Pages

Apr 24, 2012

Ressam (Sanatçı) Olmanın Dayanılmaz Izdırabı

Serpil'i (Odabası) bile canından bezdirdiniz ya helal olsun size. Ki Serpil öyle kolay kolay canından bezecek tiplerden değildir, bi tanısanız bana hak verirsiniz.....  Usandım diyor

"Usandım ya canımdan bezdim,
bir "sen mutlulugun resmini yapabilir misin ehiehi"
iki, bir kara kalem resim yaparım parmankalrını yersin,..
üç ; 'teyzesi benim kız bir resimler yapar aklın hayalin...'nerden teyzesi olduysam hemen,
dört,'benim bi portremi yapar mısınız? ' "


Ben de pis pis sırıtayım bari, napiim! Affet Serpil...


Apr 23, 2012

Ona okutun

Ece Temelkuran'dan

Bu yazıyı siz okumayın. Ona okutun. Ona... Canı sıkılmayana. Ne olup bittiğinden haberi olmayana... "Ama abi adamlar yapıyor be!" diyene okutun. "Abi sen de paranoya yapıyorsun be!" diyene okutun. Siz, "Ne olacak bu işlerin sonu?" derken sizin kederinize, endişenize karşı gülene okutun. "Abi onlar da hükümete karşı gelmeselerdi" diyene okutun. Umursamayana okutun bu yazıyı. Yoksa biz kendi aramızda konuşmuşuz ne yazar! Sorun onlara... 2005'te terör suçu gerekçesiyle tutuklanan insan sayısı 273 iken ne oldu da bu sayı 2010'da 12.897'ye çıktı. Bu ülkede aniden hudayinabit gibi terörist mi yetişmeye başladı? Sorun onlara... Dünyada terör gerekçesiyle tutuklu bulunan insan sayısı toplam 35.117. Türkiye'de aynı gerekçeyle tutuklu olan insan sayısı 12.897! Yani bu memleket dünyadaki toplam "teröristin" üçte birini barındıracak kadar mı çıldırmış? Sorun onlara... Bunda hiç mi bir çapanoğlu olamaz? Eğer bir ülke tutuklu gazeteci sayısında dünya lideri olmuşsa, Rusya ve Çin'i bile geçmişse, sorun bakalım, korku sırasının onlara da gelmeyeceğinden nasıl bu kadar emin oluyorlar?

Gözaltında azami sürat
Sorun onlara... Tutuklu gazetecilerin dünkü duruşması sürerken aynı anda neden onlarca avukatı birden gözaltına aldılar? Tutuklu gazetecilerin davasına giren avukatlar duruşmanın yarısında çıkıp arama yapılan evlere gitmek zorunda kaldılar. Onlar oraya giderken İzmit'te 17 Öğrenci Kolektifi, Halkevi tutuklaması oldu. Aynı esnada İzmir Belediyesi'ne baskın düzenlenip gözaltılar yapıldı. Yani yakalanan adama sahip çıkacak kadar sayıda adam kalmayacak dışarıda. Sorun onlara... Nedir bu öfke? Memleketin yarısını içeri alıp, diğer yarısıyla ne yapacaklar sorun!

Tutuklu gazetecilerin duruşması için dün sabah yola çıkarken, sizin de iyi bildiğiniz bir gazeteci arkadaşıma, "Gelmiyor musun?" diye sordum. Hiç duraklamadan şöyle dedi: "Ben gelmiyorum arkadaş. Korkuyorum." İnsanların endişesini dile getirmek için gittiği yerde fotoğraflanmaktan korktuğu bir ülkede nasıl yaşamayı düşünüyorlar sorun. Herkesin saklandığı, herkesin kaçtığı, yıldırıldığı bir ülkede kiminle konuşacaklarmış, sorun. Nasıl güleceklermiş? Kiminle yiyip içeceklermiş. Hapse atılan meslektaşlarının koltuklarında rahat oturabilecekler miymiş? "Van'da çocuklar soğuktan ölüyor" deyince bile insanların üzerine yüründüğü bir ülkede, sorun bakalım biliyorlar mı, kimi seveceklermiş? Aynaya nasıl bakacaklarmış? Sorun onlara, on yıl sonra çocuklarına, "Ben hapse atılan gazetecilerin yerine oturdum, gazetecilik yaptım" nasıl diyeceklermiş? Radikal Gazetesi'ne sorun. Ahmet Şık, haberleriyle o gazeteyi gazete yaptı. Aksini düşünen varsa, yüzüm burada, gelsin söylesin. Nerede meslektaşları? Radikal isminin üzerine oturanlar neredeydi dün duruşma esnasında! Milliyet'in genel yayın yönetmeni neredeydi? Niye o kadar az insan vardı? Korkuyorlardı. Benim de ödüm kopuyor, doğruya doğru.

Keyfiniz yerinde mi?
Şimdi sorun onlara, biz bu kadar korkmuşken nasıl keyfini çıkaracaklar "güçlü" tarafta olmanın? Ağzını kapatıp, kollarını, ayaklarını bağlayıp dövdüğün adamla övünür müsün? Var mı bu delikanlılıkta? Çağlayan Adliyesi önünden ayrılıyordum dün. Elime bir basın bildirisi tutuşturuldu. Onur Yaser Can. Mimar, ressam, dalgıçmış. 1982 doğumluymuş. ODTÜ mezunuymuş. Esrar satın alınırken yakalanıp gözaltına alınmış, Öyle fena işkence etmişler ki psikolojisi bozulmuş. Tecavüz de etmişler anlaşılan. Sonunda adaletsizliğe dayanamayıp kendini öldürmüş. Öylece yani. Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Sorun onlara! Bir gün dandik bir sebepten gözaltına düşüp işkence ve tecavüzle kafayı yedirtilip sonra da intihara bırakılmaktan hiç mi korkmuyorlar? Sorun onlara, bu kadar korkuyla yaşanır mı? Bu kadar korku varken hiçbir şey yokmuş gibi yapılır mı? Ben de korkuyorum. Ama hiçbir şey yokmuş gibi yapmak da gücüme gidiyor. Sorun onlara hiç mi güçlerine gitmiyor. Sizin gibi bir insanın hiç yoktan korku uydurduğuna nasıl kendilerini bu kadar iyi inandırabiliyorlar? Sorun onlara.

Apr 20, 2012

Hak, Hukuk ve Gündelik Faşizm

Almanya’daki ırkçıların olay çıkarması sebebiyle Almanya’nın bütün yabancı ișçileri “güvenli bir şekilde” sınır dıșı ettiğini düșünün bir.

 Radikal'de Yusuf Nazım'in bir yazısı

Kürt'tük, Ermeni'ydik, Rum'duk, bize her zaman gitmek düştü
‘Emet’te Kürt işçiler gitti, gerginlik bitti!’ Geçenlerde bir gazetenin başlığı böyle yazıyordu... Kütahya’nın Emet İlçesi Kaymakamı Sefa Güler, okul inşaatında çalışan işçilerle bir grup vatandaş arasında yaşanan gerginlikle ilgili olarak, “Bu işçileri güvenli bir şekilde Kütahya’ya sevk ettik” dedi.

Van ve Erciş’teki depremden sonra çalışmak için Kütahya’nın Emet ilçesine gelen Kürt işçilerle milliyetçi bir grubun kışkırttığı vatandaşlar arasında ‘omuz atma’ gerekçesiyle olaylar çıkar. Bir söylenti yayılır. Kürtler PKK bayrağı asmıştır. Ahali toplanır ve Kürt işçilere saldırırlar. Onları kovalar ve bir binada kıstırırlar. Güvenlik güçleri tedbir alır. İşçiler geceyi karakolda geçirir. Depremin vurduğu Kürt yoksulları, sabah olduğunda memleketleri Van’a geri gönderilirler. Durum böyle; yabancısı olduğumuz bir şehirde ‘omuz atıldığında’, bilinmeyen bir dilde ‘türkü söylendiğinde’ kışkırtılmış milliyetçiliğin körüklediği kalabalıkların oluşturduğu ‘taşkınlıklarda’ bize hep gitmek düşüyordu!


Yukarda alıntılanan yazıda sözü edilmeyen ama aslında konunun kendisinde içkin olan bir problem var. O da șu ilçedeki kaymakam’ın ve polisin, ve bekçinin, ve janadarmanın görevini yapmama, ya da görevini kendi ideolojik ve amaçları için kötüye kullanması. Ve asıl ordan gitmesi gerekenin Kürtler değil Kaymakamın, Polis șefiın, Jandarma komutanın, bu konuda dava açmayan savcının olmasıdır.

Bu yetkili șahıslar eğer bilerek görevlerini yerine getirmemișlerse, bu yetkiyi kendi keyfi inancına göre kötüye kullanmaktır. Bu nedenle bu kișiler hakkında dava açılmalıdır. Ayrıca o sokaktaki gruh ya da grupla bir ilișkileri varsa o grubun “halkı birbirine düșman etmeye kin ve hasetlik çıkarmaya yönelik" bir örgütlenme olarak ilan edilmesi ve bu kișilerin illegal örgüt üyeliğinden yargılanması gerekmektedir.

Yok, gerçekten bu adamlar bütün iyi niyetlerine rağmen ordaki ișçileri koruyamamıșlarsa, bu da adamların bu iș için yeterli bilgi, beceri ve yeteneklere sahip olmadıklarını ıspatlamaktadır ki bu da ișten atılmaları için yeterli bir gerekçedir.

Kürdüz, Ermeniyiz, Rumuz, ve bu ülkenin vatandașıyız. Siktiri boktan da olsa, taraflı hazırlanmıș bile olsa, hala bu yaslara dayalı hak ve hukuğun ișlemesini istemek en yasal hakkımızdır. Bu ülke belli bir grubun malı değildir. Bütün vatandașlarındır. Bize değil görevini gündelik fașizme peșkeș çekenlere gitmek düșüyor. Hem de hapishaneye...

Bi de biraz empati yahu. Düșünsenize, bir an Almanya’daki ırkçıların olay çıkarması sebebiyle Almanya’nın bütün yabancı ișçileri “güvenli bir şekilde” sınır dıșı ettiğini. Demezler mi Almanya’ya ulan senin ne biçim hukuğun var, ne biçim polisin var, valin var, kaymakamın var? Demezler mi senin devletinin de, hukuğunun da, polisinin de, askerinin de ta içine diye? Demezler mi ha?

Apr 14, 2012

Bir sevimli film ve koca bir Tűrkiye analizi

Biliyorum biraz geriden takip ediyorum sinemayı. Daha geçenlerde seyrettim Beynelmilel’i. Ne gűzel filmmiş o őyle. Ne gűzel betimlemiş bir sűrű olguyu; 70’li yılların devrimcilik ruhunu, kirlenmemiş aşkı, Kemalizmin ve Kemalizm destekli militarizmin halk űzerinde yarattığı o akla hayale sığmayan baskıyı.

70’lerin Devrimcilik Ruhu 
Hep ayarsız bir eleştiri vardır 60’lı ve 70’li yılların solu űzerine. Eleştirilmesin demiyorum ama eleştirinin bir haklılığı ve orantısı olmalı. Őldűrűp yerden yere vurmak değildir eleştirmek. Eleştiri yapıcı olmalı. Belki eleştirimizde yapıcı olmadığımız içindir ki birbirimizi yiyip duruyoruz. Birbirimizi yediğimiz içindir ki bir sűre sonra bakarız ki biz sosyal ve ekeonomik meseleleri tartışıp analiz edeceğimize kişilik problemlerimizi tartışır olmuşuz. Kuşkusuz bu kişilik problemi meselesinde (kişilik bozukluğu mu demeli yoksa?) kűltűrűműzden ve egemen ideolojiden payımıza dűşen şeylerin olumsuz etkilerini inkar etmemek gerekli (bu başka bir yazının konusu olabilir). Yani sonuçta, çok gűzel bir gençlikti, pırıl pırıldılar, inançlıydılar, ve en őnemlisi çok naiftiler. Ki o kadar kolay oyunlara geldiler ki, her devrimciyim diyene őylesine safça inandılar ki bu bile onların ne derece kirlenmemiş çocuklar olduklarını gőstermeye yeter. Kűltűrűn saçma sapan yőnlerine bile halkçılık adına eyvallah gősterdiler Ve sivil polisin, kontr gerillanın, ve faşist sağ milislerin topyekűn savaşina karşı sadece  kendini korumaya çalışmak için silaha sarılan o çocuklar “kardeşin kardeşi vurduğu” propagandasından sıçrayan kanlarla kirlendi ve kendini bir tűrlű aklayamadan 12 Eylűl geldi..

Filmde Haydar’ın (Umut Kurt) o inancı, cesareti, ve eylemliliğe olan gőnűllűlűğű çok hoştu. Zaten űç aya kalmaz bu cunta yıkılır derken gerçekten ciddidir. Ve Gűlendam’ın (Özgü Namal) “Eee halk da bir űç ay bekleyiversin” demesindeki saflığından kitap okumalara geçmesi ve yaşananları sorgulamaya başlaması yine çok başarılı verilmiş. Bőyle herkes birbirinin őğretmeni olmamış mıydı o zamanlar. Ne gűzeldi. Bilgi konuşulurdu arkadaşlar birara geldiğinde, şiirler okunurdu, ve yarınlara umutla bakılırdı.

Aşk, Devrim, ve Műcadele

Gülendam: Şey, senin kız arkadaşın da vardır şimdi üniversitede?

Haydar: Yoo, yoktur. Bunlar küçük burjuva alışkanlıkları hem ben artık devrimci oldum.

Gülendam: İyi yapmışsın vallahi.


Aşk! Hele aşk! O ergen çağında yaşanan ilk aşk ancak bu kadar gűzel verilebilirdi. Gűlendam ve Haydar ne gűzel yansıtmışlar o aşkı. Gőzlerindeki ışı ışıl parıldamalar içlerinin ve ideolojilerinin őzű kadar berraktı. 70'lerdeki aşkların kendine őzel gűzelliği ise aşkların kaçınılmaz olarak sosyal hareketlilik ve devrim aşkı ile birleşmesiydi. Ah aşksız devrim mi olurmuş? Őylesine bir aşk ki, kendini aşar; bir mahkumun penceresinde bir gűnűn ilk işıklarıyla bir gűvercin gőrme umuduna dőnűşűr; bir halkın őzgűrlűğűne dőnűşűr; bir yoksulun sıcak somun dűşűne dőnűşűr, bir kőrűn gőrmesine, sağırın notaları duymasına dőnűşűr.

Kemalizm, Kemalist Militarizm ve Gőnűllű Kolonyalizm 
Dűşűnűyorum da, bence Kurtuluş Savaşı verilirken de bu denli inançlı, coşkulu, umutlu, ve aşıktı Anadolu insanı. Sonra bir de baktı ki kendi devrimleri ellerinden çalınmış. Biryerde Desmond Tutu şőyle anlatıyordu Afrika’nın kolonileştirilmesini (*). Misyonerler geldiğinde, diyordu Titu, sadece Incilleri vardi ellerinde bizim de toprağımız. Sonra dediler ki hadi dua edelim. Gőzlerimizi kapadik ve dua ettik. Gőzlerimizi açtığımızda bir baktık ki onlar toprakları almıştı bizim elimde ise sadece Incil kalmıştı.  Bunun gibi Kemalizm bağımsızlık, hűrriyet, őzgűrlűk, efendilik vaad ederken savaşalım dedi. Anadolu Kőylűsű savaştı ve kazandı daha savaş zaferini kutlamaya vakit bulamadan baktı ki kendisi yine fakir, űstűne űstlűk uğrunda savaştıkları űlke batılılaşma – ileri uygarlık adı altında yendikleri dűşmana peşkeş çekiliyordu. Ve űlke sadece Atatűrk’űn Nutkunda sőylediği sőzlerle karın doyuruyordu. Kőylű űlkenin efendisi idi ama asıl sahibi de Asker idi. Űlke őzgűrdű ama tűrkűsű yasaktı, elbisesi yasaktı, dili yasaktı, alfabesi yasaktı. Gűn be gűn cahillikleri, doğulu (şarklı) oluşları tepelerine kakılmaya başlanmıştı. Oysa alfrangaya hayran olan Osmanlıyı yıkmamışlar mıydı bunlar? Eee bu garplılık aşılaması nerden çıkmıştı şimdi? (Ben buna gőnűllű kolonyalizm diyorum. Ve evet gerçekten de bőylesi bir kolonileşmenin dűnyada eşi benzeri yoktur. ) Herhalde hatanın bűyűğű kendilerindeydi. Işte bűyűk bir devrimden sonra ulusal őzbenlik ancak bőyle sarsılırdı. Anadolu halkının kendi kimliğinden utanmaya başlaması, kendini sevmemeye başlamasının altında bu aşağılamanın payı gőz ardı edilemez bence. Sonuçta bűtűn varoluşunu batıya paspas yaparken, űniformalı askeri koşulsuz karşı konulamaz bir otorite gőrdű Anadolu halkı. Sıradan bir er bile yeterdi bűtűn bir kőyű yerlerde sűrűndűrmeye…Beynelmilel’de de bu çok gűzel ortaya konuyor. Komutanın tavrı őnemli. Adam midesi bulanır gibi bakıyor halka. Kőpeğine bağırmadığı gibi bağıriyor. Ve insanların yaşamları űzerinde tam bir egemenliğe sahip. Saçlarını ve bıyıklarını kestirmeye karar verebiliyor ve bunda da bir an olsun dűşűnműyor, ve kimseler de sorgulamıyor, çűnkű bu őylesine doğal ki.

Bir űniformanın bir halk űzerinde bőylesi bir gűcű olmasının hesabını hala veremedi bu űlke. 12 Eylűlden kısa bir sűre sonra Istanbulda tiyatro oyuncuları iki tane çok ilginç deney yapmışlardı. Ilkinde ikici Dűnya Savaşı’ndan kalma űniformalarla sokakta (beyoğlunda sanıyorum) kimlik kontrolű yapmıştı ve nerdeyse insanların %99’u sorgusuz sualsiz kimliklerini gőstermişlerdi. Bir diğerinde ise siyah gőzlűkler takarak (kendilerine sivil polis gőrűnűmű vererek) yine kalabalık bir caddede insanlara yat-kalk gibi komutlar vermişlerdi hatta duvarı tutun gibi saçma emirler de vermişlerdi. Işte gelişmiş űlkeler dűzeyine getirmek adına insanları kőpek gibi ordudan ve devletin gűvenlik birimlerinden korkar hale getirmişlerdi.

Ve işin ilginç yanı hala bu olgular araştırılıp adam akıllı bilimsel bir çerçevede değerlendirilmedi. Ve işte onun içindir ki paşaları yargılamaya hala korkuyoruz… Işte bu ndenledir ki bence savcısı da hakimi de Kenan Evreni yargılama hakkını kendinde bulamıyordur, anlayamadıkları bir korku yaşıyorlardır. Bir koca ulus ancak bőyle kişiliksizleştirilebilirdi.

Filmin Bitişi 
Film bittiğinde de boğazımda o hep alışık olduğumuz dűğűm, ve içimde yine o bildik boşluk duygusu vardı. Şunlar geçiyordu aklımdan; Yav tamam her fırsatta ağzımıza sıçtılar, her başımızı kaldırdığımızda tepemize tepemize vurdular! Tamam! Anladık! Ama bari filimlerde őyle olmasa yahu. Haydar őlmeseydi! O ispiyoncu tanımasaydı Enternasyonel marşını ,paşalar salak salak marşı dinleyip gitselerdi ve sonra da bandoya ődűl verselerdi. Haydar ve Gűlendam beraber kırlarda koşup yere yıkılsalrdı ve őlesiye gűlselerdi faşizme. En sonunda da Haydar yaşananları kűçűk bavuluna koysaydı ve okula gőtűrseydi yaz anısı diye.

* When the missionaries came to Africa they had the Bible and we had the land. They said "Let us pray." We closed our eyes. When we opened them, we had the Bible and they had the land.

Apr 13, 2012

Bütün kara parçalarında

"... İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar. Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar. Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar bütün kara parçalarında, "

 

 

Cemal Süreya




Apr 12, 2012

Bir dağın gölgesi daha deniz'e düştü

Evrim Alataş

Evrim 12 Nisan 2010 tarihinde uzun süredir mücadele ettiği kanser hastalığına yenilerek Diyarbakır'da bulunan evinde yaşama veda etti.

Daha çok erkendi yahu, çok erken...


.
her dağın gölgesi deniz'e düştü. o gördü. hep gördü.
.
........

Kürdün efsanesi

(...)


Işığı bekleyeceğiz. gözümüzü yıldızlara dikip, 'buyurun, korkmayın, inin ışığın sofrasına' diyeceğiz!.. Efsanelerin tümü tarihine inilmeden, gerçekliği tartışılmadan, istenildiği, beğenildiği, sahiplenildiği için sürer, tüm zamanlara yayılırlar ve anlatıldıkları vakit, dinleyen her kişi, beyninde bir hikaye kurgular. Kahramanları o hikaye çemberinin kendince uygun bulduğu yerlerine yerleştirir ve gözünü yumup, kendi yarattığı bu etkileyici sahneyi, doğa üstü bir filmi izler gibi gözkapaklarının altında seyreyler. İşte Dehaq ile Kawa'nın hikayesi tam da böyledir. Dehaq'ı gözümüzde canlandırma konusunda güçlük yaşamadığımız için, Kawa'yı severiz. Aslında en çok da, efsanenin finalini, yani dağlarda meşalelerle inen gençleri tasavvur eder, bu finalin bir kez daha yaşanması için efsaneyi döne döne, hem de gözümüzü kapatmadan izleriz. Dehaq, kendisini sürekli yaratan bir temsil olduğundan, Van'da, Hakkari'de gençlerin meşalelerle dağlardan inmesine sevdalanıp da kan revan içinde bırakılan sizler; unutmayın ki her hikayenin zalimleri ve mazlumları vardır. Zalimler olmasa mazlumlar bilmez neye sevdalandıklarını. Bu nedenle değil midir, Mem ile Zin'in başucunda yatmaktadır Beko!..

Bu yazı kimseye değil... Ne 'bu zulmü gör ey döne döne başı dolanan dünya' yazısıdır bu, ne de zulmün sahibine bir ses! Bu yazı sizedir, yani Van'a, Hakkari'ye, Nusaybin, Cizre, Yüksekova'yadır. Sizin mazlumluğunuz ve direnciniz olmasa, bir parça takat bulur da bu yazı, elini açıp gökyüzünün boşluğuna seslenir: İn aşağı artık... Sen de mi korkuyorsun yoksa?

***

Siz, o sisin, dumanın içinde bir öbek olup da başına coplar yiyen kadınlar!.. Utanmayın, kederlenmeyin... Biz sizin o allı pullu elbiselerinize baktıkça, duymadık iniltinizi; elbiselerinizin pullarından, dağlarda inen gençlerin ellerindeki meşalelerin ışıklarını gördük. Toprak damlı evlerin bir kenarına çekilip usulca inleyerek şu kara yeryüzüne, kartal gözlü evlatlar düşüren sizlerde, toprak yiyerek karın doyuran, şahin izleyerek yol bulan gençleri gördük. Sizde gördük, kahırlanmayın... Efsaneyi efsane yapan, zalimin sesi değil, mazlumun direncidir. Ve elbet bir gün o ellerinde meşale taşıyan gençler feleğin çemberini tersine çevirip meşaleyi damlarınıza kondururlar tekrar. Varsın yıkılmış olsun tek gözlü evler, kör gözlü ateşlerle. Efsanelerin müziğini baykuşların sesi oluşturmaz. Efsanelerin melodisi, doruklarda sesi duyulan kartalların kanatları, çobanların kavalı ve gücünü mazlumluğundan alanların yüreğinin sesidir.

***

Siz, panzerlerin üzerlerine sürüldüğü, kurşunların göğsünüzü hedeflediği gençler... Kurşun atışlarına karşılık yürek atışlarıyla savaşanlar... Matemlenmeyin!.. Sizler, doğum günleri, yakılan köylerin sayısıyla hatırlanan; gece gelen misafirlerin cesaretiyle büyüyüp, gündüzlerin korkaklarıyla tanışanlar; koltuğunuzun altında bir parça kuru ekmekle, oyunlar oynadığınız köy meydanlarının bir zaman sonra zulmün meydanı olduğunu görenler. Göğüs kafesinizden yükselen ritmin, yanan evlerin, yıkılan duvarların öfkesiyle dolduğunu biliyoruz. Panzerlerle duvarlara sıkıştırılan sizler, biliyoruz ki yakılmış köylerin dumanları tütse de tepenizde, dağ çocukluğu var üzerinizde. Ve ancak dağ çocukları bilir, makinelisinden kurşunlar saçan bir insanlık utancı homurtulu yaratığın, kayaları ezip de yamaçlara tırmanacağını. Ve ancak dağ çocukları bilir, efsanelerde en çok da gençlerin ışık taşıdığını. Değil midir ki dağlara sığınan gençler için tutuşturur tahtları Kawa!.. Ateş yükseldikçe gençler pervane olur etrafında.

***

Siz, kaldırımlara yığılıp da yüzü gözü kan içinde kalan babalar... Hayıflanmayın!.. Evinize girip de kızınızı dövdükleri için gamlanmayın, küsmeyin bu yörüngesinden çıkıp da dolanıp duran dünyaya... Kürt dediğin, babası dövülen çocuktur. İşte tam da bu yüzden Kürt, bir kimlikten, kökenden ziyade babadan oğla devredilen bir öfkedir. Efsaneye kilitlenmiş, her yıl mevsim döndüğünde, meşalelerle inmeleri beklenen efsane çocuklarının taşıyacağı ışıktır. Ancak o ışık muştulayacaktır tacın tahtın yanışını, yaşamın yeniden başladığını...

Unutmayın, unutmayalım hiçbir şeyi... Efsaneler yeniden yazıldıkları kadar, ayrıntılarıyla da korurlar varlıklarını. Ne zulmü unutalım, ne de efsanenin sonunu. Işığı bekleyeceğiz. Elbet bir gün dumanı tütmesin diye özenle yakılan ateşlerin yerini, öbek öbek ateşler alacaktır. Elbet bir gün pervane olacağız etrafında o büyük öbeklerin. Gözümüzü yıldızlara dikip, 'buyurun, korkmayın, inin ışığın sofrasına' diyeceğiz, 'artık dilek tutmak için kaymanızı beklemeyeceğiz!'
 

Apr 11, 2012

İktidar her yerdedir, direniş de !

İktidar her yerdedir. Hapishanede, tımarhanede, hastanede, okulda, bilgide, bilimde ve iş yerindedir iktidar.

İktidar, kodlamada: kapatılmada, yasaklamada, baskıda, gözetlemede, denetlemede ve yönetmededir. Okulda okuduğumuz kitapta, evde karşılaştığımız baskıda, gönderildiğimiz odamızda, kilitlendiğimiz tuvalette, sokakta gördüğümüz şiddette, yediğimiz tokatta, tekmede, coptadır. Hastanede yediğimiz sakinleştirici iğnededir, klinikte bilinçaltımıza ulaşmaya çalışılan sözcüklerdedir İktidar. Politikacıların nutukları, anne ve babanın tavsiyeleri, öğretmenin cetveli ve komutanın sana verdiği tüfektedir iktidar. Aynı giydiğimiz önlükte, üniformada, takım elbisede, tulumdadır. İş yerinde bayan yöneticinin yere vuran uzun topuğunda, askerde rütbelinin botlarının parlaklığındadır. İktidar yönetmekte ve yönetilmektedir.

 İktidar yalnızca baskı uygulamaktan - bastırmaktan, engel çıkarmaktan, cezalandırmaktan - ibaret olmadığını, arzuyu yaratarak, zevki kışkırtarak, bilgiyi üreterek; bundan daha derine nüfuz ettiğini de göstermektedir. İktidar bedeni çalıştırır, davranışa nüfuz eder, arzu ve zevkle iç içe girer.

 İktidar her yerdedir, direniş de ! 

M. Foucault

Apr 9, 2012

BİR SEN EKSİKTİN AYIŞIĞI




Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri,

Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman'dan sonra
Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik,
Başımızda pirensip sahibi bir başçavuş.
Niğde üzerinden Adana Cezaevine gidiyoruz...

Bi sen eksiktin ayışığı
Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!


CAN YÜCEL

Apr 6, 2012

Sevgim Acıyor

mutsuzluktan söz etmek istiyorum
dikey ve yatay mutsuzluktan
mükemmel mutsuzluğundan insan soyunun
sevgim acıyor

biz giz dolu bir şey yaşadık
onlar da orada yaşadılar
bir dağın çarpıklığını
bir sevinç sanarak

en başta mutsuzluk elbet
kasaba meyhanesi gibi
kahkahası gün ışığına vurup ta
ötede beride yansımayan
yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi
öbürünün bir kadından aldığı verem

bütün ishanlarının tarihçesi
bütün söz vermelerin tarihçesi
sevgim acıyor

yazık sevgime diyor birisi
güzel gözlü bir çocuğun bile
o kadar korunmuş bir yazı yoktu
ne denmelidir bilemiyorum
sevgim acıyor
gemiler gene gelip gidiyor
dağlar kararıp aydınlanacaklar
ve o kadar

tavrım bir şeyi bulup coşmaktır
sonbahar geldi hüzün
kış geldi kara hüzün
ey en akıllı kişisi dünyanın
bazen yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor

kimi sevsem
kim beni sevse
eylül toparlandi gitti işte
ekim falan da gider bu gidişle
tarihe gömülen koca koca atlar
tarihe gömülür o kadar

turgut uyar

Apr 5, 2012

12 Eylül'ü Yargılamak

Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılanması bașladı. Bir çoğumuz için bunun gerçekleșmesi hiç mi hiç olasılık dahilinde bile görünmüyordu. Bunun için yılmadan uğrașan bütün gruplar ve bireyler bir övgüyü hak ediyor. Korkunç bir șey bu. Pașalarını yargılamayı bırakın yargılama teșebüssüne bile girebilmesi bu ülkenin sosyal evriminde korkunç bir zıplamadır.

Insanların coșkusundan mıdır, meseleyi sulandırmasındır mıdır, eleștirel mantıklarından mıdır nedir pek anlayamadım ama birileri sağda solda diğer yargılanması gerekenleri de sıralamaya bașladılar. Birileri 12 Eylül'ün iktisadi programının yargılanması gerektiğinden söz ederken, birileri 12 Eylül medyasının da yargılanması gerektiğini ve hatta bu medyanın hala aktif bir șekilde ülkede varlığını sürdürdüğünü iddia etti. Bașka biri de ya Anayasa’ya %90’nın üzerinde evet diyen o kalabalığı kim yargılayacak diye soruyordu.

Aslında hiç de fena değil bu sorgulayan akıl. Ve düșününce gerçekten de 12 Eylül yargılanırken bu ve benzeri doğrudan ilișkili olguların da sorgulanması gerektiği pek de mantık dıșı görünmemektedir. Ancak sanki bir ciddiye almama havası var bu eleștirel gibi görünen tavrın ardında. Bir kafa karıșıklığı var. Karıșıklık da sorgulama ve yargılama kavramlarının serbest çağrıșımında meydana gelen bir kısa devre olabilir gibime geliyor. 12 Eylül’ün ekonomisinin, halkın korkaklığının, medyasının göt yalayıcı tavırlarının sorgulanması ve yargılanması mahkemeden once bilimsel kurumlarda araștırmalarla ve sonra da sokaktaki insanın bu meselelere dair duyarlılığı ile olması gereken bir șeydir. Bunun sonucunda hukuğu ilgilendiren birșeyler çıkarsa ki büyük bir olasılıkla çikar, onu da mahkemelere havale etmek kaçınılmazdır. Yani o sorgulanması/yargılanması istenen șeylerin yeri (asıl sorgulanma yapılacak yeri) mahkemeler değildir; bilimsel araștırmalardır ve toplumun vicadı ve ahlakıdır.

Ve ișin ilginç yanı bu olgular 12 Eylül’ün ilk gününden beri sorgulanıyor aslında ama toplumdaki ve kurumlardaki kokușma ve çürüme öylesine bir durumda ki bunlar bir yapısal değișikliğe sebep olamıyor. Böyle olunca da hiç bir șey değișmeden sadece/yalnızca çürüme devam ediyor. Yani “Hele bi durun bu adamlar bir ciddi ciddi yargılansın. Hele bütün dikkatinizi ve enerjinizi bu olaya odaklayın da bu yakalnmıș tarihi fırsatı da yüzümüze gözümüze bulaștırmadan bir ilerleme kaydedelim” diyesi geliyor insanın.

Yahu hele bi durun biraz ne olur… Biz hala gerektiği gibi ișkenceci ve katil polisleri bile yargılamayı becerememișken ne olur bari șu fırsatı iyi değerlendirelim…

Apr 1, 2012

Eğitim, Eğitmen, ve Dil Meselesi


Sırrı Süreyya Önder’in aşağıdaki konușmasında kullandığı yöntem (Latince bilmeyen bir gruba Latince’de yazılmış bir şiir okuması ve onları  bilmedikleri bir dilde karşıdakini anlamaya çalışmanın zorluğunu deneyimlemeye davet etmesi) çok kültürlü eğitim politikaları ve felsefesinin kaçınılmazlığını çok güzel ortaya koyuyor. Bu örnek karșısında bir an olsun durulup bir empati kurmaya çalıșmıyorsanız siz sadece ruhunuzu değil beyninizi de șeytana satmıșsınız demektir.

Her şeyin başında birinin anadilini yasaklayarak eğitimeye çalışmak eğitim kavramının kendisiyle çelişmektedir. Buna eğitim denemez; bu kolonileştirmedir, bu asimilasyondur, bu beyin yıkamaktır, bu çocuğun zihinsel gelişmesinde yara açmaktır.

Bu konudan hareketle biraz őğretmenden őğretmenlikten sőz etmek  istiyorum. O, 657 sayılı yasaya dayalı őğretmenlikten değil, yűrekte olan őğretmenlikten sőz etmek istiyorum; hani őğretmeyi seven, őğretirken őğrenen, őğrencinin kendi potensiyellerini en sağlıklı ve en yetkin biçinde geliştirebileceği bir őğrenme atmosferi yaratma çabası içindeki őğretmenlikten.  Yani bűtűn olanaksızlıklara bűtűn yasakçı mevduat ve műfredata rağmen verilen çabadan sőz etmek istiyorum.

Iyi bir őğretmen iyi bir eğiticidir. Őğrenme ve őğretmeyi kendine hedef seçendir. Őğrenme ve őğretmenin en iyi biçimde gerçekleşmesinin sınıfın dőrt duvarlarının dışında olup bitenle ilişkisini bilir. Ve bunlar genelde yılın őğretmeni seçilmeyenlerdir. (Yılın őğretmeni seçilenler var ya onlar daha çok kıç yalamada iyidirler, idareyle ve egemen otoriteyle barışık oldukları için ődűl alırlar. Onlar daha çok istendik insan tipi yaratmada etkin rol oynadıkları için ődűllendirilirler. Yoksa çocuğun yetenkleri ve potensiyellerini çocuğun ilgisi doğrultusunda zenginleştirmeye amaçladıkları için değil. )

Iyi bir eğitici toplumsal bűtűn olayları műfredatının sűzgecinden geçirendir ya da duruma gőre tersini (műfredatı olayların sűzgecinden geçirendir . Őrneğin, iyi bir eğitmen erkek egemen kűltűrű direkt ve dolaylı yoldan destekeleyecek dil kullanmamaya çalışır; Cinsiyet ayrımcılığı yapmaz; okulda, derste, sırada sınıf  ayrımcılığı yapmaz; Militarizme destek verecek tutumlardan kendini arındırır. Őğrencinin iyi bir asker değil iyi bir dűnya vatandaşı olarak yetiştirmenin koşullarını olanaklı kılmaya çabalar. Hatta hatta çocuğun evden, sokaktan getirdiği  yanlış kűltűrel őğeleri bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde pekiştirmemeye çalışır.  Nefret duygularına sınıfında yer vermez.  

Kurumsal Sınırlılıklar
Dil meselesine yeniden dőnersek. Kuşkusuz ki őğretmeni (Tűrk ya da Kűrt) kısıtlayan kurumsal ve yasal koşullar vardır. Ve őğretmen bunlarla diğer uygun kanallar aracılığı ile (sendika, dernek, vb.) műcadelesini sűrdűrűrken ırkçı ve adaletsiz sistemin bir uzantısı olmamaya da çalışır. Őrneğin anadilde çocuklara eğitim verecek donanıma sahip değildir, olsa da yasalar karşısında bunu yapaqmaz çunkű dersi Tűrkçe işlemek zorundadır, ve Tűrkçeyi o Kűrt çocuklarına őğretmek zorundadır. Bunu yaparken dayak ve aşağılama kullanarak çocuğun bilmediği bir dil őğretilmemesi gerektiğini bilir. Tűrkçeyi őğretirken Kűrtçenin de Tűrkçe kadar iyi bir dil olduğunu çocuğa hissetirirse, çocuğun bilişsel gelişimini doğrudan etkileyecek őzbenliğini de gűçlendirmiş olur. Çocuğun kendine, kendi anadiline, kendi kűltűrűne saygısını zedelemeden yapılan eğitim o faşizan, o çocuğun kimliğini yok etmeyi hedef almış politikaları nőtrlemede bir katkı olacaktır.