Pages

May 29, 2008

Düşman Üzerine IV

Düșmanın kavramsallaștırılması üzerine üç yazı yazdım ve geridőnütlerin sayesinde sorunu derinleștirmeyi becerebildim. Devam ediyorum. Son üç yazı ve yazılara verilen yorumlardan dikkatimi çeken bir nokta var; șiddet.

Zaten düșman teriminin olmazsa olmaz tanımlayıcısı șiddettir. Bunun ilginç bir yanı yok. Ilginç olan bu șiddet kavramının “düșman”ı tanımlamada oynadığı rol. Meseleyi açmaz bir paradoxa dőnüștüren de aslında bu “șiddet” terimidir. Ezilenin ezene karșı çıkarken ki temel motivasyonu ezenin fiziksel varolușu değil ezenin ezilenin yașamına dayattığı șiddettir ve bu șiddetin farklı farklı formlarıdır. Ezenin yarattığı, bütün parametreleri belirlediği dünyada ezilenin ezenin kendisine uyguladığı bu șiddete karșı çıkacak nerdeyse hiç bir șeyi yoktur: Ne ahlaklı (!) bir yőntem ne de șiddetten arınmıș bir alet veya aygıt. En demokratik gősterinin bile ezen tarafından nasıl da devlet-vatan haini bir eylem diye nitelenip katliama dőnüștürüldüğünü defalarca gőrmüșüzdür.

Mesele șiddete gelince Freire geldi aklıma. Freire șiddet konusunda Ezilenlerin Pedagojisi kitabında șőyle diyor:

A’nin nesnel olarak B’yi sőmürdüğu veya sorumlu bir kiși olarak őzgüvenini pekiștirmesini engellediği herhangi bir durum, bir ezme durumudur. Bőylesi bir durum, sahte yüce bir gőnüllükle șirinleștirilmiș olsa bile, kendiliğinden șiddet yaratır; çünkü insanın daha yetkin insan olma yőnündeki varlıksal ve tarihsel yetisini engeller. Bir ezme ilișkisinin kurulması ile șiddet zaten bașlamıștır. Tarihte hiçbir zaman șiddet ezilenlerden kaynaklanmamıștır. Eğer kendileri șiddetin sonucu iseler nasıl șiddetin bașlatıcısı olabilirler ki? Nesnel bașlangıcı, onların ezilenler olarak var olmalarıyla ortaya çıkmıș olan bir șeyin tașıyıcısı olarak nasıl mümkün olabilir ki? … șiddet; ezen, sőmüren, őtekileri kiși saymayanlarca bașlatılır; yoksa ezilen, sőmürülen, kiși sayılmayanlarca değil…Terőrü bașlatan; çaresizler, terőre maruz kalanlar değil.. (s.35)

ve devam ediyor Freire ; ezilenler ezenlerin șiddetine (șiddete dayalı ya da değil) tepki gőstermeye yeltendiklerinde yine ezenlerin ahlaki tanımları ve șiddet-dolu yargılarıyla karșılașacaklarını (katil, barbar, kalleș, savaș yanlısı, eșkiya, vb) sőyler. Yani daha net Türkçesi “Senin ne farkın kalır ondan” ideali gelir durur őnünde. Freire’ye gőre ezenin ve ezilenin șiddeti aynı gibi gőrünse de (paradoxsal olsa da) bu aynı değildir. “Ezenlerin șiddeti ezilenlerin tam insan olmalarını őnlerken ezilenlerin bu șiddete tepkisi insan olma hakkını gerçeğe dőnüștürme arzusuna dayanır. “ (s. 36) Ki bu basit bir ikilem ya da birbiriyle uzlașmaz çelișkide bulunan iki kutbun yerlerini altüst etmeyle çőzümlebnecek bir sorun değil aksine ezenin varolma koșullarının ortadan kaldırılıșı hatta Freire’nin sőzleriyle sőylersek ezenin ezme eylemi sürecinde yitirdiği insanlığı yeniden kazanmasıyla çőzümlenecektir.

Kaçakkova Paulina’nın soruyu yanlıș sorduğunu sőylüyordu: Paulina ne kaybederiz değil, ne kazanırız diye sormalıydı. Çok canalıcı bir nokta bu. Bilmiyorum Kaçakkova’nın ne kastettiğini ama beni șuralara gőtürdü: Sahi ne diye Paulina ne kaybederiz’in hesabını vermek zorunda ki? Ezilen’in kaybedecek nesi var ki? Ezilen’in kendisini ezen tarafından verilmiș yapay ve yanılsama dolu humanist bir ahlaktan ve kőleciliği, koșulsuz ittaati, ve karșılıksız fedakarlığı ődünleyen tinsel bir yașam felsefesinden ve dinden bașka nesi var ki? Paulina’nın “ne kaybederiz ki” sorusu bu anlamda retorik bir sorudur çünkü ne kazanacağını içermemektedir, sadece kaybetmeyi tek seçenek diye sunmaktadır. Çok șey kazanabilir Paulina(lar). Ezen ezilenin dünyasının parametrelerini kurarken ezilenin asla ezeni yıkabileceği olasılığına yer vermemiștir. Ezilen bu yüzden korkaktır, eziktir, pısırıktır, kendine güvensiz, benlik saygısı düșüktür (őyle olmak zorundadır). Cahildir, yabanidir, gariptir. Yani her koșulda ayak direyecek olanağı ve olasılığı en aza indirgenmiștir. Paulina’nın tetiği çekiși bu ezilenin etrafını çepeçevreleyen sis-pusda bir delik (ıșık) açabilir. Ordaki ișkenceci ișkenceci de değil - insandıșılaștırmayı simgeleyen aktif bir őğedir. Indochine filiminde Camille’in hiç mi hiç derin analizlere dayanmayan tepkisi (kőylülerin őnünde ișgalci bir subayın őldürülüșü) devrimci harekete nasıl da ivme kazandırdığını gőrürüz.

Yani sonuçta anlașılması gereken șey ezenin ezilenin yașamını ne hale getirișinin anlașılmasındadır. Zulmün nasıl kendini dőlleyen bir biçimde ișlediğinin anlașılmasındadır. Ezilene dayatılmıș insanlık-dıșı kültürü anlamakta ve bu kültürün kendini yeniden üretmesini sağlayan gerçekliklerin dőnüștürülmesinde ve dayatılan gerçekliklerin yadsımasındadır. Yani düșman ezilene dayatılan bu mental yapılardır. Bu mental yapıları besleyen aktif ve pasif asal ve asal-olmayan őğelerdir. Eve yakın olsun diye ya da semtin futbol takımında oynamak için, ya da küçük bir maaș artıșı için ișkence merkezinde çalıșmayı aklayan yașamın kendisidir düșman. Bu ișkencecinin kararını mantığa bürümeyi aklayan anlayıștır. Yılda iki miliyon dolar maaș aldığı halde bir yüzbin dolar daha kazanabilmek için ișçi liderlerinin őldürülmesine emir veren ya da gőz yuman sevgili baba, tonton komșu ișadamı Ahmet beydir, Mr. Brown’dur (petrol șirketleri ve Afrika’da, Orta ve Güney Amerika’da ișlenen cinayetleri biliyorsunuzdur eminim).

Sahi o bizim naïf anonim nerde?

May 27, 2008

Kanala Bağlı Iletişim Sorunları ve Bunun Sanal Dostluklar Üzerindeki Şoven Baskısı(!)

Hiç kimsenin itirazı yoktur sanırım hiç bir elektronik iletişim kanalı yüz-yüze iletişim kadar sağlıklı değildir. Sonuçta insanız ve iletişimimizin çoğunluğu yüz-yüze iletişimin parametrelerine gőre yapılanmıştır. Beynimizdeki sosyal devreler gőrsel, işitsel, tensel duyumlarımızın sosyalizasyonuna bağlı olarak gelişmişlerdir őrneğin. Ses tonundan karşımızdakinin duygu durumunu pek hataya yer vermeyecek şekilde çikarsayabiliriz őrneğin. “Sesin iyi gelmiyor! Iyi misin? Hasta mısın?” Ya da “niye sesin titriyor” Ya da “niye sesini yükseltiyorsun?” diyerek iletişimi sürdürürüz. Çünkü sosyalizasyon süreci boyunca neronlarımız duygu durumu ile vucut dilinin kodlamışlardır. Bu nedenle yüz-yüze iletişirken aynı duygusal frekanslarda konuşur anlaşır-kavga ederiz. Ve bütün bunlar biz hiç farkında olmadan anında ve bir güzel harmoni içinde oluşur. (Kurban olduğum Allah! Ne de güzel yaratmış. Meali: Ince bir alay var burda; Isteyen gülebilir! )

Yüz-yüzeden uzaklaştıkça iletişimimizin kalitesini ve seyrini belirleyen sayısız faktőrler de değişir ve avantajları yitiriveririz. Őrneğin telefon konuşmasında gőrsel ipuçlarını yitiririz. Mesele yazılı iletişime gelince (chat, email, ya da blog) durum çetrefilleşir. Bütün alışık olduğumuz gőrsel, işitsel, tensel ipuçlarını yitirmiş yazının ve yazıyı yazanın insafına kalmışızdır. Kaybettiğimiz gőrsel, işitsel, vb. olumlu faktőrlerin yanısıra yazı diline bağlı iltişimde gürültü ve yanlış anlamaları çoğaltan ilk aklıma gelen faktőrler şunlardır mesela: yazarın yazma yeteneği, o anki duygu ve mental durumu, yazdığı anın alelaceligine, ve hatta yazarın (ya da okurun) kullanılan dilden ve kültürden ne derece uzak olduğu. Işte bunun için duygu-durumu gősteren ikonlar geliştirilmiş ama yine de bir yüz-yüze iletişimin yerini tutamamışlardır. Espiri niyetine kızgınlık (hirrrrrrrr!) ikonu var mı bilmiyorum doğrusu. Kızgın yüz ikonunu gőnderip de "ya espiri yapiyorum" demek falan gerekiyor sanırım. Kristin Byron daha bu yılın başında yaptığı bir araştırmada email ile iletişimlerin nasıl da yanlış anlaşma ve yorumlanmalara yol açtığını bulmuş. Araştırmaya katılanların olumlu mesaj içeren mailleri nötr olarak (ne olumsuz ne olumlu) algılarlarken, nötr mesajları da gőnderenin kastettiğinden daha bir olumsuz olarak algıladıkları ortaya cıkmış.

Şimdi ben bunlari niye sőylüyorum? Hayır! Duyarlı bir yapım olduğunu saklamıyorum ama o denli de kırılgan olmadığımı bazan kullandığımız iletişim kanalından kaynaklı yanlış anlamaların olabileceğini de sőylemek istiyorum. Ben de daha dikkatli olacağım, soruları doğru fiillerle sormaya çalışacağım. Yargısız infaza gitmeden őnce bir kaç kez daha düşüneceğim. Siz de őyle yapın olur mu? Şaka-maka sanal da olsa çok kaliteli, çok güzel dostluklar ve networklar kuruyoruz buralarda. Bir yanlış anlama ile yitirmek de istemem.

Hepiniz değerlisiniz, hem de çok değerlisiniz. Kavga da etsek, ayrı yollarda sürdürsek de yolculuklarımızı, bilin ki düşman olmayız biz. Tüh “Düşman” dedim de aklıma geldi. Hala irdelemeliyim o konuyu.

NOT: Unutmadan kuşkusuz bu yazıda yazıya dayalı iletişim kanallarının sadece olumsuz yanlarını konu aldım. Yoksa yazıya dayalı iletışimin de kendine gőre bir sürü olumlu yanı var: őrneğin yazının unutulmaya karşı dayanıklı olması gibi, hızlı-çabuk, ve rahat oluşu gibi.

Kaynakça:

Elektronik-postaya dayalı iletişim sorunlarına yőnelik olarak (tabii ilgilenenler için) şu aşağıdaki makaleyi őneririm. Kişilik ve Sosyal Psikoloji dergisinde yayınlanmış ama burdan da ulaşılabilir.

Kruger et al. (2005). Egocentrism over e-mail: can we communicate as well as we think? Journal of Personality and Social Psychology, 89(6), pp. 925-936

Ayrıca şu blogda da email with care adinda iyi bir yazı var.

May 22, 2008

Yine Düşman Üzerine

Bu güzelim tartışmayı modernite – postmodernite tartışmasının dağıtmasına izin vermemeli. Durum açık ki düşman meselesi modernite ve postmodernite ile direk bir ilişkiden ziyade dolaylı bir ilişki içindedir. Tartışmadan şunu çıkarsıyorum: dilsel olarak (semantik ve linguistic açıdan) düşman terimi parodxsal gőrünmektedir. Düşman kavramı an’a sıkı sıkıya bağlıdir (Kacakkova) relativitenin de kaygan zeminindedir (Kacakkova, Tolga, EG), kavramlar ve gőrüngüler anlamlarını yitirmikle yüzyüze kalmıştır. Bunu burada, bu belirsizlikte bırakırsak mesele çőzümsüz olarak karara bağlanmaya eğilimli gőrünmektedir. Kacakkova'ya gőre sorun bir sőylem sorunudur. Düşmanı veya düşman sőyleminin varlığı konumuz değil. Konumuz ya da problemimizin dilin kullanımı bağlamında “düşman” kavramıdır.

Yani çőzüm, Kacakkova’ya gőre, sőylemin analizindeyken, Tolga’da “sistemin kendisini yeniden ve yeniden üretmek icin yaratmak zorunda olduğu dışarıksal-içerik”te yatıyor. Aslında dikkatli bakıldığında gőrüluyor ki çőzüm (ya da en azından çőzüme yőnelik başlangıç) kültürün eleştirisinde. Dil bir kültür őgesi ise bunun yeniden üretilmesi yerine dőnüştürülmesi gerekmektedir. Biz “düşman” kavramını ezen’in ya da erk’e sahip olanın kullandığı biçimde kullanırsak bilinçli ya da bilinçsiz olarak onun yeniden üretimine katkıda bulunmuş oluruz. Peki düşman kavramına yeni bir anlam mı yükleyecegiz? En son tahlilde bu sorunun yanıtı evettir. Evet yeni bir anlam yükleyeceğiz ya da kullanımdan kendiliğinden kalkacaktır. Ancak bunu gerçekleştirmenin bir yolu (hatta kaçınılmaz bir yolu) ezen ya da erk’e sahip olanın kültüründen mutlak bir izolasyonun mümkün olmadığını kavramaktır. Biz bu kültürün içine doğduğumuz andan itibaren onun (etkin ya da edilgen) bir parçasıyız. Bu durumda egemen kültürün eleştirisine yőneldiğimiz ilk anda dahi egemen kültürün dilsel, ahlaksal, ideolojik őgelerini kullanmaktan başka çaremiz kalmamaktadır.

Düşman terimi ve onun anlamsal içeriği egemen kültürce belirlenmektedir. Eğer ezilen ezenin düşman terimini kullanarak ezeni tanımlama çabasına girdiğinde ezenin o terimi yapısallaştırmasından daha farklı bir biçımde yapısallaştırmıyorsa bir kısır dőngünün içine düşmemek pek olası gőrülmemektedir. O halde ezen ezenin düşman teriminin analizine yeltenmelidir. Őrenğin egemen anlamdaki Düşman terimine baktığımızda ilk elden gőrüyoruz ki: düşman tarihsel içeriğinden soyutlanmış. Isimden çok sıfat halini almıştır. Egemen anlayışa aykırı olan ne varsa onu tanımlamaktadır.

Kimin elinde ise (Alladdinin lambası gibi ) ona hizmet eden bir cin değil sadece gücü elinde bulundurana hizmet eden kőr bir ciniye dőnüşmüştür; ki kendi çocuklarını da yiyebilecek durumdadır. Çünkü kendi çocuklarından başka kimseyi tanımlamamaktadır artık. Herşey ve herkes bir iç mihrak’a dőnüşmüştür. Diş mihrak belki de hiç olmamıştır. Kőkü dışarıda olan ise hiç olmamıştır. Bir tek kőkü dışarıda olan ezendir, siyasal erki elinde tutandır aslında. Yani dış düşman bir mitten başka birşey de değildir (buna MIT ajanları da dahildir, yunan mitolojisindeki tanrilar da : - ). Ve sonuçta düşman soyut bir kronik kaygı ve korkuya dőnüşmüştür.

Yani sonuçta düşman kavramına ve yürürlükteki kullanıma baktığımızda gőrüyoruz ki düşman kavram olarak egemenin çıkarına taş koyma potansiyeli olan herşey ve herkesi kapsarken kullanımda kitleleri ekonomik, sosyal, ve politik anlamda manipule edecek korku-kaygı aygıtlarının tümüne karşılık gelmektedir.

Simdi ben bunları yazarken benim a naïf anonym arkadaşım yine geldi ve tekrar sordu:

Anonim: Simdi ben düşmanı tanımlamaya kalktığımda hatam ne oluyor? Düşmanımdan farkım kalmayacak gibi biraz totolojik (El Idiota), biraz da nőrotik kaygıdan dolayı yani ben düşmanı tanımlamıyayım mı? Yahu ben insanca bir yaşam talep ediyorum. Yasal haklarımı istiyorum yahu. Yasal. Yani suç olan bir şey istemiyorum. Eşit olalım diyorum. Őzgür olalım diyorum. Vallahi başkasının ekmeğinde gőzüm yok diyorum. Içeriye atılıyorum, işkenceden geçiriliyorum. Gőzaltında kayboluyorum.

Bu iş bőyle gitmez! Benim varlığım (hem fiziksel hem ontolojik hem etik) tehdit ediliyor; őlüyorum, çürüyorum, yabancılaşıyorum, hamambőceğine dőnüşüyorum bunu yapanı bulup bu problem çőzmeliyim diyorum. Bunu yapanın da olsa olsa düşman denilen şey olduğuna inanıyorum. Sonra sen bana herşey bulanık diyorsun. Ben diyorum ki bulanık, Kabul. Ama hadi netleştirelim bari. Bana bu netleşmez, bu benim yazgım mı diyorsun?

EG: Düşmanın tanımladığı ve kullandığı gibi “düşman” terimini kullanmayabilir misin? Yani yeni bir sőylem geliştirebilir misin?

Anonim: Yahu ben zaten onun gibi nerden kullanayım “düşman”ı. Benim derdim mi ki artı-ürün üretmek? Benim derdim mi ki tarihi yalanla yeniden yazmak? Beni – düşmanla bir tutma eğilimin sakın ola düşmanın sende yarattığı carpıtılmış gerçeklik algısının bir yansısı olmasın? içselleştirilmiş düşmanın yenilmezliği olmasın? Çaresiz-őgrenmelerden edinilmiş umutsuzluk olmasın?

EG: Bilmem…Bilen var mı? Belki de biz fazla irdeliyoruzdur. Sen bakma bize. Biz bu sisin ve pusun içinde olmayı seviyoruz belki de. Hatırliyor musun o kızı ? Neydi adı Ariel Dorfman’ın Őlüm ve Bakire oyunundaki (Death and the Maiden). Paulina idi değil mi? Hani yağmurlu, şimşekli bir akşam kapısına gelen arabası bozumuş yabancı bir adama evini açan, sofra kuran sonra da adamın sesinden ve kokusundan yıllarca őnce kendisine işkence ve tecavüz eden doktorun ta kendisi olduğunu anlayan Şili’li kız. Doktor işkence sürecindede de Schubert’in death and the maiden adli kompozisyonu dinlermiş. Ha bir de Paulina’nın avukat kocası vardı; geleceği parlak, liberal, suç ve cezanın hakemi objecktif kocası. Dorfman çok iyi sergiler ezen ezilen çelişkilerini.

Işkenceci doktoru (Roberto) tanır tanımaz adamı rehin alır. Ondan hem suçunu itiraf etmesini istemektedir hem de pişmanlık duymasını. Işkenceci-doktor direnir. Bir sürü tartışma ve çekişmenin ardında günün ilk ışıklarıyla birlikte Paulina ışkenceciyi (Roberto) evin yakınındaki bir uçuruma gőtürür, silahı dayar alnına ve 10 a kadar sayacaktır:

Paulina: Dokuz.

Roberto: Yani hep siddet ve daha da siddet diye gidecek őyle mi? Dün onlar sana kőtü ve inanılmaz şeyler yaptılar, şimdi de sen bana aynı şeyleri yapıyorsun, yarın aynı dőngu sürüp gidecek. Artık yetmedi mi , zamanı gelmedi mi bunu durdurmanın?

Paulina: Niye hep ben, biz őzveride bulunmamız gerekiyor? Niye biz elimize gecirdigimiz imitiyazlari (firsatlari) hep geri vermek ya da firsatlardan vazgeçmek zorunda kalıyoruz? Ne kaybederiz? Sadece sizlerden birini őldürmekle ne kaybederiz ki? Ne kaybederiz?

Düşmanı elimizde olanla tanımlamaktan ve yol aldıkça sorgulamaktan ne kaybederiz?

Anonim: Bellki de siz Paulina’nın kocası rolünü üstleniyorsunuz. Rasyonel ve kuru akılsal analizlerle pozitivizmin akılcılığını eleștirirken ezilenlerin haklı őfkelerini akıl-dıșı bularak değerlendirme dıșı bırakıyorsunuz.

EG: Bilmem…Bilen var mı?


May 21, 2008

Düşman Üzerine

Geldim! Çağrışımların dünyasından geldim. Tavsiye ederim. Güzel bir dünyadır bazan (bazan’ın altı çizilmeli) kendini bırakabilmek çağrışımların akıntısına. Evet, nerde kalmıştık? Düşman ve düşman söyleminde değil mi? Sorgulanası bir konu. Biraz kitap ya da makale karıştırırım diye umut ediyordum ama fırsat olmadı. Baktım zaman da giriyor araya aklıma geldiği gibi yazayım dedim. Eğer söyleyeceklerim sığ kalırsa şimdiden affola.

Kacakkova meseleye modern ve postmodern’in kesinlik ve kesinsizlik ayrimindan yola çıkarak yaklaşıyor. Bu yaklaşımda günümüzün neliğini bulandıran üç evrenden söz ediyor ; positivismin ve akılcılığın mutlakiyetçi evreni, aşkın bir gösterenin yokluğu”(derrida) evreni ve “yüzergezer göstergeler”(laclau/mouffeu) evreni. Ve bütün bu birbiriyle çelişen belirsizlikler içinde, Kaçakova, ”keşke öyle [siyah-beyaz] olsaydı, ve fakat iyi ki de öyle değil!” diyerek günümüzün “bir kesinsizlikler çağı” olduğunu (kesin ve şaşmaz bir doğru gibi) söyler ve ancak “bunun içinden yol alınacaktır alınacaksa” yargısıyla özetler konumunu. Kendisine göre de asıl sorun “o netlik ve kesinlik sanısı”dır. Sonuçta da Foucault’yu çağrıştırarak “düşman bir bakıma her yerdedir ve tam da bundan dolayı hiçbir yerde. görünür ve görünmez arasında bir yerdedir” diyerek “düşman söylemi”nin vazgeçilmesi gereken bir şey olduğunu söyler.

Ben öncelikle bu modern-postmodern ayrımının en önemli noktasının kaçırıldığını düşünüyorum ve moderniteyi (aydinlanma’dan başlayarak) “kesinlik” söylemine hapsetmenin yanlış olduğuna inanıyorum. Tarihsel anlamda modernite aksine kesinliğin (Ortaçağ dogmalarının) karşısında dimdik duran ve bilimsel şüpheyi yöntemleştiren ve uygarlığın gelişmesine çok büyük katkıları olan tarihsel bir oluşumdur. Bilimsel düşünce herzaman kesinliğin karşısında olmuştur. Doğruluğuna da relativiteyi ve matematiğin olasılığını katmıştır. Hakikati ve mutlak kesinliği hiç mi hiç aramamıştır. Dolayısıyla eleştirilmesi gereken şey modernite değil, modernitenin yöntemini modernitenin özüyle bütünüyle çelişik bir biçimde mutlaklaştıran kapitalizm, kapitalizmin insanı metalarla (commodity) mutlu etme , ruhunu da doyurma utopyasındaki başarısızlığı ve düştüğü açmazdan çıkma çabasındaki yeni bir form arayışlarıdır.

Kabaca söylersek moderniteyi modernite yapan ne bilimsel yöntem olumsuzlanmıştır ne de akıl. Belki modernitenin eleştirilmesi gereken (yöntemsel olarak) tek yanı sezgi, duygu, heyecan ve benzeri “ölçmeye gelmeyen” (biliş-dışı) şeylere yeterince değer vermeyişidir. Ki bu da anlaşılır bir şeydir. Ayrıca doğa biliminin dışındaki alanlarda (niteliksel araştırmalar) biliş-dışı (non-cognition) veriler de kayda değer sayılmaya başlamıştır. Postmodernite, bu nedenle, bana modernitenin eleştirisi değil de kapitalist totaliter yönetimin “repressive tolerance” yöntemlerinden biri gibi geliyor. Bruner’di sanırım; şöyle diyordu “Beyaz adam ne zamanki bilgiyi belirleyemez oldu, bilgi bilinemez demeye başladı”. Postmoderniteyi de böyle anlıyorum ben. Postmodernitenin en çok dinci ve metafiziksel ideolojileri güçlendirmesi de bunu desteklemektedir aslında.

Meseleyi böyle belirledikten sonra düşman söylemine tekrar geri dönersek, şu söylenmeli; düşman söylemi öyle kolayca vazgeçilesi bir şey değildir. “Sahi kimdir düşman” sorusunun dönüp dönüp sorulamsı gereken bir şey oluşu bunun anlamsızlığının ya da boş çaba oluşunun ya da gereksizliğinın sonucu değil aksine soruyu devamlı değişen dinamikler içinde sorma gerekliliğinin sonucudur. Bu dinamikler de kuşkusuz “iki sınıf, iki yol, iki irade, iki çizgi, iki bilinç, iki gerçek, iki hakikat” diye algılanmamalı. Tarihsel olarak hiç algılanmadı da. Içinde bulunduğu verili koşulların gereği olarak A-Franksiyonundaki bir aktivist ya da militan böyle algılayabilir dünyayı, ama Engels Doğanın Dialektiğinde hiç mi hiç siyah beyaz bir dünya kurmamıştır. Engels hatta göreli-mutlaklıktan söz eder metafiziğe yer açmamak için. “Keşke siyah-beyaz olsaydı” söylemi dünyanın öyle olmadığının farkındalığının altını çizen bir arzu kipinden başka birşey de değildir aslında.

Bir de kabul etmeli, belirsizlik durumu da pek hoş bir durum da değildir. Işkencede gözlerin kapatılmasının asıl amacı ve işlevi kurbanın işkenceciyi görmemesinden öte kurbana belirsizlik duygusu yaşatmaktır, çünkü belirsizlikte daha da zayıftır kurban. Ancak belirsizlikten kurtulma belirsizi mutlak’la yerdeğiştirmeyi zorunlu da kılmaz. Görelilik içinde netliktir bu. Işkencecinin anonim adı, nefes alışı, ayak sesleri, cümle kurmada seçtiği kelimeler, sesindeki nefret, ses tonundaki kalınlık ve incelikde bütünleşen, somutlanan, kesinlik kazanan düşmanın binlerce görüngesinden biridir. Ve bilinmelidir bu. Düşmanın kim olduğu önemlidir çünkü çözüm düşmanın gücünde, aletlerinde, yöntemlerinde içkindir.

Düşman kavramının kendini dölleyen ve sahibini tüketen bir şey oluşu güzel ve doğru bir belirleme. Evet bir kere düşman bulmaya göresin, ardı arkası kesilmeyebiliyor; iç düşman, dış düşman, vs. vs. vs. Ama yaşamın kendisi bu tür açmazlarla dolu değil mi? Onu da aramalı; düşmanın olmadığı, düşman teriminin olmadığı bir dünya için..Peki kimdir bu düşmansız dünyayı imkansız kılan düşman. Sahi kimdir düşman? Hadi baştan başlayalım. Taaa en baştan değil ama…

May 16, 2008

Bir Bahar Yağmurunun Çağrıştırdığı

Bu sabah burda da bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Tolga’nın son yazdığına yorum yazıyordum, sonra baktım ki almış gőtürmüş beni cağrışımın sonsuz hızı. Sonra da yazdıklarımın yerinin kendi bloğum olduğunu hissettim. Yağmur ve bahar ve damarlarımızda dőrtnala akan kan. Normale aykırı ve normale-aykırılığa karşı geliştirilmiş stigmalara inat atıp kendini sokaklara ıslanmak. Iste Tolga’nın yazısında beni çarpan burasıydı. Beni alıp gőtürdü Izmir’e.

Ben Izmir'in güneşli yağmurlarında atardım kendimi sokaklara. Ezberimdeki şiirleri okurdum yağmur damlaları doldururken ağzımı. Islanır, doğaya karışırdım.

Sonra bir sevgilim olmuştu (Hiç beni sevmedi valla. Yalan da sőylemedi. Sevmiyordu yahu zorla mı! Belki ben de onu sevmiyordum. Ama onu sonsuzca arzuladığım su gőtürmez bir gerçekti. Hatta sőylemiştim sanırım ona; sevişmeyi ona dokunan parmak uçlarımla tanımlıyordum o dőnemler) . Ah nasıl da güzelleşir arzulandığını bilen kadın.

Yine bir güneşli yağmur gününde sordumdu "yağmurlu şiir dinler misin?" diye. O hiç őpemediğim kocaman dudaklarının yüzüne verdiği büyülü bir havayla ve gőzlerinde o yalansız olmanın pırıltılarıyla “hee!” dedi. Ben Quasimodo'ydum o Esmeralda. Su veriyordu kőklerime. Bana “Heee!” demişti…


Koşa koşa çıktık kampüsün yollarına. Koşa koşa çıktık çünkü yağmurun durmasından korkuyorduk. Yağmur dursaydı eğer bütün büyü bozulacaktı.

Sarıldı bana sevgilimmiş gibi.
Doladı kollarını belime. Doladım kollarımı.
Sarıldım ona hiç sarılmamış.
Adımladık kampüsün yollarını.
Şiirler okudum ona; sevgiye, kavgaya, barışa, umuda dair…
Hala saklı durur sıcaklığı belime sarıldığı yerden.
Hala aklımdadır dudakları; o yağmur tadını tadamadığım...
Doyamadığım.

NOT:Kaçakkova sana yanıt yazmak vardı sırada ama bilirsin bu serbest çağrışım anında doyum ister. En kısa zamanda senin “düşmanım düşmansın düşman” adlı güzel katkına dair yazacağım.

May 12, 2008

Kimdir düşman sahi?

Kendimi naif bir anonimle içsel bir sőyleşide buldum:Bir kısır dőngüde…Şőyle bir şeydi

Düşmanı tanımlamak ne zor iştir! Siyah ve beyaz bir dünyada olsaydık keşke. Biz hep iyi adam olurduk biz-olmayan da kőtü ve düşman. Keşke siyah beyaz bir dünya da olsaydık.

Kimdir düşman sahi?

  • Sistemdir.
  • Devlettir.
  • Burjuvazidir.
  • Faşizmdir.
  • Faşizmi oluşturan ne varsa o dur.
  • Ağalık düzenidir.
  • Burjuvanın silahlı ve silahsız kolluk güçleridir. Yani Gramsci’nin sőzünü ettiği asker, polis bir yanda, okul, kilise, cami, sosyal kulüpler őte yanda. Ya da Althusser’in sozünü ettigi devletin aygıtları…
  • Benim bir kul olduğum ya da kul olmam gerektiği őgretisine dayalı bütün dinlerdir.
  • Sistemin varlığını sürdürmesine hizmet eden, kendini yinelemesine yardım eden ne varsa o dur.

Bunlar yine genellemeler dolu soyut şeyler. Sahi kimdir düşman?

  • Kocamdır! Her akşam içip-içip eve gelip bana dayak atan kocamdır.
  • Babamdır! Insanlar yanarken Madımak’da “onlar da kışkırtmasaymış” diyen babamdır.
  • Anamdır! Beni kendisi gibi ezik, pısırık, ittatkar, erkek kőlesi büyütmeye çalışan anamdır.

Daha bir somut olmaya başladı sanki. Evet sahi kimdir düşman.

  • Düşman içimde bir ur gibi büyüyen, yüzleşmekten korktup kaçtığım yetersizliklerim, komplexlerim, aşağılık duygularımdır. Içimde hükümranlığına sıkı sıkıya sarılmış bana doğuşumdan itibaren verilmiş, hiç de vazgeçmeye yeltenemediğim imtiyazlar krallığıdır.
  • Korkumdur düşman.

Devam devam…

  • Onların çocuklarıdır düşman.
O ne demek? Aciklar misin biraz?
  • Onların çocuklarıdır düşman. Hani vardır ya bana hiç benzemezler. Hani vardır ya gőzlerinin akı benzemez benim sarımtırak gőzlerimin akına. Hani vardır ya hep mutludurlar. En büyük dertleri benzemez benim gelecek kayguma. En korkunç filimleri benzemez benim rüyalarıma.
  • Hani vardır ya kendine őzgü bir dili, giyimi, ağız tadı olan. Hani vardır ya kendinin bile anlamdığı espri anlayışı olan. Hani vardır ya iki adım őtede insanlar boğazlanır, onların kılı kıpırdamaz. Hani vardır ya hep ha-ha-ha ki-ki-ki.
  • Onların çocuklarıdır düşman.Kendilerine Ingilizce, Fransizca NICKNAMEler koyarlar. Hani vardır ya Amerikan ve Avrupa eğitimli. Alman Romantiklerinin roman kahramanı gibi aşık olup acı çekerler.
  • Onların çocuklarıdır düşman. Onlar rahat uyusun diye bana işkence edilir. Onlar daha refah yaşasın diye őldürülürüm ben yargısız infazlarda. Onların harçlıkları kısılmasın diye benim babamın saatliği ezilir enflasyonun altında. Onların anası aglamsın diye ağlar benim anam.

Bak yine siyah ve beyaza dőndürdük dünyayı: Onlar ve biz. Yine başa dőndük.

  • Benim başka rengim yok ki dünyamda…
  • Benim dünyamda başka rengim yok ki…
  • Benim başka dünyamda rengim yok ki…

Ne çokmuş düşmanımız. Ne azmış düşmanımız. Keşke siyah beyaz bir dünya da olsaydık.

Yok yok olmaz őyle şey! Başka renkler var.

Biz gőrmesek de var.

Ve başka bir yolu olmalı düşmanı tanımlamanın. Olmalı..Olmalı…

Hadi yeniden başlayalım. Taa en baştan.

Kimdir düşman sahi?

Kaynakca: Kolajdaki resimler Serpil'in, Serdar'in, ve IcMihrak'in blogundan izinsiz alinmistir. Affola!

May 9, 2008

Acının Gőrünmez Oluşu

"Cesetlerin altında kalma" adlı yazımda faşizmin tarih kitaplarında veya 1930’ların Almanya’sında kalmayıp gündelik yaşamımızda nasıl da egemen olduğundan sőz ederken faşizmin gőrüngülerinin alabildigine sıradanlaştığından dert yanmıştım. Katillerden ve işkencecilerden hesap soramadığımızdan dem vurmuştum. Kitlelerin “bizim başımıza gelmez” inançlarının çok da doğru bir inanç olmadığını soylemeye çalışmıştım. “Bunun sadece Kürtlere yőnelik bir plan olduğunu da sanmıyorum. Demokrat ve sola yakın herkesi içine alan bir tehdit” olduğunu sőylemiştim.
Bugün de Bianet’te Füsun Çiçekoğlu imzalı bir yazı okudum. Benden daha güzel ifade etmis. Benden daha güzel yazmış. Defying Hitler (Hitler'e Karşı Koymak) adlı kitapdan Bir Alman’ın Hikayesi (Almaca baskısı bu adla yayınlanmış) ile parelellikler kurmuş. Okumadıysanız mutlaka okuyun. Çiçekoğlu’nun yazısında faşizmin Almanya’da nasıl sinsi ilerlediği ve içselleştirildiği çok çarpıcı biçimde Türkiye’de olanlarla karşilaştırmalı betimleniyor. Bir Alman’ın Hikayesi adlı kitaptan bir alıntı şoyle:
Sanki Almanya'da bir şeyler yapılıyordu da, yapanlar ortada yoktu… Çekilen acılar aşikardı ama acı çekenler görünmez olmuştu… Her şey, sanki bir tür anestezi altında oluyordu. En korkunç olaylar sadece cılız bir tepkiyle karşılanıyordu… Cinayetler sanki okul çocuklarının masum haylazlıkları gibi algılanıyordu…
Kürtlerin çektiği acılar gőrünmez olmuş mu Türkiye de? Olmuş. Hem de nasıl. Linç edilme korkusuyla yaşıyor bir sürüsü. Ne gidecek ne de sığınacak bir yerleri var. Polisleri bile yok şikayet etsinler. Mahkemeleri yok dava etsinler. Siz hiç linç edilme olasılığıyla yaşadınız mı? Ben bir kere yaşamıştım linç edilme korkusunu. Uyuyayamamıştım sabahlara kadar. Kürtlerin acıları gőrünmez olmuş bugün Türkiye de. Kürtler ortada bile yoklar. Almanın dediği gibi “Çekilen acılar aşikardı ama acı çekenler görünmez olmuş”.
Beyazlar kőleleri kocasından, karısından, ve çocuğundan ayırıken gerçekten de zencilerin beyazlar gibi acı çekeceğine inanmıyorlarmış. Belki birileri Kürtlerin acı çekebilecek yetilere sahip olduğundan da şüphelidirler ha! Çünkü Kürtlerin çektiği acılar nerdeyse aşikar bile değil. Hem acıları hem de kendileri gőrünmez olmuş Kürtlerin.
Kürtler dağdakilere duyulan őfke ve intikam duygularının nesnesi olarak varlar ancak.

May 4, 2008

Cesetlerin Altında Kalmak...

Nasıl birșeydir cesetlerin altında kalmak? Düșünürken bile nefesim sıklașıyor; boğulur gibi oluyorum…Bizim bașımıza gelen bu aslında…Cesetlerin, őlümlerin, őlülerimizin altında kalmıșız.

10 yıllardır ne faili meçhullerin hesabını sorabildik, ne çetelerin, ne Gladyoların, ne ülkücü mafyaların paramiliter rol oynayıșlarının hesabını sorabildik(Ülkücülerin tarihi icin bkz). Hukuk hep onlardan yanaydi, polis hep onlardan, asker onlardan, Demirel, Ecevit, …Biz ne oluyoruz peki? Bizler sőzde vatandașlarız. Adam doğru sőylüyor. Vallahi biz “sőzde” vatandașız, sőzde insan, sőzde kalabalık. Biz figüran, ya da kőtü bir bütünü tamamalayan őnemsiz parçalarız. Bunu da bizim tarihsel misyonumuz sanıyoruz. Biz acınası serzenișlerle hayatta kalmaya çalıșan zavallılarız… Evet, zavallı kurbanlarıyız kőtü adamların! Bu denli (peri) masalsı ve acınası halimiz…En kőtüsü bunun farkında da değiliz herhalde..

1960’lı yıllardan bu yana ișlenen őrgütlü ve devlet destekli cinayetlerin, insan hakkı ihlallerinin, ișkencelerin, gőzaltında kaybolmaların, faili mechullerin dőkümünü bile yapanımız yok… (Yapsak da veritabanlarına (database) sığar mıydı acaba?)..Bakın, Bianet’e gőre son üç ayda 186 kiși düșüncelerinden otürü mahkemelik olmuș. Kaç insan kőtü muammele, sistematik ișkence kurbanı oldu? Sivas’ın hesabı soruldu mu? Niye sorulmadı? Linçlerin hesapları soruldu mu? Niye sorulmadı? Dünyanın neresinde linçler bőylesine sıradanlașmıștır? Olağanlașmıștır? Linçden sőzediyorum…Linçlerden. Hani insanın insanlıktan cıktığı, bütün insani değerlerden soyunduğu, hayvanlaștığı șeyden sőzediyorum…Bu ülkede liçler oluyor ve linçleri őrgütleyenler yok ortada..Yahu filimler, kameralar çalıșıyor. Yani herșey gün gibi ortada; kimin neler yaptığı ortada. Ama niyeyse kurbanlar gőz altına alınmıyor. Yani halk o “sőzdeci Pașa”nın dedigi gibi HALK reflek gosteriyor. Biz kimiz peki. Biz halk değiliz; biz onların kurgusunu yazdığı ve yőnettiği kőtü bir senoryonun içindeki yapbozun çok da őnemli olmayan parça ve őgeleriz. Suskunluğumuzda kendi cinnetimizi tamamlıyoruz. Beceriksizliğimizle kendi őlümlerimizi hazırlıyoruz. Sanki Istanbul ve Ankara’da ya da Izmir’de polisle elim-sende oynayıp ya da gaz bombalarıyla yakar top oynuyoruz. Sanki bütün Türkiye iki-üç ilden ibaretmiş gibi…Sanki…Elimizden başka bir halt da gelmiyor. Ne gelir ki elimizden insan olmaktan başka.

En son Sakarya’da oldu. Birileri yine reflex gősterdi. Gazeteler "vatandaș" dedi linç kalabalıgına…Kurbanlar tahrikçi ve kıșkırticı. Valisi yok mu bu ilin? Polisi yok mu? Askeri yok mu? Savcısı ulan, savcısı yok mu bu ilin? Bu ülkenin? Yani eğer devlet koruyamıyorsa vatandașı..... Koruyamıyor degil KO RU MU YOR! Bu, bu kadar net. Istenilen belli :KATLIAM. Katliama susamıș birileri. Kana susamıș. Istiyorlar ki birileri de eline silah alsın. Birileri bir kurșun patlatsın; Ki mazaretleri olsun soykırıma… Bunun sadece Kürtlere yőnelik bir plan olduğunu da sanmıyorum. Demokrat ve sola yakın herkesi içine alan bir tehdit bu.

1 Mayıslarda effendi effendi, kuzu kuzu dayak yer, gőzaltında ișkence gőrürüz. Sonra da efendim polise numara verin taniyalim deriz. Vali istifa deriz. Emniyet müdürü istifa deriz. Bilmez miyiz ki bu adamlar (vali ve Emniyet mudur) bu tür suçları saklaya saklaya ya da organize ede ede bugünkü koltuklarına gelip kurulmușlar. Ne diye istifa etsinler ki? Bir de hiç istifa eden vali, kaymakam, bakan, emniyet müdürü, müşavir var mı bőylesi utanç verici olaylara sebebiyet vermekten. Yok! Niye yok? Ben sőyleyeyim ! Onların işleri zaten bu. Yani işlerinde becerikliler bu adamlar. Niye istifa etsinler ki. Biraz ortalık yatışınca alırlar promosyonlarını. Onların işleri biz gibi “sőzde vatandaşların” sőzde olarak kalmalarını sağlamak.

Kameralarin tespit ettmiş zaten numaraya ne gerek var. Bir de arkadaslari biliyordur o alçak polisi, bilmiyor mudur? Amiri bilmiyor mudur? Emniyet müdürü bilmiyor mudur. O alçak polisin komșusu biliyordur, bilmiyor mudur! Teknoloji uzaydan çekilmiș fotoğraflardaki kișileri tanimaya olanak veriyorken biz onca fotoğraf, onca kameranın tespit ettiğini bulup ortaya çıkaramıyoruz . Bulamıyoruz. Gazetenin biri yazıyordu. Bulun bu polisleri! Arayan var mı ki sen bulun diyorsun. Newroz’da 13-14 yașındaki çocuğun kolunu kıranlar gün gibi ortadaydi da ne oldu? 12 yașinda canice kurșuna dizilen Uğur Kaymaz’ın katilleri de saklı değildi. Ne oldu? Hiç! Koca bir hiç!

1 Mayıs’da polis fazla bibergazı kullanmıș, hastaneye, alıșveriș merkezine gazbombası atmıș. Polis bir genç kızın yüzüne tekme atmıș. Bi turist çifte saldırmıș. Bu adamlar kendi kafalarına gőre mi yapıyorlar bunu. Bu adamlara verilen emir bu. Bu adamlara verilen eğitim bu. Bu adamlara verilen ahlak ve insanlik bu. Profesyoneliklleri bu bu adamların. Biz neyin heasbını gőrmeye çalışıyoruz allah aşkına…

Biz șikayette bile yetișemiyoruz bu fiilen ve cümren ișlenen suçlara. Biz șikayet ederken yeni suçlar ekleniyor listeye. Altında kalmıșız imza kampanyalarımızın, formlarımızın, tutulmamıș sőzlerin. Altında kalmıșız tutamadığımız antlarımızın. Altında kalmıșız üzerinde sigara sőndürülmüș vücudların, tecavüz edilmiș bedenlerin, makadına jop ve kola șișesi sokulmuș bedenlerin, devlet eliyle cıkartılmıș yangınlarda dumanlardan boğulmuș ciğerlerin, tekmeler atılmıș yüzlerin, cesetlerin altında kalmıșız. Zavallılığımızın altında kalmıșız…Boğuluyorum ben…

Utanıyorum insan olmaktan. Türkiyeli olmaktan.

May 2, 2008

Bibergazlı 1 Mayıs


Sanırım Piagetydi, diyordu ki bir çocuğun eline çekiç verirseniz çocuk herşeye çivi muamelesi yapmaya başlar. Türk polisinin eline de biber gazı verirsen bőyle olur…
Selam olsun direnene....