Pages

May 21, 2008

Düşman Üzerine

Geldim! Çağrışımların dünyasından geldim. Tavsiye ederim. Güzel bir dünyadır bazan (bazan’ın altı çizilmeli) kendini bırakabilmek çağrışımların akıntısına. Evet, nerde kalmıştık? Düşman ve düşman söyleminde değil mi? Sorgulanası bir konu. Biraz kitap ya da makale karıştırırım diye umut ediyordum ama fırsat olmadı. Baktım zaman da giriyor araya aklıma geldiği gibi yazayım dedim. Eğer söyleyeceklerim sığ kalırsa şimdiden affola.

Kacakkova meseleye modern ve postmodern’in kesinlik ve kesinsizlik ayrimindan yola çıkarak yaklaşıyor. Bu yaklaşımda günümüzün neliğini bulandıran üç evrenden söz ediyor ; positivismin ve akılcılığın mutlakiyetçi evreni, aşkın bir gösterenin yokluğu”(derrida) evreni ve “yüzergezer göstergeler”(laclau/mouffeu) evreni. Ve bütün bu birbiriyle çelişen belirsizlikler içinde, Kaçakova, ”keşke öyle [siyah-beyaz] olsaydı, ve fakat iyi ki de öyle değil!” diyerek günümüzün “bir kesinsizlikler çağı” olduğunu (kesin ve şaşmaz bir doğru gibi) söyler ve ancak “bunun içinden yol alınacaktır alınacaksa” yargısıyla özetler konumunu. Kendisine göre de asıl sorun “o netlik ve kesinlik sanısı”dır. Sonuçta da Foucault’yu çağrıştırarak “düşman bir bakıma her yerdedir ve tam da bundan dolayı hiçbir yerde. görünür ve görünmez arasında bir yerdedir” diyerek “düşman söylemi”nin vazgeçilmesi gereken bir şey olduğunu söyler.

Ben öncelikle bu modern-postmodern ayrımının en önemli noktasının kaçırıldığını düşünüyorum ve moderniteyi (aydinlanma’dan başlayarak) “kesinlik” söylemine hapsetmenin yanlış olduğuna inanıyorum. Tarihsel anlamda modernite aksine kesinliğin (Ortaçağ dogmalarının) karşısında dimdik duran ve bilimsel şüpheyi yöntemleştiren ve uygarlığın gelişmesine çok büyük katkıları olan tarihsel bir oluşumdur. Bilimsel düşünce herzaman kesinliğin karşısında olmuştur. Doğruluğuna da relativiteyi ve matematiğin olasılığını katmıştır. Hakikati ve mutlak kesinliği hiç mi hiç aramamıştır. Dolayısıyla eleştirilmesi gereken şey modernite değil, modernitenin yöntemini modernitenin özüyle bütünüyle çelişik bir biçimde mutlaklaştıran kapitalizm, kapitalizmin insanı metalarla (commodity) mutlu etme , ruhunu da doyurma utopyasındaki başarısızlığı ve düştüğü açmazdan çıkma çabasındaki yeni bir form arayışlarıdır.

Kabaca söylersek moderniteyi modernite yapan ne bilimsel yöntem olumsuzlanmıştır ne de akıl. Belki modernitenin eleştirilmesi gereken (yöntemsel olarak) tek yanı sezgi, duygu, heyecan ve benzeri “ölçmeye gelmeyen” (biliş-dışı) şeylere yeterince değer vermeyişidir. Ki bu da anlaşılır bir şeydir. Ayrıca doğa biliminin dışındaki alanlarda (niteliksel araştırmalar) biliş-dışı (non-cognition) veriler de kayda değer sayılmaya başlamıştır. Postmodernite, bu nedenle, bana modernitenin eleştirisi değil de kapitalist totaliter yönetimin “repressive tolerance” yöntemlerinden biri gibi geliyor. Bruner’di sanırım; şöyle diyordu “Beyaz adam ne zamanki bilgiyi belirleyemez oldu, bilgi bilinemez demeye başladı”. Postmoderniteyi de böyle anlıyorum ben. Postmodernitenin en çok dinci ve metafiziksel ideolojileri güçlendirmesi de bunu desteklemektedir aslında.

Meseleyi böyle belirledikten sonra düşman söylemine tekrar geri dönersek, şu söylenmeli; düşman söylemi öyle kolayca vazgeçilesi bir şey değildir. “Sahi kimdir düşman” sorusunun dönüp dönüp sorulamsı gereken bir şey oluşu bunun anlamsızlığının ya da boş çaba oluşunun ya da gereksizliğinın sonucu değil aksine soruyu devamlı değişen dinamikler içinde sorma gerekliliğinin sonucudur. Bu dinamikler de kuşkusuz “iki sınıf, iki yol, iki irade, iki çizgi, iki bilinç, iki gerçek, iki hakikat” diye algılanmamalı. Tarihsel olarak hiç algılanmadı da. Içinde bulunduğu verili koşulların gereği olarak A-Franksiyonundaki bir aktivist ya da militan böyle algılayabilir dünyayı, ama Engels Doğanın Dialektiğinde hiç mi hiç siyah beyaz bir dünya kurmamıştır. Engels hatta göreli-mutlaklıktan söz eder metafiziğe yer açmamak için. “Keşke siyah-beyaz olsaydı” söylemi dünyanın öyle olmadığının farkındalığının altını çizen bir arzu kipinden başka birşey de değildir aslında.

Bir de kabul etmeli, belirsizlik durumu da pek hoş bir durum da değildir. Işkencede gözlerin kapatılmasının asıl amacı ve işlevi kurbanın işkenceciyi görmemesinden öte kurbana belirsizlik duygusu yaşatmaktır, çünkü belirsizlikte daha da zayıftır kurban. Ancak belirsizlikten kurtulma belirsizi mutlak’la yerdeğiştirmeyi zorunlu da kılmaz. Görelilik içinde netliktir bu. Işkencecinin anonim adı, nefes alışı, ayak sesleri, cümle kurmada seçtiği kelimeler, sesindeki nefret, ses tonundaki kalınlık ve incelikde bütünleşen, somutlanan, kesinlik kazanan düşmanın binlerce görüngesinden biridir. Ve bilinmelidir bu. Düşmanın kim olduğu önemlidir çünkü çözüm düşmanın gücünde, aletlerinde, yöntemlerinde içkindir.

Düşman kavramının kendini dölleyen ve sahibini tüketen bir şey oluşu güzel ve doğru bir belirleme. Evet bir kere düşman bulmaya göresin, ardı arkası kesilmeyebiliyor; iç düşman, dış düşman, vs. vs. vs. Ama yaşamın kendisi bu tür açmazlarla dolu değil mi? Onu da aramalı; düşmanın olmadığı, düşman teriminin olmadığı bir dünya için..Peki kimdir bu düşmansız dünyayı imkansız kılan düşman. Sahi kimdir düşman? Hadi baştan başlayalım. Taaa en baştan değil ama…

3 comments:

Anonymous said...

eyvallah elestirel günlük....

moderniteyi anlama bicimine katilmiyorum. düsman basliginda bunun daha fazla ayrintilarina girmek pek olanakli degil. baska meseleler icinden nasil olsa aciliyor konu, o vakit ayrintilara gireriz. ama uygarlikti, bilimdi, akildi, görelilikti, mutlakti tartisilmasi gereken, dahasi tartisila gelen meseleler. postmoderni anlama bicimine de katilmiyorum dogaldir ki. zaman zaman söylediklerimde kismen vardir neden katilmadigimin gerekceleri. seni burada söylediklerin kendi icinde tutarli olarak kendi özünde iyi olan, tamamlanmamis, bir bakima ihanete ugramis, kapitalizmden kurtuldukca gercek anloamda gerceklesecek olan bir modernite düsüncesi. akla habermas"i getiriyor. olabilir. ancak bu yaklasim daha kavramlara yapilan postmodern müdahaleleri karsilayabilmis degil. modernite, marksizmde icine dahil olmak üzere, kendi icinden cözümler üretmenin tartismali oldugu teorik-politik sorunlara sahip. ben postmodernin bir bakima bunlarla ilgili oldugunu düsünüyorum. kulandigimiz kavramlarin, terimlerin, argümanlarin durmadan zemine dogru, sinirlara dogru bir tartismaya/sorgulamaya/hesaplasmaya dönüsmesi hem kacinilmaz hem de iyi bir sey bu bakimdan....

düsman bahsinde diyeceklerimi demistim zati..."düsman söylemi"nden vazgecmeyi önerirken, bununla düsmanligi ya da düsman söyleminin varligini sonlandirmayi kastetmiyorum...sorun burada bir dil sorunu ve bir söylem sorunu oldug icin, mesele bireysel kararlarimizla ilgili degil...yine de bireysel kararlarimiza kalan bir sey varsa eger o da, bir dili kullanirken ve dolayisiyla bir dil tarafindan kullanilirken belki sürekli olarak özdesligi bozmaktir...yani mesele düsmansiz bir dünya yaratmaktan önce....

Tolga said...

Kacakkova ile ilgili tartismanizi ilgiyle izliyorum. Dusmandan vazgecilmesi mentalitesine ben de senin gibi karsiyim.

Postmodern zamanlarda eger tum bir sistemin icerisi-disarisi kalmamissa, bu durumda sinirlari vardir. Ben hep sinirlara, yani sistemin kendisini yeniden ve yeniden uretmek icin yaratmak zorunda oldugu disariksal-icerige bakmak gerektigini dusunuyorum (Ranciere'in proletarya tanimi ile benzesiyor bu dedigim). Ornegin reel politikada Turkiye'de iki kutup varmis gorunuyor (AKP ve taraftarlari, CHP ve taraftarlari). Bu iki kutup yani milliyetciler, burokrasiciler, genelkurmaycilar, laikciler ve dinciler, liberaller, yenilikciler gibi gorulebilecekse de, iki kutbun aslinda sozunu etmekten kacindigi, ya da etmek zorunda kalmissa hemen kendi sorununa izdusurmeye calistigi toplumsal katmana bakmak gerektigini dusunuyorum. Yani sozu edilmek istenmeyen ve kutuplarin yeri geldiginde ezmek icin bir araya gelmekte tereddut etmedigi katman her ne ise (tahmin edelim bir bakalim bu katman, ozne ya hareket kim ya da kimler olabilir), iste onun uzerine dayali bir Hakikat politikasinin olusturulabilecegi dusuncesindeyim. Burada Turkiye sadece bir ornek olarak verildi, dedigim mentaliteyi heryerde benzer sekilde uygulamamiz mumkundur.

Kisaca demek istedigim secilmesi gerektigini dusundugum dusman, o disariksal-icerigin konumlanisina bagli olarak degistirilmelidir. Ta ki o kutuplarin aslinda varligini devre disi birakana kadar...

Eger boyle bir disariksal-icerik nokta/duzlem/yuzey referans alinirsa, elbette dusman ayni zamanda "heryer"dedir, dostsa "hicyer"de. Sorun sinirlari belirleyen hicligin koordinatlarini degistirmek, boyle bir zorlamayla sistemin dayanaklarini altindan almak bence.

Oldukca darmadaginik anlattim biliyorum, belki orneklerle yeniden aciklayacak, toparlayacak bir post yazarim sonradan.

chelseay said...

Mutlak olan yanlıştır ana fikri etrafında kurulan bir akılcılık eleştirisi bana totolojik geliyor. Bugün dönüp dolaşıp bilimsel yöntemin gerektirdiklerini beğenmeyenlerin uzun uzun kafalarında kurdukları bir pozitivizm eleştirisini okuyoruz.

Onların eleştirdikleri şekliyle pozitivizmin bayrağını açmış ciddi bir modernist yaklaşım yok ki. Bilimsel yöntemi yanlış anlayanların, yanlış anladıklarını eleştirmek için harcadıkları zaman korkunç (tabii eğer samimiyseler anlattıklarında).

Dediğin gibi kesin doğruluk iddiasında bilim yapan ciddi bilimciler yok. Aydınlanmanın belli dönemlerinde aktörlerin bir kısmı bu tarzdan bir aşırı güven ve iddia taşımış olsalar da, söz konusu ayrıntılar bizleri bağlamaz.

'Kesin doğru yoktur, o zaman doğru ya da gerçek kavramı da büsbütün yanlıştır' diyenlerse tam da bilimin taşımadığı ve taşıdığını da iddia etmediği türden bir kesinlik ve mutlaklık iddiasını taşıyor. Böylesi bir felsefe daha ziyade mutlakiyetçi dinlere özgü olduğu için, inançlarından kuşku duymayan dindarlara daha çekici geliyor sanıyorum.