmanlığı arttırmaya yőnelik bir dil kullanması nerdeyse suç dűzeyindedir. Bu dil ayrıca őylesine bilinçli, hesaplı ve kitaplı olarak populist ve őylesine futbol fanatikliğindedir ki bir sűrű doal faşisti sokağa dőkecek biçimdedir. Ama bilindiği űzre bu űlkede hukuk da ayaklar altındadır ve birilerine peşkeş çektirilmektedir. 

Kimdir bu gazette sayfalarını hazırlayanlar? Gazetecilik mi okumuşlar bunlar? Nerde okumuşlar? Etik diye bir şeyden haberleri var mı? Etik yerine etiksizlik mi őğrenmişler?

Sahi şu gazeteleri almama gibi bir protesto (boykot) eylemi neden kimseler dűzenlemiyor? Internet űzerinden de bunu gerçekleştirebiliriz aslında. Hadi gelin bunu organize edelim. 

Hadi onların anlayacağı dilden konuşalım. Paradan konuşalım. Duyarsızlığımız űzerinden para kazanmalarını engelleyelim. 

Ses edin, biryerlerden başlayalım.. 

Boykot edelim bunları...

Sep 19, 2012

Cardenal'den

20 yıl calıșmıșsın 20 milyon peso biriktirmek icin
Oysaki 20 milyon pesoyu sana vermek isterdik
O koșullarda calıșmak zorunda kalmayasın diye...

You were worked twenty years
to pile up twenty million pesos
but we’d give you twenty million pesos
not to have to work the way you’ve worked.”
 --Ernesto Cardenal

Sep 18, 2012

Mezarlarınıza tüküreceğim!

Bu yazıyı mutlaka okumalısınız. Bloga aldım ki kaybolup giderse kopyası kalsın elimde.


Şebnem Korur Fincancı
http://evrensel.net/news.php?id=36345

Etrafımız kutsallıklar ve kutsamalarla sarılmış, elimizi kolumuzu oynatamaz durumdayız. Kutsal “vatan” ile başlayan, bu kutsamanın sürdürülebilirliği için olmazsa olmaz kutsal “aile” ile devam eden bir dizi kutsallık hepimizi esir almış ne zamandır. Kutsallıklar hep ürkütmüştür beni işin doğrusu. Birinin kutsalı öbürünün laneti olabilir kolayca. Kutsallık atfedilen değerler olunca, bu değerlerin dışında kalanlar da olacaktır kaçınılmaz olarak. Kutsadığınız kadar lanetlersiniz ve lanetlisinizdir zira.
Kutsallarınızı seçtiğinizi sanıp, yanılsamalar içinde yaşarsınız. Vatanla başlayan kutsallıklar dizisi, insanın en mahrem yerlerine doğru sızarken dayatılan kuşatma içinde, kendinizi birilerinin mezarına tükürürken bulabilirsiniz.
Bir insanın yaşayabileceği en büyük acı çocuğunun ölümüne tanıklık etmek zorunda kalmasıdır. Hayatın olağan akışı, çocukların üzücü de olsa ana babalarının ölümüne tanıklık etmesidir. Ölümü ve dolayısıyla yaşamı anlamlandırmamızda, ana babalarımızın ölümü önemli köşe taşlarından birisidir. Yakınlarımızın bu ölümleri bizimle paylaşırken söyledikleri ve çok değerli bulduğum, “bu acıyı unutturacak acı yaşamayın” sözü de içinde çocuğunun ölümüne tanıklık etmeme dileğini barındırmaktadır. Ana baba ölümünü unutturacak ve yas süreci hiç kolay olmayacak ölüm bu olsa gerek, sanıyorum.
Uzun zamandır bu topraklarda insanlar çocuklarının ölümüne tanıklık ediyor. Derin acıyı hissederken, kutsal “vatan” sağ olsun söylemini de ağızlarından eksik etmemelerinde aslında bu ölümü anlamlandırma ve tahammül edilebilir kılma çabasını sezebiliyoruz. Kutsala atfedilen değer de bu ölümler sonrası yaşandığı gibi, zaman zaman acıların katlanılabilir olmasını sağlamak olmalı.
Peşpeşe yaşanan ölümler ve kutsallıklara sarılarak acıyı hafifletme girişimleri zamanla tehlikeli bir boyuta ulaşıyor sanki…
Bir insan çocuğunun ölümüne, ölüme gidişine adım adım tanıklık etme acısını yaşamışken, bu acıyı ırkçı bir nefretle karşılama davranışı geliştirebilmenin temelinde, kendi acısını kutsama ve bir diğerinin mezarına tükürerek rahatlama yatıyor. Hepimiz birbirimizin mezarına tükürmeye başlamadan bu gidişe dur demek gerekiyor.
Yaşananlar bana Boris Vian’ın; 1940’larda dünya ağır bir paylaşım savaşından çıktıktan sonra ABD’nde tırmanan, ırkçılığı anlattığı “Mezarlarınıza Tüküreceğim” romanını anımsattı. Hem de yazarın ironik biçimde, bu kitabından uyarlanan filme duyduğu öfkenin sonunda gelen ölümünü…
Birbirinin mezarına tüküren insanların olduğu bir ülkede yaşamaktan, kutsadıkları bütün o değerlerden ve kutsallıklarından utanç duyuyorum.
Acıyı paylaşabileceğimiz ve dostluk ve dayanışmaya dönüştürebileceğimiz bir dünyada yaşamak için mücadele edenler biraz olsun bu utancı hafifletiyor. Bu topraklarda Müge Tuzcuoğlu da yaşadığı için, ölümlerin acısını ayak tabanlarından derinde hisseden Halil Savda yürümeye devam ettiği için de kıvanç duyuyorum. Bir gün kimse kimsenin mezarına tükürmesin diye bu mücadele!