Öğretim sistemi, yaratıcılığın en büyük düşmanı ne yazık ki…
Sadece yaratıcılığın da değil, daha pek çok insani değerin. Öğretimle
ilgili tartışmaların çoğu sınav sistemleri, notlandırma yöntemleri,
müfredat içerikleriyle sınırlı kaldıkça gerçekten farklı ihtimalleri
görmek de zorlaşıyor. Milyonlarca lira harcanarak çift sınavdan tek
sınava, tekten çifte, sene sonu sınavlarından kredili sisteme, kısaca o
uygulamadan bu uygulamaya geçiliyor; ama öğretimin sorunlarına dair
temel meselelere hiçbir şekilde değinilmiyor.
Temel meseleler ne peki? Şöyle bir örnek vererek başlamak mümkün.
Anaokuluna giden çocuklara soruyorlar: “Telden yapılmış bir atacı kaç
farklı şekilde kullanabilirsiniz?” Bulunan farklı işlevlerin sayısı,
“divergent thinking” becerisi olarak değerlendiriliyor. “Divergent
thinking” tabirini bir meseleyi yahut nesneyi farklı şekillerde
düşünebilme, olaylara farklı açılardan bakabilme becerisi olarak
çevirebiliriz. Araştırmada çocukların % 98’i “dahi” sınıfına girecek
kadar başarılı oluyor. Araştırma ilerki yıllarda tekrarlanıyor. Aynı
çocuklara bu soru 8-10 yaş arasında soruluyor. “Dahi” çocukların oranı
hemen hemen yarıya iniyor. 25 yaşına gelindiğinde bu oran % 2’lere kadar
geriliyor. (Sir Ken Robinson’un TED konuşmasından)
Burada öncelikle vurgulamak istediğim husus şu: Çocukluk ve ergenlik süresince insanların belli melekeleri sistemli bir şekilde köreltiliyor.
Doğru cevap bulmaya yönelik bir öğretim yöntemi gün be gün yanlış
cevapları, yani hata yapabilme cesaretini ve dolayısıyla yaratıcılığı
yok ediyor. Başka bir yoldan gitmek, farklı şekillerde düşünmek,
denemek, yanılmak, yeniden denemek… bunları kaybediyoruz. En önemlisi öğrenme hevesini kaybediyoruz.
Oysa en basit gözüken soruların bize yıllarca ezberletilen cevapları
birçok problem barındırıyor. Her sorunun ve “doğru cevabın” arkasında
kocaman bir tarihsel-ideolojik yapı oluyor. Örnek: İstanbul kaç yılında
fethedildi? Birçoğumuz düşünmeye bile gerek duymadan 1453 cevabını
veririz. Ama İstanbul bir kez fethedilmedi ki…Hangi fetihten
bahsediyoruz? Daha öncesi yok mu? Fethedenler, fetih tarihi olarak 857
diye kayıt düşmüşler, biz neden 1453 diyoruz? Fethedilen şehrin o
dönemki adı Konstantinopolis (Konstantiniyye), neden “İstanbul’un fethi”
diyoruz? Neden fethetmek? Mesela neden işgal etmek değil? Fethetmek ve
işgal etmek arasındaki fark ne? Uzun süren işgaller bir süre sonra fetih
olarak mı adlandırılıyor? En önemlisi, geçmişte olmuş olayların yılını
ezberlemek bizim hayatımıza ne katıyor?
Buradaki amaç İstanbul’un fethine dair bir tartışma açmak değil. Amaç
bir “doğru cevabın” karşısında çocukça ve hatta aptalca görünen
birtakım sorular sormak. İddiam o ki aslında bu aptalca sorular tarihsel
seyre dair çok daha önemli meselelere işaret ediyor. Tarih diye
öğrendiğimiz bilginin tarafsız olmadığını, çelişkiler barındırdığını
gösteriyor. Bakılan yere göre isimler, tarihler, anlamlar değişebiliyor.
“Doğru” cevapların başka ülkelerde veya başka zamanlarda gayet “yanlış”
olabileceğine işaret ediyor.
Çocuklara bunları öğretmek, 1453’ü öğretmekten bana göre çok daha anlamlı. Oysa ne acı ki öğretim
adı altında sorgulama yeteneğini, eleştirelliği, hevesi, merakı,
yaratıcılığı, olaylara başkalarının açısından bakmayı, daha doğrusu
olaylara farklı yöntemlerle bakma becerisini kaybediyoruz.
Verili şıklar arasında doğru cevapları arayarak, testlerde hız kazanmaya
çalışırken şüphe etmeyi unutarak, hapisten bozma sınıflara tıkılarak,
yaşamaya-sevmeye dair meselelere hiç dokunmadan bize sunulmuş bilgiler
altında eziliyoruz.
Eziliyoruz, tam anlamıyla eziliyoruz. Yakın zamanda tanıştığım 8
yaşında bir kızın annesi, kızına yaz tatilinde test çözdüremediğinden
yakınıyordu. Bir arkadaşı kızına günde 6 saat test çözdürüyormuş; bunu
duyunca kendini kötü hissetmiş, eksik hissetmiş. Süreleri (soru başına
düşen saniyeyi) şimdiden azaltmak gerekiyormuş başarılı olmak için.
Ben testin öğrenme hevesini körelttiğini söylediğimde 5-9 yaş
arasının çocuklara “yükleme yapmak” için en uygun zaman olduğunu,
sonradan çocukların öğrenme kabiliyetlerinin azaldığını, o yüzden şu
zamanın “iyi değerlendirilmesi” gerektiğini anlattı bana. Ne diyeceğimi
şaşırdım. İyiden kasıt ne, başarıdan kasıt ne? Oysa büyük ihtimalle çocukların öğrenme kapasitesinin hızla azalmasının birinci müsebbibi bu öğretilenler…
Kadının endişesini daha pekçok çok insan paylaşıyor. Sonuçta o
testlerde başarılı olmak ve olmamak çevrenizin hakkınızdaki yargılarını
belirliyor. Türkiye’de “cahil olmak”, okumamış olmak en hakir görülen durum.
Hemen her toplumsal mesele cahillik ekseninde ele alınıyor, eğitim
ciddi bir statü (dolayısıyla dışlama) vazifesi görüyor. Dershaneler,
özel üniversiteler, özel dersler, çocuklar için yarışma havasında geçen
uzun yıllar… Kocaman bir sistemin içinde birtakım istatistiki
değerlerden ibaret insanlar. Milyonlarca kişi yüzdelik dilimlerin bir
yerinde; listelerin, sıralamaların içinde kaybolmuş halde. Bu sistemin
içinde olmak çok zor; ama dışında kalmak daha zor.
Yeni değil dediklerim: Bu şekildeki bir öğretim sistemi insanları aptallaştırır. Öncelikli olarak itaat etmeyi öğretir.
Hoca geldi ayağa kalk, tören yerinde ufak çapta askercilik oyna, daha 6
yaşında kapalı mekanlara hapsol, denileni yap, emirlere uy! Okullarda verilen bilginin içeriği ikinci derecede önemlidir. İlk amaç, halkı çocukluktan başlayarak hizaya çekmek.
Zaten birçok derste aynı bilgileri tekrar, tekrar ve tekrar
görüyoruz, oradan anlamak mümkün meselenin içerik olmadığını.
Hatırlayın, ilkokuldan itibaren neler gördünüz: Osmanlı fetihleri,
Karlofça Antlaşmasının maddeleri, Atatürk’ün Samsun’a ayak basışı, Sivas
Kongresi… İlkokuldan üniversiteye döndüre döndüre anlatıldı bunlar. Ne
işe yaradığı belli olmayan müfredatın iç sıkan bilgileri: İfade etme
güçlüğü çeken insanlara yüklem, edat buldurmak. Çocuklara, Atatürk’ün
laflarının konu diye belirlendiği birbirinin kopyası kompozisyonlar
yazdırmak, resimler çizdirmek. Blok flütle insanları müzikten soğutmak;
solfejlerle, marşlarla insanın içindeki melodiyi söküp almak… Din
kültürü ve Ahlak Bilgisi adı altında suya sabuna değmeyen, İslam
ahlakına bile hakkını veremeyen kısıtlı bir dünya görüşünü aşılamaya
çalışmak. Coğrafya dersinde farklı coğrafyalar ve farklı kültürlerden
alabildiğine korkmak. Memleketin tepelerinin-dağlarının isimlerini
belletirken öğrencileri doğadan, topraktan, mevsimlerden koparmak. Büyük
bir çoğunluğun hayatlarıyla bağlayamadığı polinomlarla, fonksiyonlarla
çocukları boğmak. Kısaca amaç at gibi koşmayı, verileni yutmayı, denileni yapmayı öğretmek; yoksa içerik bahane. Bu kadar cehalet ancak eğitimle olur.
Sezai Ozan Zeybek
Dünyalılar
No comments:
Post a Comment