Bu yazıyı mutlaka okumalısınız. Bloga aldım ki kaybolup giderse kopyası kalsın elimde.
Etrafımız kutsallıklar ve kutsamalarla sarılmış, elimizi kolumuzu oynatamaz durumdayız. Kutsal “vatan” ile başlayan, bu kutsamanın sürdürülebilirliği için olmazsa olmaz kutsal “aile” ile devam eden bir dizi kutsallık hepimizi esir almış ne zamandır. Kutsallıklar hep ürkütmüştür beni işin doğrusu. Birinin kutsalı öbürünün laneti olabilir kolayca. Kutsallık atfedilen değerler olunca, bu değerlerin dışında kalanlar da olacaktır kaçınılmaz olarak. Kutsadığınız kadar lanetlersiniz ve lanetlisinizdir zira.
Kutsallarınızı seçtiğinizi sanıp, yanılsamalar içinde yaşarsınız. Vatanla başlayan kutsallıklar dizisi, insanın en mahrem yerlerine doğru sızarken dayatılan kuşatma içinde, kendinizi birilerinin mezarına tükürürken bulabilirsiniz.
Bir insanın yaşayabileceği en büyük acı çocuğunun ölümüne tanıklık etmek zorunda kalmasıdır. Hayatın olağan akışı, çocukların üzücü de olsa ana babalarının ölümüne tanıklık etmesidir. Ölümü ve dolayısıyla yaşamı anlamlandırmamızda, ana babalarımızın ölümü önemli köşe taşlarından birisidir. Yakınlarımızın bu ölümleri bizimle paylaşırken söyledikleri ve çok değerli bulduğum, “bu acıyı unutturacak acı yaşamayın” sözü de içinde çocuğunun ölümüne tanıklık etmeme dileğini barındırmaktadır. Ana baba ölümünü unutturacak ve yas süreci hiç kolay olmayacak ölüm bu olsa gerek, sanıyorum.
Uzun zamandır bu topraklarda insanlar çocuklarının ölümüne tanıklık ediyor. Derin acıyı hissederken, kutsal “vatan” sağ olsun söylemini de ağızlarından eksik etmemelerinde aslında bu ölümü anlamlandırma ve tahammül edilebilir kılma çabasını sezebiliyoruz. Kutsala atfedilen değer de bu ölümler sonrası yaşandığı gibi, zaman zaman acıların katlanılabilir olmasını sağlamak olmalı.
Peşpeşe yaşanan ölümler ve kutsallıklara sarılarak acıyı hafifletme girişimleri zamanla tehlikeli bir boyuta ulaşıyor sanki…
Bir insan çocuğunun ölümüne, ölüme gidişine adım adım tanıklık etme acısını yaşamışken, bu acıyı ırkçı bir nefretle karşılama davranışı geliştirebilmenin temelinde, kendi acısını kutsama ve bir diğerinin mezarına tükürerek rahatlama yatıyor. Hepimiz birbirimizin mezarına tükürmeye başlamadan bu gidişe dur demek gerekiyor.
Yaşananlar bana Boris Vian’ın; 1940’larda dünya ağır bir paylaşım savaşından çıktıktan sonra ABD’nde tırmanan, ırkçılığı anlattığı “Mezarlarınıza Tüküreceğim” romanını anımsattı. Hem de yazarın ironik biçimde, bu kitabından uyarlanan filme duyduğu öfkenin sonunda gelen ölümünü…
Birbirinin mezarına tüküren insanların olduğu bir ülkede yaşamaktan, kutsadıkları bütün o değerlerden ve kutsallıklarından utanç duyuyorum.
Acıyı paylaşabileceğimiz ve dostluk ve dayanışmaya dönüştürebileceğimiz bir dünyada yaşamak için mücadele edenler biraz olsun bu utancı hafifletiyor. Bu topraklarda Müge Tuzcuoğlu da yaşadığı için, ölümlerin acısını ayak tabanlarından derinde hisseden Halil Savda yürümeye devam ettiği için de kıvanç duyuyorum. Bir gün kimse kimsenin mezarına tükürmesin diye bu mücadele!
No comments:
Post a Comment