Foto: Nehir Ida |
-- didem koryürek
Altı yıl önceydi. O zaman 7 yaşında olan kızım hayatında ikinci kez, annemin oturduğu Küçükçekmece'de sokakta oynamaya çıkmıştı. Eve geldiğinde meraklı bir ifade ile yüzüme baktı ve 'Anne Kürt ne demek' diye sordu. Şaşırdım önce. Sonra dilimin döndüğünce Kürt kimliğinden ve dilinden söz ettim. Bir Fransız okuluna giden kızım 'Yani Fransızlar gibi mi? Onların da Fransızlar gibi ayrı bir dili mi var?' dedi '. Güldüm, ‘Evet, Fransızlar gibi’ dedim. Sonra Kardeş Türküler’den Kürtçe bir şarkı dinlettim. Ardından niye birdenbire tüm bunları merak ettiğini sordum. Küçücük kızımın boncuk gözlerinden tuhaf bir bulut geçti adeta. ‘Sokaktaki kızlar Kürt çocukları ile oynayamazlarmış. Yoksa anneleri kızarmış. Benim de oynamamam lazımmış. Ama ben oynamak istiyorum’ dedi. O an yüreğime saplanan acıyı bugün tarif etmek çok zor. Yalnızca kulaklarımın uğuldadığını ve ‘Biz ne zaman bu kadar acımasız olduk? Biz ne ara çocuklarımızın arkadaşı olan diğer çocukları Türk-Kürt diye ayırmaya başladık? Biz nasıl anneler haline geldik, nasıl korku doluyuz ki küçücük yaşlarında çocuklarımızın kalplerine nefret sokabiliyoruz?’ diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Sonra annemin evinin tam karşısındaki, yeni ama çirkin apartmanın küçücük alt kat penceresine daha bir dikkat ile bakmaya başladım. O pencerede beyaz başörtüsünün ucu ile ağzını kapatan çok genç bir kadın, bir yandan bebeğini camdan baktırıyor, diğer yandan sokakta oynayan oğluna Kürtçe sesleniyordu. Ev iki göz oda olmasına rağmen, iki kardeş, iki gelin ve on kadar çocuk bir arada yaşıyorlardı. Evin kadınları hemen hiç dışarı çıkmıyor, erkekler ise her akşam ellerinde torba torba ekmek ile geliyorlardı. Çocukları Türkçe’yi zor konuşuyordu. Bisikletleri, patenleri ya da sarı saçlı bebekleri yoktu...
Yıllar içinde mahallenin istenmeyen çocukları büyüdü. Camdan bakan bebek ilkokula başladı. Tuba benim kızım ile yaşıt, güzel gözlü bir genç kız oldu. Abileri yakışıklı birer delikanlı oldular. Ne zaman anneme gitsem hala kendimi balkondan gizlice onları gözlerken yakalıyorum. O çocukların gözlerinde öfke görüyorum. Hala o mahalleden bir tek anneme ‘Günaydın Taylan Teyze’ diyorlar. O çocuklar kırgınlıklarını dik başlı bir gurur ve gizli ama yakıcı öfke ile perdeliyorlar. Gözlerinde görüyorum. Ve ben hala o çocukların gözlerine baktığımda utanıyorum. Tüm o mahalle adına, tüm bir ülke adına utanıyorum... Bugün şehitlere mi ağlamalı, dağda ölenlere mi tartışmalarından utandığım gibi utanıyorum. İster asker, ister dağda gerilla olsun, hepsi bu ülkenin çocukları değil mi? Gencecik yaşında ölen o çocuklardan dolayı utanıyorum. Ve tüm bunlardan hiç utanmayanlardan dolayı, çok hem de pek çok utanıyorum...
Sonra annemin evinin tam karşısındaki, yeni ama çirkin apartmanın küçücük alt kat penceresine daha bir dikkat ile bakmaya başladım. O pencerede beyaz başörtüsünün ucu ile ağzını kapatan çok genç bir kadın, bir yandan bebeğini camdan baktırıyor, diğer yandan sokakta oynayan oğluna Kürtçe sesleniyordu. Ev iki göz oda olmasına rağmen, iki kardeş, iki gelin ve on kadar çocuk bir arada yaşıyorlardı. Evin kadınları hemen hiç dışarı çıkmıyor, erkekler ise her akşam ellerinde torba torba ekmek ile geliyorlardı. Çocukları Türkçe’yi zor konuşuyordu. Bisikletleri, patenleri ya da sarı saçlı bebekleri yoktu...
Yıllar içinde mahallenin istenmeyen çocukları büyüdü. Camdan bakan bebek ilkokula başladı. Tuba benim kızım ile yaşıt, güzel gözlü bir genç kız oldu. Abileri yakışıklı birer delikanlı oldular. Ne zaman anneme gitsem hala kendimi balkondan gizlice onları gözlerken yakalıyorum. O çocukların gözlerinde öfke görüyorum. Hala o mahalleden bir tek anneme ‘Günaydın Taylan Teyze’ diyorlar. O çocuklar kırgınlıklarını dik başlı bir gurur ve gizli ama yakıcı öfke ile perdeliyorlar. Gözlerinde görüyorum. Ve ben hala o çocukların gözlerine baktığımda utanıyorum. Tüm o mahalle adına, tüm bir ülke adına utanıyorum... Bugün şehitlere mi ağlamalı, dağda ölenlere mi tartışmalarından utandığım gibi utanıyorum. İster asker, ister dağda gerilla olsun, hepsi bu ülkenin çocukları değil mi? Gencecik yaşında ölen o çocuklardan dolayı utanıyorum. Ve tüm bunlardan hiç utanmayanlardan dolayı, çok hem de pek çok utanıyorum...
3 comments:
Tüylerim diken diken oldu. Benzer bir halde büyümüş biri olarak.
Kurtlerin azinlikta oldugu yerlerde farkli olduklarinin kotu bir sekilde hissettirilmesi onlara onu hissettirenlerin ayibi olabilir ancak. Ilk defa ABD'de doktora sirasinda Istanbul' lu bir arkadasimdan Kurtleri konu alan tonla "ozlu" sozu duydum. Istanbullu'larin kurtleri boyle gormesine cok sasirmistim. Benim Malatya'daki cevremde egitimli,egitimsiz, kurt turk o kadar cok insan vardi ki birini digerinden ayirip stereotipler uretmek mumkun degildi. Sadece dini kutuplasmalar cok fazlaydi. Istanbul' lu arkadasim da beni tanidiktan sonra kafasindaki Kurt imajini degistirmek yerine iyileri "outlier" ilan edip yoluna devam etti saniyorum.
Birkaç yaz önceydi sanırım. Foça'da ağaçlar yanmıştı. Bir arkadaşım o dönem sahilde iki ufak kızın konuşmasına şahit olmuş. Biri diğerine: "bu ağaçları kim yakmış biliyor musun? Kürtler yakmış." diyor. Diğeri de "Kürt kim?" diye soruyor. Çocuk da "bilmem" diye cevap veriyor. Beyne giren ilk koda bak çocuktaki. Kürt : ağaç yakan varlık. Kim bilir bizde ne kodlar var kimler için. Bu ülkede doğup da bu tip dataların girmediği beyin de bulmak mümkün değil:( :)
Post a Comment